Güncelleme Tarihi:
Ankara’nın kayıp derelerinin peşine düşen Çevre ve İnşaat Yüksek Mühendisi, ‘Su Uzmanı’ Hasan Akyar’a göre, kaybolduğunu sandığımız derelerin hiçbiri bir yere gitmedi. Yüzyıllardır oldukları yerde! Ancak biz göremiyoruz. Kimi kanal, menfez içine alındı 1950’lerden bu yana, kiminin güzergâhı değiştirildi, kiminin üzeri kapatıldı bulvar yapıldı, kiminin ise üstünde pazar yerleri, parklar ve otoparklar bulunuyor. Kendi deyimiyle ‘ömrünü suyu tanımaya’ adayan ve edebiyat alanında ilk kitabı olan “Ankaralamalar”da da Başkent’in kayıp derelerinin izini süren Hasan Akyar’la ‘havadan su’dan sohbet ettik.
Kitabınızda, Ankaralıları 1950’lerden günümüze tarihi bir yolculuğa çıkarıyorsunuz. Ama öykülerinizde en çok da kentin dereleri göze çarpıyor. Fakat sözünü ettiğiniz derelerin birçoğu bugün yok. Nereye gitti bu dereler?
Sorunuza sondan başlayarak yanıt vermeye çalışayım. Bu dereler, hiçbir yere gitmedi... Yüzyıllardır oldukları yerde! Ancak biz göremiyoruz. Kimi kanal, menfez içine alındı 1950’lerden bu yana, kiminin güzergâhı değiştirildi, kiminin üzeri kapatıldı bulvar yapıldı, kiminin ise üstünde pazar yerleri, parklar ve otoparklar bulunuyor. “Ankaralamalar” adlı kitabımda adları geçen dereler ve çaylar ‘bugün yok’ değil; varlar. Bir ozanımızın dizelerindeki gibi; “ancak bilirim yine de, kanayan bir derenin üzerinden geçtiğimi” her gün, defalarca... Sadece ‘Ankara Çanağı’nda 70’i aşkın dere vardır. Bunların büyük çoğunluğunda her mevsim su bulunmayabilir, akış olmayabilir, kurak dönemleri yaşanır. Bir örnek vermekle yetineceğim; diyelim ki eviniz Çayyolu semtinde ve her gün Cebeci ya da Dikimevi’deki işyerinize gidip geliyorsunuz. Sadece tek yönde, her gün, en az 15 üzeri kapatılmış derenin üstünden geçtiğinizin farkında mısınız? Belli başlılarını bir solukta sıralayabilirim bunların; Kutugün Deresi, Beytepe Deresi, Ağıldere, Yalıncakköyü Deresi, Karakusunlar Deresi, Söğütözü Deresi, Cevizlidere, Kirazlıdere, Dikmen Deresi, Ayrancı Deresi, Kavaklıdere, Hoşdere, Seyrantepe Deresi, Bülbülderesi, Akdere vb. Ancak günümüzde yaşları 50’nin altındaki Ankaralıları Hatip Çayı ve Bentderesi’nin bir zamanlar salına salına açıktan aktığına inandırmak oldukça güç.
KANALİZASYON MECRASI OLMAKTAN ÇIKARMALIYIZ
Bugün gelinen noktada yalnızca mevcut yöneticiler mi suçlu ya da ihmalkâr. Sözünü ettiğiniz derelerin yok oluş süreci 30 yıl, 40 yıl belki de en az 50 yıllık bir süreç. Yani bu dereleri el birliğiyle mi ortadan kaldırdık?
Elbirliği içinde kendimi muaf tutarım. ‘Oybirliği’ demek daha doğru olur sanırım. Oylarımızla bizleri yönetenlere yetki veriyoruz. Sonra onlar bu yetkiyi dilediklerince kullanıyorlar ‘yazılı kurallar’ içinde! Bilir misiniz, 80’lerin sonlarında, 90’ların başlarında yatırım programına alınan “BAKAY” adı verilen Büyük Ankara Kanalizasyon ve Yağmur Suyu Projemiz vardı. Bu proje kapsamında Tatlar mevkiinde çağının en son teknik ve teknolojilerinin yer aldığı ‘Pissu Arıtma Tesisi’ yatırımını gerçekleştirdik. Dönemin Başbakanı merhum Necmettin Erbakan ve yardımcısı Sayın Tansu Çiller tarafından görkemli bir biçimde açılışı yapıldı ve hizmete alındı. Ancak son 15,20 yıldır söz konusu BAKAY Projesinin bileşenlerinden hemen hemen hiçbir yatırım ne yazık ki yerine getirilmedi. BAKAY Projesi kapsamındaki işler tamamlandıktan ve usulüne uygun işletildikten sonra ancak derelerimize ilişkin adımlar atılabilir. Bir başka anlatımla, derelerimiz, Ankara’nın pissularının, atıksularının boşaldığı ve birer kanalizasyon mecrası olmaktan çıkarılmasının ardından gerçek bir akarsu hüvviyeti kazanabilir.
İŞGAL ETMEDİĞİNİZ SÜRECE TAŞKIN OLUR AMA BASKIN OLMAZ
“Ankara Taşkınları” öykünüzde, “Tarihin tekerrürü olur mu olmaz mı bilinmez ama taşkının yinelenmesi olur, oluyor, olacak da” diyorsunuz. Sözünü ettiğiniz 12 Eylül 1957’deki taşkında onlarca insan yaşamını yitirmişti. Ankara’da bugün böyle bir tehlike söz konusu mu? Varsa, bilimsel olarak bunu neye dayandırırsınız?
Hidroloji bir bilim. Hidroloji’nin temel verileri yağış ve akış. Araçları matematik ve istatistik yöntemleri. Her bir yağış alanı, akarsu havzası için geliştirilen ve yeni verilerle test edilen abaklar hazırlanmıştır. Kitabımda da Ankara için ‘Yağış-Süre-Tekerrür’ eğrilerine yer verdim. İşte bu çizelgelerden yararlanılarak su yapıları planlanır ve projelendirilir. Ancak burada insan, değerler ve ekonomi gibi tam da nesnel olmayan etkenler devreye girer, gerek mühendisler ve gerekse karar vericiler açısından. Akarsulara müdahale olmadığı sürece, suların mülkünü işgal etmediğiniz sürece taşkın olur ama su baskını olmaz! İnsanlar yaşamını yitirmez, mal kaybı en az düzeyde tutulur. Sorunuzun bam teli, Ankara’nın gelecekte de benzeri can kayıplarına neden olacak su baskınları ile karşılaşıp karşılaşmayacağı... 2000’lerin başlarına kadar Konya Yolu ile Dikmen sırtları arasındaki dar ve dik yamaçlarında tek katlı, kutu kutu, cepheleri beyaz badanalı barınma birimleri –gecekondular- yer alıyordu. Yaz bahar aylarında görünmez olurlardı çevrelerindeki ağaçların yeşeren yaprak örtüsünden. Kış aylarında ise etraflarındaki toprak ıslak, yolları çamura bulanırdı; Balgat’ın uzantısı Erzurum Mahallesi... Gel zaman git zaman bu arazinin değeri yükseldi, kentle bütünleşti. Geri dönülmez bir konut atağına maruz kaldı. Toprak görünmez oldu. İşte tam bu noktada ilim/fen bildiğini söyledi. Eskiden bu araziye düşen yağışın beşte biri akışa geçip Cevizlidere’ye dolaylı ulaşırken, şimdilerde beşte dördü doğrudan akışa geçip Cevizlidere’yi boğmakta... Suyun toprakla temasını engellemek, doğaya verilecek en büyük yıkım!
Kitabınızdan da anladığımız üzere, iyi bir gözlemcisiniz ve bir öykünüzde bugün Ayrancı’daki Cemal Süreya Parkı’nda tam da Cemal Süreya’nın kaidesinin bulunduğu noktanın altından Dikmen Deresi’nin geçtiğini söylüyorsunuz. Derelerin, ırmakların ve doğanın şairi olan Süreya’nın kaidesinin, üstü kapatılan bir derenin üzerine kondurulması da ilginç bir ayrıntı? Kitabınızda yer vermediğiniz, Ankara’da gözünüze çarpan bu şekilde başka ironiler var mı?
Örnekleriniz ve sorularınız hep çalıştığım yerlerden! Ayrıca çok iyi yakalamışsınız ironileri. Ömrünü havadan – sudan işlerle tüketen biri olarak hala ‘su’yu tanımaya, öğrenmeye çalıştığımı itiraf etmeliyim. Bunun nedeni üzerinde, ‘su’ konusunu uzmanlık alanı olarak seçmem konusunda etkili olan etmenin ne olduğunu yıllar önce bulmuştum. Ben, sudan çok korkarım. Korktuğum için de, ömrüm suyu tanımakla geçti. Ankara’da gözüme çarpan ve “Ankaralamalar”da yer vermediğim ironiler konusuna gelince, yanıtım çok kısa olacak; ‘ironi’ olmayan ne var! Bunlar, gözünüze çarpmıyor, gözünüze sokuluyor.
İŞİ EHLİNE BIRAKINIZ
Metrolarda çözülemeyen ve kronik hale gelen su sızıntısı problemi var. Örneğin, Kolej Metrosu’yla birlikte Çayyolu Metrosu’nun Söğütözü ve MTA istasyonlarında olduğu gibi. Burada bir ihmal söz konusu mu? Bunun engellenebilmesi için ne yapılabilirdi?
Bu sorunuza ise çok daha kısa cevap vereceğim: “İşi ehline bırakınız”.
Yaşanan su baskınlarının ardından genelde ilgili ve sorumlular, yağış miktarının fazlalığından yakınıyor ve buna karşı yapılabilecek bir şey olmadığını savunuyor. Siz buna katılıyor musunuz? Son yılların yağış miktarlarına baktığınızda sizce bu baskınlar engellenebilir miydi? İşgalci su mu, yoksa biz miyiz?
Erzurum Mahallesi ve Cevizlidere örneğini daha önce vermiştim. Sorunuzun yanıtı orada saklı aslında. Ankara Çanağı’na düşen yağışlar, uzun yıllar ortalamalarından belirgin bir sapma göstermemektedir. Gökten düşenin enini - boyunu - miktarını – süresini- şiddetini ve dahi döngüsünü öngörebiliyoruz bilim insanları ve mühendisler olarak. Bilinmeyen ise karar vericilerin rüyalarında gördükleri ve düşlerindekileri uygulamak istemeleri. Sanki ilahi bir ses onlara bunları yap demiş! İşgalcilik meselesine gelince, “kim var imiş su burada yok iken”.
ANALİTİK DÜŞÜNCEYİ BİR KENARA KOYDUK
Peki, bundan sonrası için ne yapılabilir? Sularımızı ve derelerimizi kurtarma adına bir kurtuluş reçeteniz var mı?
Sadece su ile ilgili değil, tüm doğal çevrime ilişkin, hatta sosyal sorunlar da dahil ‘kurtuluş reçetesi’ yok! Zaten ‘kurtuluş’ ve ‘reçete’ art arda geldiğinde tamlama dahi oluşturamazlar. Kurtuluşu reçetede aramak için reçetede yazılan ilacın ‘prospektüs’üne bakmak gerek. İlacın bileşenleri arasında etkin maddeyi bulmak zor. Etkin madde, bana göre ‘planlama’dır. Belki de yarım asırdır bir kenara bıraktığımız analitik düşünme, toplum yararını ön planda tutma, çözüm seçeneklerini geliştirme, akılcı seçim ve doğru bir biçimde uygulama, izleme... Hepimizin bir dönem dilinden düşürmediği bir slogandan, bir özdeyişten esinlenerek yüksek sesle söylemek isterim ki; “Sularımızın ve derelerimizin kurtuluşu tek başına değil, diğer tüm sorunlarımızın çözülmesiyle birlikte olacaktır” Yani, kurtuluş yok tek başına!
ÖYKÜ KURMACA COĞRAFYA GERÇEK
Kitabınızla ilgili eklemek istediğiniz başkaca başlıklar/konular var mı?
Karalamalarda adları geçen kişilerin büyük bir bölümü hayatta değil. Düzeltme şansları yok! Öykülerdeki anlatımla yer aldıkları olayları ve yaşanmışlıklarını karşılaştırmaya. Ancak söz konusu kurmacalarda değinilen yapılar, kuruluşlar, mekânlar, dereler, çaylar, topoğrafya, koordinatlar hatta rakımlar gerçekle örtüşmekte. Özetle, kitapta coğrafya ya ihanetim olmadı, olamazdı da... “Ankaralamalar”da, çeyrek yüzyıllık bir zaman diliminde Ankara’da tanık olduğum olan bitenin karalamaları yer alıyor. Özellikle 1957 ile 1982 yılları arası eşeleniyor. Bu 25 yıl, sadece Ankara’nın değil, ülkemizin tarihindeki en önemli kırılma kesitlerini içerisine alıyor. Sadece dört örnek vermekle yetineyim bu aşamada. Birincisi 11-12 Eylül 1957; Ankara’nın tanık olduğu en büyük sel baskını, Hatip Çayı taşkını. Kayıt altına alınan 192 hemşehrimizi yitirmişiz, sel suları içinde boğulmuşlar. İkincisi 27 Mayıs 1960. Diğeri 12 Mart 1971 müdahalesi ve dördüncüsü de 12 Eylül 1980 darbesi. Bunların günümüze kadar olan yansımalarına da değinilmekte kitapta yer alan kurmacalarda.
KİRAZLIDERE BU RÖGAR KAPAĞININ ALTINDA
Kulak verin; çığlığını duyurmaya çalışıyor! Anıtpark’ın yanıbaşında, Bahçelievler 83. Sokak’ta işte bu rögar kapağının altında kanala alınmıştır Kirazlıdere... Yaklaşın; size sesini duyuracak!
PARKIN HAVUZ KÖPRÜSÜ AHŞAPTANDIR AHŞAPTAN!
Dikmen Deresi, bugün Ayrancı’da Cemal Süreya Parkı’nın hemen altından akmaya devam ediyor. Üstü kapatılmasaydı eğer, bugün belki de bu minyatür ahşap köprünün üzerinde değil, derenin iki yakasını birbirine bağlayan ‘Dikmen Deresi Köprüsü’nün üzerinde duruyor olacaktık!