Güncelleme Tarihi:
Okurla her ay buluşan Ankaralı edebiyat söyleşilerinde ilk kez soruları ben sormadım. Bu kez soruların muhatabı olarak karşınızdayım. Orhan Kemal ödüllü dosyası “Panovaroş”la tanıdığımız ve ikinci öykü kitabı “Kıymık” üzerine söyleştiğimiz Egeli-Ankaralı yazar Aysun Kara; Dost Kitabevi Yayınları tarafından (Aralık 2015) basılan ilk öykü kitabım “Neptün Mavisi Düşler”e dair merak edilenleri Ankara Hürriyet okurları için sordu, ben de memnuniyetle yanıtladım. İlginize, bilginize, sevginize...
Aysun Kara: Kendini tanıtır mısın? Öykü yazmaya ne zaman başladın ve neden öykü türünü seçtin?
Esme Aras: Çocukluğumdan itibaren sözcüklerle dünyayı kavrayıp algıladım, sayısalcıların aksine... Benim işim duygular ve hayallerdi. Yeteneklerim doğrultusunda eğitim almayı seçtim; Ankara Üniversitesi, İletişim Fakültesi’nden mezun oldum. Gazeteci-yazar Bekir Coşkun’un asistanlığını üstlendim. Sayın Coşkun, yazma konusunda beni cesaretlendiren ilk isimdir. Kendi yolumu çizebilmek, yazdıklarımın türünü belirleyebilmek için yaratıcı yazarlık atölyelerine katıldım. Edebiyat dergilerinde, ortak kitaplarda, seçkilerde yer aldım. Kalemim kısa öykü türüne daha yatkın. Öykü, zaten yapısı gereği bir durumu, olayı anlatabildiği gibi yalnızca bir tek ânı da ölümsüzleştirir. Bu anlamda, yazın evrenimim en tepesinde yükselen “Neptün Mavisi Düşler”deki öykülerim de an kesitleridir. Yoğun bir duygu aktarımı olan düşünsel öykülerdir.
MADALYONUN İKİ YÜZÜ
A. Kara: Kitabının adı mitolojik bir gönderme içeriyor mu?
E. Aras: Ben bir kıyı çocuğuyum ama kıyısız bir kentte yaşıyorum. Bu kentte en çok özlediğim şeylerden biri, ardımda bıraktığım mavilik. Dosyamı oluştururken, bir ad arayışına girdiğimde fark ettim ki çoğu öyküde bir mavi geçiyor, yol bozkırdan denize çıkıyordu. Genelde bir öykünün adı, kitabın adı olur ama ben tek bir öyküyü imlemek, öne çıkarmak yerine tüm öyküleri kapsayan, kucaklayan bir ad arayışına girdim. O arayış içinde, mavi gezegen Neptün’ün anlatıldığı bir belgesele rastladım. Büyülendim... Neptün, Roma’da deniz tanrısının adı. Genelde Antik Yunan’daki Poseidon bilinir. Böylece bir madalyonun iki yüzü çıktı ortaya. Her yazarın ve okurun içsel dünyalarının farklılığından hareketle hem farklı bir dünya tahayyülünü hem de denizin mavisini imliyor, öyküler de, kitabın adı da...
A. Kara: Kitaptaki öykülerde ağırlıklı olarak aşk, ayrılık -aynı zamanda doğup büyüdüğün şehirden ayrılığı da kapsıyor- hâkim temalar. Bu konuda neler söylemek istersin?
E. Aras: İlk kitaplar önemlidir, yazarın öz yaşamından esintiler taşır. Çünkü yazar en iyi bildiği şeyden başlar yazmaya; kendinden..! Ben de öykülerimde çocukluğumun geçtiği, büyüdüğüm o kıyı kasabalarının havasını, kokusunu, dokusunu, mimarisini, o iklimi, coğrafyayı ve maviliği anlatmaya çalıştım. Çocukluğumda kazandığım değerlerim var. Ankara’daki yaşantıma gelirken hâlâ deniz kabukları getiriyor ve ceplerimde çakıl taşları taşıyorum. İdealize edilmiş bir aşk ve sevgi arayışı da var öykülerimde. Bunu çok önemsiyorum çünkü dünyanın en çok ihtiyacı olan duygunun sevgi olduğuna inanıyorum. Dünya ve insanlık var oldukça bizimle yaşayacak olan duygulardan özlem, ayrılık, ölüm temalarıyla birlikte farklı olanı anlayabilmek ve göç öykülerinden kesitler de var kitapta.
HEP BİR RENK ARADIM
A. Kara: Öykülerinde renkleri kullanman dikkatimi çekti. Renkler senin için önemli olmalı. Ayrıca alıntıladığın şarkı sözleri de müzikle sıkı bir ilişkiyi imliyor, öyle değil mi? Beslendiğin diğer sanat dallarından söz eder misin?
E. Aras: Resimle olan ilişkim ne yazık ki çocukluğumdaki boyamalardan ibaret kaldı. Mademki bu alanda becerim yok, o halde kelimelere dökeyim, demiş olabilirim. Belki de dünyayı algılamaya başladığım yaşlarda, rengini denizden ve hiç yaprak dökümü yaşamayan bitki örtüsünden alan o kentte büyürken; denizin mavisini, çam ormanlarının yeşilini, zeytinin karasını, iğdenin grisini görebilmeyi öğrendim. Yolculuklar sırasında geçtiğim kentlerde, kasabalarda hep bir renk aradım. Ankara, gri bir şehir diye tanımlanır ya... Ben onda bir mavi gizli olduğunu; kuytularında, sokaklarında, çıkmazlarında renklerle karşılaşabileceğimi fark ettim. Bu kentin sonbaharını çok severim. Sarıdan tarçına dönen çınar yapraklarının ayaklarımın altındaki çıtırtısını, sağanak halindeki o görsel şöleni… Müzikle olan ilişkim de amatör yürüdü. İncelikli müzik zevki olan bir ailede büyüdüm. Klasik Türk Müziği korolarına katıldım; sesini hüzünlü ve derinlikli bulunduğum klasik kemençeye heves ettim. Bugün ise dış dünyanın gürültü kirliliğine inat evimde ve çalışma odamda müziğe sığınıyorum. Bana dayatılanın değil de kendi seçtiğim seslerin arasında olmayı, düşünmeyi, üretmeyi seviyorum.
A. Kara: 3. Kuşak mübadil olduğunu biliyorum. Üzerine sinmiş bir ada kokusunun yanı sıra içine işlemiş bir “göç” ve yersizlik yurtsuzluk algısından da söz etmek mümkün. Bu yazdıklarında da görülebiliyor. Elbette bu “göç” senin yaşadığın bir şey değil ama biliyorum ki çocukluğun bu “büyük ayrılığı” yaşayan insanlarla bir arada geçti. Bu durumun senin yazmana, yazdıklarına etkisi nedir?
E. Aras: Baba tarafından Selanik, anne tarafından Girit mübadiliyim. Göçmenlikte iklim, savaş, kıtlık vb. koşullar gereği bir yer değiştirme söz konusu iken; mübadele bir değiş tokuştur. Bugün deseler ki, elinde bir bavulla hiç yaşamadığın, tanımadığın, görmediğin, dilini, iklimini, coğrafyasını bilmediğin, kokusunu duymadığın başka bir ülkeye/kente gideceksin diye... Ardında bıraktığın ne varsa; evini, eşyalarını, kilerdeki malzemelerini, hayvanlarını, bağını, bahçeni, aşina olduğun gökyüzünü, sokakları, bitki örtüsünü, mezar taşlarını... Bırakıp gidebilir mi insan? Bir avuç toprağın kokusunda, bir saksı limon ağacının gölgesinde bahsi sürecek bir yaşam... İşte alın size hüzün! Bu noktada şunu da eklemek istiyorum; kıyıdan baktığımda seyrine doyamadığım, ahenkli söz dizimleri kurduğum o mavilikte hayatlar yitiyor. Savaş nedeniyle bir çeşit kavimler göçü, kitlesel bir kıyım yaşanıyor. Ayvalık ve Dikili sahiline vuruyor cansız bedenler. Dünya seyrediyor!
BU KENTİ ÇOK SEVDİM
A. Kara: Buna bağlantılı olarak öykülerinde -bizlerin kişisel göçümüz!- diyebileceğimiz yaşadığın yere ait olamama, doğduğun şehre hep bir özlem ama orada da kalamama gibi bir duygu hissediliyor. Bunu da göçmen olmaya bağlayabilir miyiz? En azından edebiyatta…
E. Aras: Hayatta birilerini, bir şeyleri, bir kenti, bir evi, eşyaları, kısacası bir yaşanmışlığı ardımızda bırakarak ilerliyoruz. Değişim, insanı yenileyen bir şey ama alışkanlıkları terk etmek, bir yenisinde bulmak ya da yerine koyamamak zor ve zahmetli. Ben de kentler bıraktım ardımda; anıları, eşyaları sarıp sarmalayıp başka yerlere taşıdım. Tabii en başta üniversiteyi okuyabilmek için ait olduğum küçük ve korunaklı kasabamızdan ayrılmam gerekiyordu. Sonra yaptığım seçimlere bağlı olarak değişti, yaşadığım kentler de. Genelde Ankara’dan İstanbul’a gidilir ya... Tam tersi, ben İstanbul’dan Ankara’ya gelendim ve bu kenti çok sevdim. Attila İlhan’dan mülhem; “çocuklar gibi sevmeli Ankara’yı, devler gibi ıstırabını çekmeli,” diyebilirim. Öte yandan bu yersizlik yurtsuzluk duygusunu zamanla sevmeyi öğrendim. Hiçbir yere ait olmayı… Aynı kentte doğup büyüyüp yaşayıp okuyup sonra da aynı kentte ölmeyi istemezdim sanıyorum. Bu farkındalıklar ve duygu geçişleri ister istemez yansıdı satırlarıma.
BOYNUMA TAKTIĞIM MELANKOLYE
A. Kara: Huzursuzluk duygusu edebiyatla ilgilenen, yazan hemen herkesin yakından tanıdığı bir duygu. Senin öykülerinde de izini sürdüm. Senin bu duyguyla ilişkin nedir, bunu yazıya nasıl dönüştürüyorsun?
E. Aras: Yazmanın, aslında yürek yorgunu bir süreç olduğunu, yürek hassasiyeti gerektirdiğini düşünenlerdenim. Kapanmayan yarası olanlar gerçek birer yazar olabilir mi? Ya da mutsuz, hayatla bir tür geçimsizliği, sistemle derdi olan insan mı üretir? soruları çengelleniyor aklıma. İşte bu noktada İlhan Berk’in “Yazmak mutsuzluktur, mutlu insan yazmaz.” cümlesini, Necati Tosuner’in “Kamburu olmayan bir yazar var mıdır?” yanıtını anımsıyorum. Duyarlı ve hassas ruhlar, içsel dengelerini ancak böyle kurup huzura erebiliyorlardır da ondan belki. Aslında edebi kaygılar olsun ya da olmaksızın hepimiz aynı yere varıyoruz, anlatma ihtiyacına. Öte yandan mutluluğu yazmanın bir cazibesinin olmadığını düşünüyorum. Mutluyum, mutlusun, mutlu. E, ne güzel! Ama dünya öyle değil! Ayrıca yazının doğasında var bu çatışma. Birey başkalarıyla, değerleriyle, ahlaki yapıyla ve toplumla çatışabilir. En önemlisi belki de kişinin içsel çatışmasıdır. Ama hüznü yazarken, tabii ki okura umut yitimleri yaşatmak değil niyetim. Yaşama ve umuda dair ipuçları da vermeye çalışıyorum. Hayat hüznü yaşamak kadar, zamanla onu sevebilmeyi de öğretti bana. Boynuma taktığım melankolye belki de bundan!
A. Kara: “Yaşamın kokusu” adlı öyküde benim de çocukluğumun unutamadığım kişilerinden “Naneci Ferhat”la karşılaşmak sürpriz oldu. Yazmanın, zamana kayıt düşmenin hiçbir önemi yoksa bile birilerini ölümsüz kılmak gibi bir tarafı var en azından. Yalnızca bu duyguyla bile yazabiliriz diyorum. Ne dersin?
E. Aras: Evet, ölmüşlerimiz zaman zaman düşüyor aklıma. Ben mi onları düşünüyorum yoksa bu dünyada bıraktıkları iz mi, gelip dürtüyor beni bilemiyorum. Çocukluğumun unutulmaz tatlarıdır onlar. Elindeki küçük camlı sandığında nane şekeri satardı. Aldığınız her nane şekerine karşılık size bir mani söylerdi. Bugünün çikletlerinden çıkan “saçma” kafiye dizimleriyle karşılaştırılamayacak denli şiirseldi onunkiler. Tüm kent tanırdı, bilirdi onu. Yazın kordon boyunda gezintiye çıktığınızda, sahildeki kahvelerde soluklanırken kentin tanış simalarıyla rastlaşmak kaçınılmazdı. Naneci Ferhat gibi pamuk helvacıyı, macuncuyu, horoz şekerciyi, kumrucuyu hatta meczuplarımızı da anımsıyorum. Hepsi çocukluğumdan ayrı bir renk, ses ve karakterdir belleğimde.