Her kadının kendine ait bir odası olmalı

Güncelleme Tarihi:

Her kadının kendine ait bir odası olmalı
Oluşturulma Tarihi: Mart 25, 2017 14:54

Ankaralı söyleşilerde akademisyen, psikolog, yazar, televizyon programcısı ve bir Ankara aşığı Prof. Dr. Üstün Dökmen’le sohbetimizde günümüz kentlerini, Ankara’yı da konuştuk. Söyleşimizin ikinci bölümünde konu kent ve mimari olunca, sohbetimize Dökmen’in kızı mimar Selcan Dökmen de destek verdi.

Haberin Devamı

- Selcan Dökmen ile birlikte yazdığınız “İnsanın Korunakları 2-Mimari” kitabınızda Türk evi çerçevesinde konuyu irdeliyorsunuz. Ankara, Safranbolu, Beypazarı ve Kastamonu’da gördüğümüz, geleneksel ev tipinin kendine has ne gibi özellikleri var?
SD: Mekânsal, tipik yerleşim planları var. Ufak farklılıklarla temelde aynılar. Çoğunlukla ailenin günlük yaşantısını geçirdiği bir sofa alanı var. Her çiftin kendi dairecikleri, yatak odalarının hepsi sofaya açılıyor. Anadolu’daki farklı iklim ve coğrafyalara göre malzeme değişiklikleri görülüyor. Doğaya saygı zaten buradan geliyor. Şimdilerde her yeri beton ya da tuğladan yapıyoruz, Ankara’da da aynı evi yapıyoruz, Adana’da da. 

- Doğaya saygılı, sokağa uyumlu, sosyal çevreye duyarlı bu ev tipinden neden vazgeçildi?
SD: Yeni olan bizim için daha kıymetli. Geleneklerimize çok bağlıyız diyoruz ama anneannenizden kalma bir koltuğu istemezsiniz. Eski olmak daima kötüdür. Bir iç mimar olarak ben buna cevap bulamıyorum, o yüzden belki sosyoloji dâhil olmalı.
ÜD: Bir, nüfus arttığı için geleneksel evden vaz geçmek zorunda kaldık. Köyden kente göç oldu. Herkese tek katlı geleneksel ev veremezsiniz. Vatan toprağını dikine kullanmak zorundasınız. Zaten büyük şehirler yayılınca tarım alanları gitti. Biz şu anda buğday, pancar yetiştirilmesi gereken bir yerde yaşıyoruz. İkincisi de, bir psikolog gözüyle söylersem en altta yatan özgüven eksikliği. Çevre ne der, etraf ne der; herkes gibi bir evimiz olsun düşüncesi. Koltuk yerine bu sediri niye koydun diye sorabilir birisi. Yanıt; ben böyle karar verdim, biz böyle seviyoruz olmalı.

Haberin Devamı

Her kadının kendine ait bir odası olmalı

MİMARİDE DE CİNSİYETÇİLİK VAR

-Geleneksel Türk mimarisinde kadının hayatı ‘hayatta, mutfakta, avluda’ geçerken erkeğe ait bir ‘başoda’ var. Kırsalda ise mekân kullanımı açısından kadın daha özgür. Türk evinde kadının neden ‘kendine ait bir oda’sı yok? Erkeği merkeze alan mimari yaklaşımın bir kusuru mu, cinsiyet ayrımcılığından söz etmek mümkün mü?
ÜD: Maalesef mümkündür. Erkek egemen toplumda, erkek her konuda ön plandadır. Orada bir cinsiyet ayrımcılığı var. Geleneksel Türk evi haremlik selamlıktır. Babaların bir başodası var. Erkek misafirleri orada ağırlar. Başodaya çocuklar girmez, erkek yokken evin hanımı temizlik amacıyla girer.
SD: Aslında geleneksel Türk evi derken, kullandığımız örneklerin birçoğu köy yaşantısındaki ev değil. Kasaba, ilçe gibi şehirleşmiş tiplerden bahsediyoruz.
ÜD: Köyde kaçgöç azdır, herkes akrabadır. Kadın hayata hapsolmaz. Evin önündedir, tarlaya gider. Fakat kasabaya, şehre gelindiği zaman yoldan geçen yabancılar görmesin diye, adam karısını saklamak istiyor. Kadın hayatta kapalı kalıyor. Yaşam tarzı değiştikçe mimari de, ilişki biçimi de değişiyor. Dünyada da kadının yeri yoktur aslında. Bu, batıda da kadınların ihtiyaç duyduğu bir şey. Her kadının kendine ait bir odası kesinlikle olmalı, yazanın özellikle olmalı. Ben seminerlerimde derim ki bir kadınsanız, iki yerde tek başınıza kalırsınız. Bir duşta, bir de tuvalette.

Haberin Devamı

Ders kitabında eşitlik 1940’a kadar

-Cinsiyet ayrımcılığı demişken, “Ankara Destanı”nda da sözü geçen; Anıtkabir’in giriş yolundaki üç kadın ve üç erkek heykeli, bekledikleri adamın felsefesine neden aykırı dikilmişlerdir? Geleneksel yaşam tarzının izlerinin, 1950’lerin mimarisine yansımasıdır diyebilir miyiz?
1940’a kadar, ders kitaplarında kız erkek eşittir. 1950’den itibaren erkek çocuk öndedir, kız arkada. Örneğin bakkal olmuşlar; erkek kasada, kız belinde önlük yeri süpürüyor. Kimya deneyini erkek yapıyor, kız elinde boş deney tüplerini tutuyor. Kız çocuk hep yardımcı rolünde. Cin Ali’de erkek işten dönüyor, kadın yemekten sonra sofrayı topluyor. Biz psikologlar 1996’da Milli Eğitim Bakanlığı’na dedik ki, önümüzdeki yıl okul kitaplarında, bir kadın işten gelsin. Bekliyoruz, kadın daha gelmedi! Anıtkabir’in giriş yolunun başındaki altı heykel, mimari yapıyla uyumlu, sanat açısından çok güzel. Ama kadın-erkek ayrı, haremlik selamlık yapılmış. Bilinç üstünde bir kasıt yok bence ama bilinçaltında bir ayrımcılık var. Erkeklerden biri çiftçidir, biri asker, biri de öğrenci. Kadınlar amorf kitle, meslek belirtilmemiş. 50 yıllarında hemşire, öğretmen yok muydu? Ve orada bir tane kitap var, o da erkeğin elindedir. Bence alttaki mesaj, kadının temel işlevi: Doğurur, doyurur ve ağlar. Oysa kadın ve erkek eşit olmalıdır.

Haberin Devamı

Ayı, güneşin batımını, ufku göremiyorsunuz

-Günümüzde her şey hızla değişiyor ama köyler, kasabalar, kentler aynılaşıyor. 1940’larda inşa edilen Bahçelievler’deki müstakil evlerin yerini apartmanlar, onların yerini de insanı yığınlar halinde istifleyerek içine hapseden kuleler, başka binaların rüzgârını kesen, güneşini engelleyen gökdelenler alıyor. Burada insanı ezen, kibirli bir yapı anlayışından söz edilebilir mi?
ÜD: Evet, söz edilebilir. Geleneksel mimaride zenginin evi ile fakirin evi aşağı yukarı aynıydı. Türk evi, komşunun hakkını gözetiyor, manzarasını kesmiyor. Bu nezakettir. Şehirde yaşayanlar artık ayı göremiyorlar. Dip dibe apartmanların arasından gök gözükmüyor. Güzel bir Karadeniz manzarasına 100 kişi götürseniz 95’i beğenir. Çünkü orada ferah hissedersiniz.
SD: Pencerenizi açtığınız zaman evi havalandıramıyorsunuz. İçeriye rüzgâr girmiyor. Cepheler yerden tavana kadar cam. Hedef; manzara, ışık ne varsa maksimum derecede faydalanmak. Görebildiğiniz tek şey yandaki bina. Perdenizi kapalı tutacaksınız çünkü komşuyu görüyorsunuz.
ÜD: Türkiye’de en güzel orta Anadolu’da güneş batar. Coğrafyadan ötürü, hafif toz kalkar. Burada artık güneşin batımını, doğumunu, ufku göremiyorsunuz.
-Gökdelen değil “ufukkıran” diyorum ben onlara... İnsan merkezli olmayan tasarımların ve yaşama biçimlerinin, insan davranışları ve duygu durumları üzerindeki yansıması nasıl olacak? Komşuluk, misafirperverlik ve yardımlaşmadan söz etmek gittikçe olanaksızlaşacak mı?
ÜD: Yabancılaşma, sosyalleşmede azalma, komşuyla facebook’da selamlaşma olacak. Yakınlık azalıyor. Kendinizi kalabalık içinde yalnız hissediyorsunuz. Şehre ait hissetmiyorsunuz. Sadece evinizin içi size ait oluyor. Batıda da büyük binalar var ama geleneksel yapıya dokundurtmuyor. Yüksek kat yapacaksan sana dışarıda yer gösteriyor. İstanbul 7 tepe, şimdi 507 tepe oldu. Gökdelenler olabilir bu kaçınılmaz ama bunların arasına geniş yeşil alanlar, bahçeler koyacaksınız. 300 yıllık parkı var İngiliz’in. Park mimarisi gerekiyor ki halk orada nefes alabilsin.
SD: İlk başta kendi bahçesini ekip biçen anneannelerimiz, dedelerimiz apartmana geldiklerinde büyük bir şoka uğradılar. Sıkıntı yaşadılar ama bir süre sonra beş katlı bir apartman bizim için sıradan bir şey haline geldi. Bizden sonrakiler de buna alışacaklar. Teknolojinin getirdiği uyum sürecini atlattıktan sonra, gökdelenler çok sıradan, standart hayatın bir parçası olacak büyük ihtimal.

Haberin Devamı

Yaşama ilişkin heyecanı benmari ile sıcak tutmalı

-“Hamamönü’nde eski Ankara evleri;/ birer birer restore edildi.” dizesindeki gibi bozulan insan ilişkilerinin restore edilebileceğine yönelik bir benzetmeniz var. Eğer temeli sağlamsa, onu eski haline döndürmek amaçlı evlilikte, arkadaşlıklarda, aile ilişkilerinde renovasyon (yenilenme) nasıl mümkün olabilir?
Binanın boyasını tazelemek gibi insan ilişkilerini de restorasyona uğratmak, yenilemek gerekiyor. Yaşama ilişkin heyecanı benmari ile alttan sıcak tutmalı. Kaynamaz, dibini tutmaz, yanmaz, soğumaz. Bir de renove etmek gerekiyor. Renovasyon, bir yapıyı yeni kullanım amacına uygun hale getirmek, işlevini değiştirmektir. Bir kervansarayı otele çeviriyorsun çünkü artık kervan yok. Başka türlü yaşatamazsınız orayı. Yeni yaşam tarzı ve yeni pozisyonlar, yeni ilişki biçimini getirmeli. En sevdiğim örnek; erkek direksiyona geçer, annesi sağa oturur. Evlenir, anne yine geçer sağa oturur. Gelin arkada sinir içinde. İlişkiyi yeni şartlara uydurmak, kabullenmek gerekir.
-“Denizi yok, kara/ Nesini seviyorsun bu Ankara’nın?” diye soranları “Sen sorasın diye!” dizesiyle yanıtlıyorsunuz. Size Ankara üzerine şiir yazdıran sebepleri merak ediyorum.
“Ankara Destanı”, Ankara üzerine yazılmış en uzun şiir. Parçaları var tabii ama aslında tek bir şiir. Ankara’ya, Cumhuriyet’e ve eşim Zehra Hanım’a aşkımı anlatıyor. Ankara başkent; devlet vardır burada, hükümet değil. Hükümetler değişir, devlet değişmez. Meclis ve Anıtkabir var. Ankara sevgimiz var.
-Ankara neden sizin şehriniz, mekânınız?
Çünkü alışkanlık... En sevdiğim on şehrin sıralamasını yapsam ilk, Ankara’yı söylerim. Ankara benim memleketim.
Sesi neden mavi?
Çünkü annem İstanbul’da doğmuş büyümüş, mavi rengi çok severdi. Benim için Ankara mavidir. “Kim demiş ki Ankara’da deniz yok diye/ Deniz Gezmiş’in kemikleri Ankara’da.”

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!