Umut ERDEM
Oluşturulma Tarihi: Aralık 30, 2006 00:00
Önce Tabutta Rövaşata, ardından Çamur ve ’Filler ve Çimenler’ filmiyle Türk Sineması’nda kalıcı bir yer edinen başarılı senarist-yönetmen Derviş Zaim, bu kez de Cenneti Beklerken ile izleyici karşısına çıktı.
Ankara’da ilk kez Uluslararası Ankara Gezici
Film Festivali kapsamında seyirciyle buluşan filmde Zaim, 17’inci yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nda geçen bir taht kavgasını beyaz perdeye taşıdı.
Kostümler, animasyon görüntüleri ve konu edindiği senaryo bakımından Türkiye’de ve Avrupa’da çok ses getirmesi beklenen filmin merkezinde, merkezi hükümete isyan eden bir şehzade yer alıyor. Şehzade, geniş bir kitleyi Anadolu’da toplamayı başararak, merkezi hükümete önemli bir tehdit unsuru oluşturuyor. Bu tehlikenin giderilmesi için ise hükümet şehzadenin kellesini isteyerek askerlerini görevlendiriyor. Askerlerle birlikte şehzadenin ölmeden önce resminin yapılması için de bir nakkaş zorla evinden alınarak Anadoluya gönderiliyor.
"Nakkaşın Anadolu’ya yaptığı yolculuk çerçevesinde Cenneti Beklerken’in hikayesini anlatmaya çalıştık" diyen Zaim, filmi ’duygunun yoğun olarak içerisinde yer aldığı sürükleyici bir macera’ olarak tanımlıyor. Zaim, 15 Aralık’ta vizyona girerek izleyicilerden büyük beğeni alan Cenneti Beklerken’in bilinmeyenlerini Ankara Hürriyet’e aktardı:
n Gerek Tabutta Rövaşata, gerek Filler ve Çimenler, gerekse Cenneti Beklerken hepsi birbirinden farklı yapıda ve içerikte filmler. Sürekli yeni bir arayış içerisinde misiniz?n İnsanların sürekli olarak yeni bir şeylerin peşinden koşması, hem kendisini hem seyirciyi hem de o kültürü zenginleştireceğine inanıyorum. Bu da bunun bir parçası. Tabutta Rövaşata’yı bitirdiğim zaman hep aynı şekilde işler yapmaya devam edebilirdim; ama yapmadım. Filler ve Çimen’de ve Çamur’da daha değişik bir arayış söz konusu oldu. Cenenti Beklerken ötekilerden daha farklı bir yerde bulunuyor olabilir. Bu da benim için sevindirici bir durum. Öte yandan hayat çok karışık, çok kompleks, biz de hayat kadar kompleks gri işler yapmaya çalışıyoruz. Bunun bir tezahürü olarak görmek mümkün bunları. Bütün bunları söylerken şunu da tekrarlamak istiyorum. Kolay izlenen, keyif verici bir iki saat seyirciye vaat ediyor.
OSMANLIDAN GELEN POTANSİYELn Niçin Osmanlı İmparatorluğu’nda bir dönemi konu edindiniz?n Bu ülkenin kendi kültüründen kaynaklanan büyük bir malzeme var. Bu malzemeyi biz sinemada yeterince kullanamıyoruz. Halbuki Osmanlı ile ilgili potansiyel konuların hem bize hem de yurtdışındaki insanlara seslenebilecek tarafları olduğunu düşünüyorum. Hem kendimizin hem de başkalarının adına bu filmi yaptığımı söyleyebilirim.
n Filmin müzikleri de Osmanlı dönemiyle bütünleşerek izleyiciyi o yıllara götürmekte başarıya ulaştığı görülmekte. Müziklerin altında kimin imzası var, nasıl bir çalışma süreci oldu? n Rahman Altun yaptı. Çok uzun bir süre çalıştık. Altun’un başardığı nokta, fonksiyonel bir müzik yapışı. Filme yardımcı olan, onu havaya kaldıran ve taşıyan müzikten bahsediyorum. Genellikle sinemada şöyle bir hata yapılır. Çok güzel müzik olabiliyor ama filme yardımcı olamayabiliyor. Bizim çok sık düştüğümüz hatalardan bir tanesi bu. Buradaki müziğin filme yardımcı olan ve aynı zamanda da kulağa hoş gelen bir yapıda olmasını istedim. Altun bu seyrek gerçekleştirilen şeyi başarmayı bildi. çok iyi bir iletişim kurduk. Nerdeyse ben onun evinin önüne bir kamp kurmuştum. Bu alanda gördüğüm hamarat çalışkan ender müzisyenlerden bir tanesi.
KABUSLARIMI İŞLİYORUMn Filmde nakkaş minyatürlere hayallerini işlediğini söylüyordu. Siz de filmlerinizde hayallerinizi mi işlersiniz?n Sadece hayallerimi değil kabuslarımı da işliyorum. Kabuslarla çok verimli çalışmalar çıkabilir. Zaten bir insanın film yaparken kendisine şu soruyu sorması gerektiğini düşünürüm. Bu film benim en iyi rüyalarımı mı temsil ediyor, kabuslarıma mı tekabül ediyor? Benim için rüyalarım, düşlerim babındaki o spektrum içerisinde nereye yerleşiyor bu film. Şimdi bir
rüya olarak görmek mümkün. Ama sizin için nasıl bir rüya? Bu soruyu kendinize sorarsanız, en azından duygu olarak nasıl bir iş yaptığınıza dair bir fikir eklersiniz.
n Filmde, nakkaşın cariyeye olan ilgisi sonrasında asker, nakkaşa "İnsan kaybedeceği şeye fazla bağlanmamalı" diyordu. Siz de kaybedeceğinizi bildiğiniz şeylere bağlanmaz mısınız? n Evet ben de uygularım bunu. Bile bile lades yaptığım çok olmuştur, bundan sonra da olacaktır; ama insan kendisine böyle şeyler söylerse akıllılık etmiş olur. Yüzde yüz uygulamıyorum. Bile bile ladeste güzel bir duygudur. İnsan kaybedeceğini bildiği bir şeye bağlanabiliyor.
Uğur Polat’ı falakaya yatıranlardan birisi bendimn Siz filmin küçük bir anında rol alınca aklıma Tarantino örneği gelmişti. Tarantino da filmlerinin pek çoğunda kendine küçük bir yer ayırmayı ihmal etmez...n Aslında haksızlık etmiyim. İlk filmimde polisi oynamıştım. Onun da nedeni bir aksaklık sonucu bir oyuncu oynayamayacaktı. Ben oynadım polisi. İkinci filmimde ’bir gelenek oluşturalım, ben niçin bütün filmimde polisi oynamıyorum’ dedim. Orada da falakacı bir polisi oynadım ve kendimi mümkün olduğu kadar karanlığa koydum ki, görünmeyeyim diye. Uğur Polat’ı falakaya yatıranlardan birisi de benim. Üçüncü filmimde yine bir polis rolünü oynamıştım. Sorguya çekiyodum; ama daha sonra o sahneyi attım. Burada da kanunu temsil eden insanlardan birisi olan kadıyı oynadım. Bir gelenek haline gelmeye başladı. Bundan sonra da hakim, polis, kadı gibi roller devam eder. Küçük roller..
n Bu filmi babanıza armağan ettiğiniz. Bunun belli bir nedeni var mı?n Babam tarih ve Osmanlı ile ilgili şeylere meraklıydı. Eğer yaşamış olsaydı böyle bir filmden zevk alacağını düşündüm. Böyle bir duygusal neden dolayısıyla babamı kaybettim. Hoşluk olacağını düşündüm.