Esme ARAS
Oluşturulma Tarihi: Ocak 05, 2015 01:16
“Eymir, Ankara’nın yanı başında küçük ve çok güzel bir göldür. ODTÜ’ye mal edildiği zamanlarda ağaçlandırılmış ki o konuda büyük katkısı olan rahmetli Kemal Kurdaş’ı saygıyla anmak gerekir. Güzelliğini bu haliyle korumak lazım.”
Erman Tamur, çalışmalarını Ankara’nın tarihi ve kültürel değerleri üzerine yoğunlaştıran bir araştırmacı-yazar. “Ankara Keçisi ve Tiftik Dokumacılığı-Tükenen Bir Zenginliğin ve Çöken Bir Sanayinin Tarihsel Öyküsünden Kesitler “den sonra “Ankara Dereleri Üzerine Tarihi ve Güncel Bilgiler” alt başlığı ile yayımlanan “Suda Suretimiz Çıkıyor”u okuyucusuyla buluşturdu. Kebikeç Yayınları tarafından basılan kitapta Tamur, derelerle birlikte bir kentin ekonomik ve sosyal yaşamının, tiftik üretimi, dericilik, buğday üreten su değirmenlerinin, kentin karakteristiğini oluşturan geleneksel Ankara evlerinin, kısacası kentin mimarisi, özgün ve değerli kültürel mirasının nasıl da değişime uğradığını anlatıyor. Anlatmakla kalmıyor, arşivindeki siyah-beyaz fotoğraflarla bunu kanıtlıyor. Tamur’a ve beni misafir eden zarif eşi Handan Hanım’a teşekkür ediyor, Ankara’nın dünü ve bugünü arasında yolculuğa çıkmak isteyen Ankara Hürriyet okurlarını kendisiyle baş başa bırakıyorum.
- Mesleğinize ilişkin teknik kitaplarınız bir yana Ankara üzerine pek çok inceleme-araştırma kitabına ve makaleye imza attınız. Sizi kısaca tanıyabilir miyiz, kimdir Erman Tamur?
Bir ilkokul öğretmeninin çocuğuyum, 1946’da Ankara’nın Bala ilçesinde doğdum. Bütün öğretim hayatım Ankara’da geçti. ODTÜ İnşaat Mühendisliği mezunuyum. Çocukluğumdan bu yana, tarihe ve arkeolojiye olan ilgimle okuyup öğrendiklerimi bütünleştirip Ankara’ya ilişkin bir şeyler yapmalıyım, diye düşündüm. Kadim tarihte öne çıkarılmamış, yeterince araştırılmamış veya araştırılmışsa dahi yaygınlık bulamamış, Ankara’ya özgü bazı konuların olduğunu fark ettim. Mesela, Ankara Keçisi’ni hemen herkes bilir ama onu önemli kılan nedir, bunu herkes bilmez. Esas önem taşıyan yönü, onun tiftiğinden dokunan kumaşlar veya ondan üretilen örgü ürünlerinin çok kaliteli oluşudur. Bir dönem Ankara’da bu ticaretin çok ağırlık taşımasıdır. Ayrıca iki yıl önce Altındağ Belediyesi, Ulucanlar Cezaevi Müzesi yerleşkesinin içinde bir Kent Müzesi kurma kararı aldı. Müzenin alt yapısını ve içeriğini oluşturmak üzere yazarlar, koleksiyonerler, Ankara’ya gönül vermiş kişilerden bir danışma kurulu oluşturuldu. Ben de danışma kurulunda görev alanlardan biriyim. Müzede kent tarihini anlatan kronolojik bölüm ile Ankara’da fotoğrafçılık, sağlık işleri, matbuat, yaşanan acı ve tatlı olaylar gibi tematik konuların ele alındığı bölümler var. Ayrıca Ankara’nın yetiştirdiği ünlü kişilerden Ulus’taki meşhur Foto Aile, Eyüp Sabri Tuncer kolonyacısı, 1940’ların sonundan 60’lara kadar görev yapan nikâh memuru Mücteba Bey gibi Ankara’nın bir parçası olmuş ve şehirdeki hayatı yaşatan her şeyi bütünlemeye çalışıyoruz.
- Konu Ankara olunca sizi katıldığınız sergiler, aldığınız ödüller, düzenlenen panel ve sempozyumlar ile radyo-televizyon programlarında görüyoruz. Bir Ankara aşığısınız, bu sevginin/bağın altında yatan nedir?
Sosyal kategorilerin basamaklarını çıkar gibi Ankara’nın çok değişik semtlerinde oturdum. Çocukluğum Aktaş’ta geçti. Aktaş, o yıllarda Ankara’nın geri kalmış, çok yoksul gecekondu semtlerinden biriydi. Babam, benim de öğrencisi olduğum Atilla İlkokulu’nun başöğretmeniydi. Sonra Dörtyol’a taşındık, sosyal kategori olarak bir basamak ileri çıktık. Daha sonra Maltepe, Bahçelievler, Kavaklıdere ve Çankaya. Ankara’nın semtlerini gelişmişlik düzeyleri itibarıyla bir baştan bir başa gördüm. Her semtten arkadaşlarım oldu. Her kesime mensup insanlarla tanıştım, yaşadım. Ankara’nın girdisini çıktısını, zulalarını öğrendim.
BARİ HACIKADIN DERESİ YOK OLMASIN - “Suda Suretimiz Çıkıyor”da Ankara’nın akarsularını 1839’un haritaları ile 1924 ve 1944’ün şehir planlarından incelemişsiniz. Ayrıca arşivinizdeki kartpostallar ve çeşitli koleksiyonlardan izini sürmüşsünüz. Bu kitabı size yazdıran başat sebep nedir?
Ankara’nın dereleri bir zaman vardı, şimdi yok mu desek, yarı yarıya var mı desek… Kaybolup giden bir değerdi. İnsanda hem hüzün, hem nostalji yaratıyor. Benim, hayatta kaybolup giden her şeye karşı zaafım vardır. En azından unutulmamalı, kayda geçmeli diye düşündüm. Daha da özel bir sebep söyleyeyim. Çocukluğumda Hatip Çayı’nın kıyısına giderdik, öğretmenimiz götürürdü bizi. Şimdi o dere yok ve üzerinden cadde geçiyor. Bu tip düşünceler kentlide çağrışım yaratır, hiç olmazsa olduğu kadarını koruyalım bilinci oluşabilir. Ben bu kitapları yazarken mesaj vermeyi de istemişimdir. Halen bir Hacıkadın Deresi var ki yarı bölümü açıktan akıyor ve tabiat harikası bir dere. Doğal haliyle pekâlâ korunabilirdi. Ama böyle bir bakış açısı yok. Biz dereyi önce yok ediyoruz, arkasından yapay bir kanal içerisinden su akıtıp onu süslemeye çalışıyoruz. Buna sahip çıksın Ankaralılar, çıkalım hep beraber.
- Çubuk, Hatip (Bent Deresi) ve İncesu’nun isimlerinin en az 500 yıldır değişmemiş olduğunu görüyoruz. Peki, Bülbülderesi, Kavaklıdere, Hoşdere, Dikmen Deresi, Kirazlıdere, Cevizlidere, Macun Deresi, Kutuğun Çayı gibi dereler bugün yok ama adları hâlâ yaşıyor diyebilir miyiz?
Adları kısmen cadde, sokak ve semt isimlerinde yaşıyor. Bir kısmının orada da yaşamıyor. Bugünkü Çayyolu Köyü’nün eski adı Kutuğun’du, içinden geçen dereden alırdı adını. Dere bugün kaba bir iz halinde kaldı. Ankara’nın üç büyük deresi dışındaki Ankara çanağının içinde oluşmuş küçük derecikler, yazın kurur, kış sonrası ve baharda biraz suları olurdu. Yoğun yapılaşma ve imar hareketleri sırasında bu dereler yok oldu. Bu işin meraklısı, derelerin nerelerde aktığının izlerini takip edebilir. Bülbülderesi Caddesi’ne gittiğiniz zaman oradan derenin aktığını pekâlâ fark edersiniz, çünkü caddenin iki tarafı yüksektir. Hoşdere’nin doğusundaki vadide akan küçük derenin ismi de yine caddeye yansımıştır.
CUMHURİYET DÖNEMİNİN ESKİ YAZILARI HOŞTUR - Bugün ayakta kalmayı başarmış tarihi köprülerimizden Aynalı (Taş) Köprü ve Akköprü ile Cumhuriyet döneminde inşa edilen Etlik Köprüsü ne durumdadır?
Bunların içinde kuşkusuz ki en önemlisi Akköprü’dür. Selçuklu eseridir, yedi gözlü bir taş köprüdür. Tabliyesi ortaya doğru yükselir. Estetiktir ve göze çok hitap eder. Köprünün eski resimlerine bakacak olursak, o güzelliğini boş bir arazinin ortasındayken ortaya koyabiliyor. Bugün çok yoğun bir yapılaşma var. Bu sıkışmışlık içinde köprüyü uzaktan göremiyorsunuz. Ancak yakınına gittiğinizde fark ediyorsunuz. Etlik Köprüsü, Cumhuriyet döneminde yapılmış bir köprüdür. Bana ilginç gelen şöyle bir özelliği vardır. Harf devriminden önce yapılmıştır ve iki kitabesi de eski yazılıdır. Ankara’da bir elin parmaklarının sayısı geçmez bu tip yapılar. Ulusta’ki Zafer Anıtı’nın üzerindeki kitabe de eski yazılıdır. Cumhuriyet dönemine ait ama eski yazılardır. Bu bir hoşluktur bana göre. Korunması gerekir diye düşünüyorum.
- Kitapta 1930’da kurulan Türkiye Tiftik Cemiyeti’nin inşa ettirdiği Sof Dokuma Evi’nin fotoğraflarını görüyoruz. Sizin Ankara keçisi ve tiftik dokumacılığı üzerine de çalışmalarınız var, tiftik üretiminin bugünkü durumundan söz eder misiniz?
Tiftik üretimi deyince Ankara Keçisi yetiştiriciliği söz konusudur. 16.-17. yüzyıllarda Ankara bu anlamda en parlak dönemini yaşamıştır. Ortalama her yedi evden birinde tiftik dokunurdu. Tiftik dokumacılığı deyince bugünkü sanayi anlamında fabrikalar falan düşünmeyelim; evlerin işlik haline getirişmiş odalarında, bir veya iki tezgâhta üretilirdi. Ancak Ahilik geleneği ile üretimde standardizasyon vardı. Yani belli bir kaliteden katiyen taviz vermemek... Bu nedenle çok üst düzeyde bir kalite tutturulabilmiş ve kumaş yalnız Osmanlı şehirlerinde değil, Avrupa’da da satılabilmişti. Fakat zaman içinde, bizim açımızdan geriye doğru bir gidiş yaşandı. En başta dış alıcımız İngiltere, sof kumaşı almak yerine, tiftiğin ipliğini alarak kendi oluşturduğu tezgâhlarda işlemeye başladı. İngiltere, sonraları bir aşama daha ileri giderek ham tiftik istemiştir. Bizde tiftik, Batı’da moher denilen keçinin sırtından kırkılan tüyler, elde iğ, fengere, kirman denilen basit ahşap araçlarla iplik haline getirilirken İngiltere bu iş kolunu bir aygıt vasıtasıyla yapmayı sağlamıştır. Böylece Ankara kumaştan ipliğe, iplikten de ham tiftik satma durumuna düşmüştür. Son aşama, Ankara keçisinin Türkiye dışına çıkarılarak Güney Afrika’nın Kap bölgesinde yetiştirilmeye başlanmış olmasıdır. 1950’lilerde Ankara keçisinin sayısı on milyondur, bugün yüz bin civarına inmiş durumda. Afganların Keşmir keçisinden üretilen Kaşmir gibi bir kumaş üretmeliyiz ki pahalı fiyatlara satılabilsin. Ankara keçisi yetiştiriciliği tümden bitmeyecek ise çıkış noktası böyledir. Tekstil sektöründeki işadamlarımızın ilgi göstermesi lazımdır.
ANKARALI EYMİR’DEN FAYDALANIYOR ZATEN - Ankara’nın dününe baktığımızda, hep yolların kavşak noktalarında yer almış. Çağlar boyu askeri bakımdan stratejik bir önemi ve tarım, sanayi, ticaret merkezi olmuş. Kimi dönemlerinde bölgesinin en gelişmiş şehri, kimi dönemlerde ise geri ve sıradan bir Anadolu kasabası kimliğine bürünmüş. Peki, bir yazar ve mühendis olarak Ankara’nın bugününü nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yeni gelişen semtlerle modern yerleşimler oluşuyor. Elbette olumlu bir şeydir. Ama Ankara’daki yapılaşmanın yoğunluğuna dikkat edilmemesi alt yapıyı ve trafiği zorlamaktadır. Şehrin belli bölgeleri bu hizmetler bakımından büyük rahatsızlık yaşıyor. Ben Ankara’yı daha çok bir kültür şehri olarak düşünüyorum. Ankara, okuma-yazmayı ve sanatı seven insanların şehridir. Böyle bir şehrin görünüş itibarıyla göze hitap etmesi gerekir. Bu konudaki uygulamalar son derece zevksiz. Yerli yersiz yapılan havuzlar, caddelerin ve bulvarların gidiş dönüş yönlerini birbirinden ayıran yüksek ağaçlandırmalar… Bir dönem Ulus’taki meydana dikilen plastik palmiye ağaçları geliyor aklıma. Bu işlerin ehil insanlar, şehirciler ve peyzaj mühendisleri tarafından ele alınması gerekir. Eymir, Ankara’nın yanı başında küçük ve çok güzel bir göldür. ODTÜ’ye mal edildiği zamanlarda ağaçlandırılmış ki o konuda büyük katkısı olan rahmetli Kemal Kurdaş’ı saygıyla anmak gerekir. Güzelliğini bu haliyle korumak lazım. Ankaralılar oradan faydalanabiliyor, hiçbir kısıtlama da yok. Bu konuda bir yanlış anlama var. Arabaların göl sınırından içeri girmelerine izin yok. Bu da çok doğal bir şey. Eymir’i koruyalım. Hemen kıyısına kadar bir yapılaşma olmasın. Bunu hiç arzu etmem.