Güncelleme Tarihi:
Adana, Ceyhan doğumlu ama Ankaralı yazarımız Murat Darılmaz “Yola Düşen Gölge”den sonra ikinci öykü kitabı “Akşam Olur Karanlığa Kalırsın”ı (Mayıs 2016) Medakitap Yayınları tarafından okurla buluşturdu. On altı kısa öyküden oluşan kitapta sade, arı bir dille kaleme alınan ve gözlemlere dayanan zengin konular işlenmiş. Toplumsal olaylar, örneğin 12 Eylül’ün bireylerin üzerinde yarattığı travma, mülteci sorunu, hüzün, aile-aşk-iş üçgeninde kadın-erkek ilişkileri, töre cinayetleri, korku, ölüm, bürokrasinin çıkmaz sokağı, oyunda kaybedenler ya da oyuna gelenler hâkim temalar olarak çıkıyor karşımıza. Yazarın, boşlukları doldurması için okura bıraktığı öykülerin çoğu açık uçlu. Arka kapakta Prof. Dr. Sevinç Özer’in yazdıkları da bunu destekler nitelikte. Sevgili Darılmaz ile “önce yazıyorum sonra silkeliyorum” diye tanımladığı öykücülüğünü, üslubunu oluşturma arayışlarını ve Ankara’da yazmanın nasıl hissettirdiğini konuştuk.
UZAKLAŞINCA ANKARA'YI ÖZLÜYORUM
-Kitapta yer alan özgeçmişinizde “Ankara’da yaşıyor, hâlâ.” yazılı. Bu cümle, içinde bir ironiyi barındırıyor sanki. Sizi tanıyarak başlayalım…
Ankara’yı seven, Ankara’dan uzaklaşınca Ankara’yı özleyen biri olarak buranın koca bir köye dönüşmesini içim kaldırmıyor artık. Kültür-sanat ortamlarıyla vardı Ankara. Şimdi yok denecek kadar az. Çevrem burayı terk etmek isteyenlerle dolmaya başladı. Hâlâ terk etmemekte direniyorum. Birincisi buydu. İkincisi de malum; kısa aralıklarla gerçekleşen üç büyük patlama ve ölen masum insanlar. Evet, hâlâ yaşıyoruz. Oradaki ironi biraz da buna vurgu. Merak edilecek bir yaşantım yok aslında. Kitap okumayı da yazmayı da kendim keşfettim. Babam Ceyhan’da bir okulda hademeydi, aydın birisiydi. İlkokulda iyi bir öğretmenim vardı, ortaokulda da hoşlandığım bir kız için roman yazdığımı ilk öykü kitabım çıktığında hatırladım nedense. Yatılı okulda şiire bulaştım. Günlük de o dönemde başladığım, basit yazma provalarıydı. Bu laf kalabalığını şunun için yaptım, bu dönemde yapılan yazma ve okuma süreçlerinin hiç biri bilinçle yapılan hareketler değildi Öykü ile de on yıldır ilgileniyorum. Çok okuyan, az yazan biriyim maalesef.
AKŞAM OLMUŞTU. VE KARANLIĞA KALMIŞTI
-İkinci kitabınızda da izine rastladığımız yol, sizin için neden bu kadar önemli? Kendinizden yola çıkan öyküler mi bunlar? Yol ve zaman arasında kurduğunuz bağıntıdan mı; zira duvardaki takvimler hep gitmeye ayarlı.
Beni ben yapan yıllarım yolculuklarla geçti. On dört yaşından itibaren hep yalnız yolculuklar yaptım. Biraz bundan kaynaklanıyor yol izleği. İstasyonlarda saatlerce beklemeler, tehirli trenlerde, is kokulu seyahatler... Yolu ve yolculukları her anlamıyla seviyorum, sonunda ayrılık da olsa hüzün de olsa kavuşma da sevinç de olsa… Bu yüzden yol izlekli metinlerle karşılaşır karşılaşmaz okumak, filmleri hemen izlemek isterim.
-Kitabın -kapak fotoğrafıyla örtüşen- adını merak ediyorum. “Akşam Olur Karanlığa Kalırsın”ın hikâyesi nedir, tüm öyküleri kaplayan bir karanlık mı bu? Okurunuza düştüğünüz, ‘adı geçen türküyü dinleyerek okumanız tavsiye edilir’ notu mu?
Kitap, adını bir öyküden çıkarılan cümleye borçlu aslında: “Akşam olmuştu. Ve karanlığa kalmıştı.” diye iki cümle vardı. Ben bu iki cümlenin fazlalık olduğunu düşünerek öyküden attım. Hatta iki cümlesi atılmış bu öyküm yayınlandı. Gerek benim aklımda, gerekse öykünün diğer cümlelerinin aklında, çıkarılan bu iki cümle kalmış. Dosyayla uğraşırken kitaba adını veren bu türkü bir yerlerden geldi kulağıma. Çok da sevdiğim bir türküydü. Kitabın adı bu olmalı dedim birden.
SLOGAN ATAN ÖYKÜLERİ SEVMİYORUM
-Öykülerde özellikle “korku” kavramına vurgu yapıyorsunuz. Korkularımız hep karanlık çökünce mi kıpırdanır ya da insanoğlunun karanlık tarafından beslenen korkuyu dağıtmak, ışığı geçirimli kılmak için mi bu öyküler?
İnsanı insan yapan en büyük duygudur korku. Korkmak da, korkunun üstüne gitmek de insanî bir durum. Hem dinsel hem bilimsel olanın içerisinde. Yok sayarak devam etmek değil, farkına vararak ona göre davranış şekli belirlememiz gerekiyor. Karanlıkla korkuyu birleştiren ise; ne olacağının, nereye varılacağının bilinmezliği. İkisini de yazmak hoşuma gidiyor. Korku ve karanlık umutsuzluğu çağrıştırsa da, o ruh hallerinin de yazılması gerektiğini düşünüyorum. Belki umudu buralardan çıkaracağız.
-Bir söyleşinizde “Slogan atan öykülerim yok” demiştiniz, bunu biraz açalım istiyorum. Slogan atma, dikte etme, okur adına karar verme, öykünün uzak durması gereken öğeler gibi geliyor bana. Slogan atan öyküleri sevmediğim doğrudur. Bana “sen ne duruyorsun sen de slogan atsana” demek, zorlama gibi geliyor. Bu benim tercihim. Niye yazılıyor deme hadsizliğine düşmek istemem.
AVM’LERE DİRENEN PASAJLARIN YANINDAYIM
-Öykülerinizde taşra kasabalarının sessiz, durgun hayatlarından izler buluyor, bazı kavramlarla yeniden buluşuyoruz. AVM değil ‘pasaj’, kent merkezi değil ‘çarşı’, terminal değil ‘garaj’, ofis değil ‘yazıhane’ örneğindeki gibi. Yaşamda ve dildeki bu değişimi nasıl değerlendiriyorsunuz?
“Öykü ile taşra”yı özdeş kılan soruların altında ağır akan hayat, sessizlik, zamanın yavaşlığı, insanın varoluşsal kaygıları gibi kavramların yattığı görüşündeyim. Öykücülerin vebalı gibi hissettirilmesinin kaynağında “taşra” sözcüğüne yüklenen negatif anlamdır. Bu soru bunu içermiyor, bunun farkındayım ama soruya bu girişle başlamak istedim. Edebiyatın amaçlarından birisi, hızı yavaşlatmak, gürültüyü kısmak, sessizleştirmek, yaşamı anlamlı kılıp haz almak değil midir? Bana göre öyle. O zaman bu iki tanımın kesiştiği kavşak çok da anlamsız gelmemeli. “Pasajın, çarşının, yazıhanenin” hayatımda kapladığı yer çok fazla. Hayatımın ilk yirmi senesinin geçtiği Ceyhan’da bu mekânlar içerisinde büyüdüm. İnsan biraz da yaşadığı yere benzer değil mi? Şimdi büyük kentler haricinde, diğer kentlerde, ilçelerde bile AVM’ler kurulduğu düşünülürse, AVM’lere direnen pasajların yanındayım.
-Erkeklerin evlattan sayıldığı, kızlarınsa bu sayıya sonradan eklendiği bir düzende töre cinayetleri, eril dilin argo söylemleri ve tahakkümü üzerinden kadını toplumsal ilişkiler ağı içinde irdeleyen öyküleriniz var. Bu sıkıntıları yazdığınızda hafiflediğinizi düşünüyor musunuz?
Kadının metalaştırıldığı yıllardan, kadının yok sayılmaya çalışıldığı yıllara doğru hızla gidiyoruz. Geriye doğru bir gidiş. Kadının şiddete uğramadığı gün, saat neredeyse yok. Bir yandan da onun birey olmaması, evden çıkmaması isteniyor. Var olan sorunları sınıfsal altyapıları ile değerlendirmezsek hata yaparız. Kadının sorunu aydınlanma çağını yakalamış bir toplumla çözülebilir. Bunu hep birlikte çözebiliriz ancak. Rönesansı, reformu, aydınlanmayı sırasıyla yaşamamış toplumlarda bu sorun, aksesuar çözümlerle halledilmek isteniyor. Eril dil, dişil dil, argo, küfür söylemleri/tartışmaları bana aksesuar/makyaj söylemler, tartışmalar gibi geliyor. Bireyin toplumsal ilişkiler ağı içerisinde yaşadığını unutmadan, o hallerini yazmaya çalışıyorum. Kadını da erkeği de bu ilişkiler içerisinde vermeye çalışıyorum. Bu sıkıntıları yazarken hafifliyor muyum, bunu hiç düşünmedim. Hafiflemek için yazmıyorum sanırım. Yazarken de, sonrasında da acı çektiğim kesin.
-“Edebiyat bana göre haz almaktır” diyorsunuz. Ankara’da yazmak nasıl hissettiriyor peki?
Nerede söylemişsem iyi söylemişim. Edebiyat haz almaktan başka bir şey değildir, evet. İyi edebiyat araç değil amaçtır. Edebiyat haz aldırırken zihnimizde yeni dünyalar kurmamıza yardımcı olur. Okunup bitirilen bir kitaptan sonra yeni bir insan oluruz, öyle değil mi? Ankara’da yazmak keyifli. Diğer yerlerde yazmayı denemedim hiç. Onun için bilmiyorum. Sadece tahminimi söyleyebilirim. Bir boğazımız olsa, bir denizimiz olsa yazar mıyım, yaşar mıyım, yaşadıktan sonra yazıya dönebilir miyim, bilemedim şimdi. Ama Ankara’da yazmak güzel, hayal kurması kolay oluyor.