Güncelleme Tarihi:
Ankaralı yazar Ali Hikmet Eren “Yağmura İçerden Bakmak”, “Turayazı” ve “Peçeli Şiir”den sonra, aslında uzunca aradan sonra, bir inceleme-araştırma kitabı “Ankara’nın Delileri” (Şubat 2016) ile okurlarına merhaba dedi. Delilerin ezber bozan tavır ve alışkanlıkları üzerine kafa yorulmuş bu kitabı elinize aldığınızda, fonda bir Yeni Türkü şarkısı gezinmeye başlıyor. “Delilerden sen anlarsın, konuş onlarla…” diyen ezgi, yazarının da muhtemel bir deli olduğu, gücünü gözlem ve anılardan alan o “deli saçması metinler”e taşıyor okurunu. Öyle her şeyi bilen delilere, hayatın anlamını çözmüş meczuplara filan yer yok bu satırlarda; sokağın, Ankara’nın delileri var sadece. Anı koleksiyonculuğunun biriktirme hastalığına nasıl dönüştüğü, üniforma giyeni, seçim konuşması yapanı, paracısı, küfürcüsü, saray delisi, aşk delisi… Belki de siz, biz, kendimiz! Ali Hikmet Eren ile deliliğin edebiyata evrilmiş halini, okurlarımız için konuştuk.
“NORMAL İNSAN TAKLİDİ YAPIYORUZ”
-1997, 2000 ve 2007’de yayımlanan şiir kitaplarınızdan sonra bir alan araştırmasının ürünü, Ankara’nın Delileri ile okurlarınızla buluştunuz. Sizi tanıyalım; Ali Hikmet Eren’i bunca zaman yazmaktan/yayımlatmaktan alıkoyan sebepler neydi?
Evet, şiirle çok yoğun boğuştuğum bir dönemden sonra, o yoğunlaşmayı zamana yaymayı başaramadım. Şiiri çok ciddiye almanın, onu çok yoğun düşünmenin bir gereğiydi sanırım. İzlek ve Kül Dergileriyle başladığım, sürekli tartıştığınız ve ürettiğiniz bir süreçten uzak kaldığınızda yazma sıklığınız da azalıyor. Ayrıca, dil ve anlamın ikinci plana itildiği, imgenin tanımının yeniden yapılmaya çalışıldığı başıbozuk bir ‘ben yazdım oldu’ dönemiydi bu; kopmalar kaçınılmazdı. Edebiyatın derdi bitmiyor ki! Galiba beni yayımlamaktan uzak tutan, böyle bir ortamın içinde kaybolmaktansa, kenardan izlemek duygusuydu. Yazmak bakiydi ama; dördüncü şiir kitabım ‘Red’ Eylül ayında yayımlanacak. Kısaca, teşhisi doğru koyabilmem, edebiyatla yeniden barışmamı sağladı diyebiliriz. Çünkü yazar kadar edebiyat da nankördür! Hele de şiir! Kuzgun Dergi’yle başladığımız yeni süreç, içinde bulunmaktan gurur duyduğum yeni bir yapıyla, Medakitap’la olgunlaştı; çeteyi topladık yeniden.
-Kendinizi bir ‘deli’ olarak tanımlıyor ve ‘normal insan’ taklidi yapıyorum diyorsunuz. Aslında delilik, içinde ötekileştirmeyi de barındırıyor. Dairenin içindeki/ler mi yoksa tebeşiri elinde tutan/lar mı deli sizce?
Tam da deli olarak tanımlamıyorum aslında, ihtimal dâhilinde diyorum. Gerekçesi de basit; normal insan taklidi yapıyor olmak. Öğretinin ve normal olmanın erdemleri üzerine şekillenen kişilikler, toplumlar, taklitçidirler. Eğitimlerinin daha başında, temelinde vardır bu kabullenme. Aslında bir kitaba girecek kadar ‘deli’ olduğu tescillenenler dışında herkes, hepimiz normal insan taklidi yapıyoruz. Evde, sokakta, iş yerlerimizde, ilişkilerimizde; ne kadar başarabilirsek bunu! Başaramayanlara, taklit yeteneği düşük olanlara deli diyoruz. Şimdi sorunuzu yanıtlarken aklıma geldi; Ankaranın Delileri’nde, Ankaralı sıradan bir vatandaşı, hiçbir hareketinde anormallik olmayan birini de yazmaya çalışmıştım; ‘Delirmemiş Deli’ başlığında. Olmadı, çıkmadı yazı. Sorunuzun yanıtı olurdu tam da.
-Einstein “Delilik aynı şeyi yapıp farklı sonuçlar beklemektir” demiş ya... Kimin deli, kimin akıllı olduğu bilinmezken, yazmak da biraz öyle değil mi; yazarak yaşamak ya da yaşamak için yazmak bir tahtası eksiklerin yapabileceği bir iş sanki?
Eğer maddi bir beklentiden söz etmiyorsanız ‘yazarak yaşamak’ derken, çok fark yok bence. Her ikisi de amaç aslında; o eksik tahtayı bulabilme çabası. Gidiş yolundan puan verilse, yazmaya bile gerek kalmazdı. İyi ki de vermiyorlar, o başka bir konu. Yazarken, rutin bir ritüelin içinde olmak da farklı sonuçlar çıkarmıyor karşınıza. Arayış içinde olduğunuzu hissettirmek gerekiyor. Yazmak bir çıkış yolu aramak aslında, sistemi bozmaya çalışmak; eylemsizlik gibi görünen bir eylem; nasıl baktığınıza, nasıl algıladığınıza bağlı. Aynı romanı, aynı şiiri ya da öyküyü tekrar tekrar yazıyorsanız, o eksik tahtayı zaten bulmuşsunuz, boşuna arıyorsunuz demektir.
“EDEBİYAT BİR OYUNDUR, SADECE ZEKİ İNSANLARLA OYNAYABİLDİĞİNİZ”
-Ankara’nın delilerinin çoğuncası yakın çevrenizden, kentin meşhur simaları. Yaşadığınız mahalleden, apartmandan, iş yaşamından… Hayatın anlamını çözmüş meczuplardan ziyade sokağın sıradan delilerini yazma fikri ve bu ‘deli saçması metinler’ nasıl ortaya çıktı?
Kitaba tanıdığım, yaşamlarına ve öykülerine bizzat şahit olduğum delileri aldım. Kitabın oluşma sürecinde bazı arkadaşlarımın bana başka Ankara delilerini muştuladıkları oldu. Ne var ki onları tanıma, gözlemleme, hikâyelerine ortak olma şansım olmadığı için bir kelime bile yazamadım. Her şeyden önce, kendimden parçalar vardı yazdıklarımda; ortak ya da çoğu zaman kesişen bir düşünce yapısı, anılarımız vardı. Edebiyat bir oyundur bence, sadece zeki insanlarla oynayabildiğiniz, içine sonsuz sayıda oyuncu alabileceğiniz bir oyun. Sokakta kurguladığım oyuna katılan, Ankara’daki ‘deli’lerle eğlenceli bir oyun oynadım ben de.
-Gözlemlediğiniz, karşılaştığınız, göz göze geldiğiniz delileri yazdınız ama delilik denen olgu bile erkeğin egemenliğinde mi? Ankara’nın kadın delileri nerede? Onları hayatın içinde neden erkekler kadar göremiyoruz?
Bu hiç de benim sorunum değil aslında; kendi delilerinizi çıkaramıyorsanız… Şaka bir yana; Ankara sokaklarında kadın delilerin az olması, benim bildiğim kadarıyla sadece Kader’in olması, delilik tanımı içinde cinsiyetçi bir yer kaplamıyor. Belki de sadece benim kitabım için geçerlidir söylediğiniz bu durum. Ankara dışındaki bazı şehirlerde, toplumun kabullendiği ve o şehirle özdeşleşen pek çok ‘kadın deli’ olduğunu da biliyorum. Kadınların cemiyet hayatındaki yerleri belliyken, özellikle büyük şehirlerde, üstelik de bir ‘deli’ sıfatıyla sokaklara çıkarlarsa başlarına ne geleceğini kestiremiyorum. Kader, uzun yıllarda başarabildi deli olmayı, kabul görmeyi. Onun bile iyi anıları olmadı sokaklarla… Hiçbir kadın o kadar da deli değil demek ki.
-Delilik moda olabilir mi? Ya da deliliğin de bir modası var mı? Üniforma giyeni, takım elbise ve kravatla gezeni, enteli, eskileri ve kirlileriyle mutlu olanı...
Deliliği moda olarak kabullenebilecek bir özgüven ve altyapı yok bence toplumda; keşke olabilse! Bireysel çıkışlar oluyor daha çok. Delilik tanımlarını kendi kafalarına göre yapıp hiçbir risk almadan toplum karşısına çıkıverenler de var; sırf rant için. Delileri, onlarla konuşmayı seven bir milletiz; onları korumayı ve kollamayı da seviyoruz, zararsız oldukları sürece. Ankara’nın Delileri’nde kendi ‘deli’ tanımımı yaptım. Bu konuda yazılmış milyonlarca sayfayı, filozofların söylediği sözleri öteleyip sokakları baz aldım. Kitabın çıkış noktası buydu zaten; robotlaşan insanın algısını, ezberini bozmak için, özellikle sokakta, birdenbire karşınıza çıkıveren filozoflardı onlar. Avrupa’da sıkça görülen, ülkemizde özellikle büyük şehirlerde, daha fazla görmeye başladığımız performans sanatçılarının deli olarak tanımlanmamalarında, sokaktaki ezber bozan delilerin payı olmadı mı sizce?
“MEDAKİTAP, DELİLERİN NELER BAŞARABİLECEĞİNİN KANITIDIR”
-Deliyle deli olunmaz sonuçta; ama yeni bir deliliğe imza atarak yayıncılık alanında faaliyete başladınız. Bahsedin biraz, henüz delirmemiş delilerden mi oluşuyor Medakitap Tayfası?
Tam tersi, bildiğiniz deliler işte hepsi. Yıllardır, edebiyat emekçisi olmaktan, kolektif çalışmaktan, muhalif olmaktan, kendi doğruları peşinde koşturmaktan başka bir şey yapmadılar. Çok mu zordu başka limanlara yanaşmak, başkaları için yazan kalemler olmak? Hep kendi limanımıza demir atalım, denize oradan açılalım istedik; delilik işte! Komün bir çabayla devam ettirilen bir butik yayınevi Medakitap. Beklentilerimizin -aslında bir beklentimiz bile yoktu- çok üzerinde bir geri dönüş oldu, çoğalmaya başladık. Delilerin neler başarabileceğinin de bir kanıtıdır bu. Edebiyat dediğiniz şey de bir deliliktir sonuçta. Ayrıca Medakitap Tayfası, Ankara’nın Delileri’nde 115. sayfada görünüyor; içindekiler bölümünde. Kitap 112 sayfa oysa; başka ne diyeyim!
-Yayınladığı kitapların yazarına telif ödeyen, gelirin tamamını yeni kitaplar yayımlamak için kullanan, üreten özne’yi piyasanın ‘kirli’ pazarlıklarından uzak tutarak, kendini ve yazarları yaşatmak isteyen bir yayınevi olmaya çalışmak da deliliğin bir başka türlüsü mü, ne dersiniz?
Deliliğin sınırları çok geniş, söylemiştim; bu da bir çeşidi olsa gerek. Kendi benzerlerimizi bulmak istiyoruz öncelikle; başat hedefimiz bu. Çözemediğimiz, içinde olmaktan keyif almadığımız ilişkilerden uzak durmak istiyoruz. Üretmek istiyoruz çünkü!
-Kırk yılınızı verdiğiniz Ankara, size benzerlerinizle karşılaşma fırsatı verdi. Peki, sırada delirmelerini beklediğiniz kimler var, yakın zamanda hangi karakterleri okuyacağız sizden?
Kendi ‘deli’ tanımımı yapmıştım. Bu tanımı, hatta daha da fazlasını içinde barındırabilen, son derece zeki, şahsına münhasır cesur bir delisi vardı Ankara’nın; Kirli Tahir! 70’li yılların sonu, 80’li yılların başında Ankara’da yaşamış, küfür ederek yaşamını kazanan bir ‘deli’. Bütün diğer delilerin, yazamadıklarımın bile özeti var onda. Kirli Tahir’in romanını yazıyorum, Ankara’nın Delileri’nden sonra. Aslında bitti ama yine de bitti diyemiyorum; Tahir’in onayını bekliyorum ‘bitti’ demek için. Kirli Tahir’in özelinde, bütün delilere yeniden bir selam verip, deliler defterini kapatmak istiyorum; adım deliye çıkacak yoksa!