İbrahim KARAOĞLU
Oluşturulma Tarihi: Kasım 18, 2011 00:00
Sabahın en mahmur saatinde, Brüksel’den Köln’e doğru giden eski bir trenin kompartımanlarından birinde, karşımda oturan, büyükannem kadar yaşlı bir kadının okuduğu dergiyi göz ucuyla izlerken, “Ufuğun Gizleri” resmini görmüştüm R.Magritte’in. Ve onun; “Duygu, resim ve biz, gizemimizde kaynaşırız” aforizmasını anımsamıştım. Yolculuk boyunca, yalnızca adını öğrenmiştim Els’in, o da benim adımı. Birbirimizin dilini anlamıyorduk ama aynı duygularla ortak olmuştuk belki de R.Magritte resminin gizemine.
Nice yıllar sonra, yine anımsadım R.Magritte’in o unutulmaz aforizmasını, Galeri Nev’de; Mehmet Koyunoğlu’yu yeniden anımsamak ve unutmamak üzere açılan “Onuncu Yıldönümü” sergisini gezerken. R.Magritte’in sözcüklerini ödünç alarak, galerinin bu kadim sanatçısını anma duyarlılığının etkisiyle, kendimce değiştirdim o aforizmayı, “Unutkanlığın tüneline girmedikçe, soylu sanatçıların yapıtları ve biz, gizemimizde kaynaşırız” diye.
Hiç tanışmamıştık Mehmet’le. Adını ve resimlerini biliyordum yalnızca. Ve bir de resmine ve düşlerine doyamadan yaşama veda ettiğini. Yapıtlarının içindeki duruşunu, yaratıcı duyarlılığının sonuçlarını, resimlerindeki karnavaldan; maskaralıklarla yığışmış dünyamıza serpilen ironik konfetilerini, yaşamı düşsel bir oyuna çekiştirip tazeleyen büyücülüğünü, hüznünü saklı bir sır gibi çoğaltarak resmini tutuşturan kavlara dönüştürmesini...
Çağırışımsal rastlantılar
Kısa bir yaşam parentezinin içine; bambaşka, kocaman, çok kutuplu, düşsel dünyalar sığdırmış ve pek çok sözünü söyleyemeden aramızdan ayrılmış bir sanatçının yaratı evreninden retrospektif bir kesit sunan serginin, küçük ama bütüncül atmosferi tetikledi; onu anma ve yapıtlarını, sanatçılığını unutturmama edimimi.
Yeryüzünü değil, düşsel oyunların fantastik yüzünü sermişti resimlerine Mehmet. Arkaik resimler kadar yalın, düşleri kadar karmaşık ve yoğundur yapıtları. Kendine özgü imgelerle kodlanmış bir döngü var her bir yapıtında.
Kimi figürlerin çağrışımsal raslantılarla yan yana gelişi; bilinmedik gizemler, anlamlar yükler birbirine. En saklı imgelerle tutunur her bir figür bir diğerine. Muammalarını görürüz onun dokunduğu ve resimleştirdiği her bir nesnenin.
Panjurları kapanmayan bir pencere
Resimlerindeki balığın da, insanın da içini okutur bize. Raslantı zorunluluğa dönüşür hep. Kimi resimlerindeki yerçekimsiz mekanı en arkaik büyülerle doldurur. Bayağılaşmayı, sıradanlaşmayı ve en önemlisi de hiçleşmeyi sorgular. Doğrusu; yaşamın gizemini arar, daha doğrusu; gizem katar hayata.
Yaratı evrenini düşleriyle içli dışlı şekillendirmiş bir ressamın, yaşamını sanatıyla biçimlendirmiş, biçemlendirmiş bir sanatçının, kendi evreninden açılan, panjurları hiç kapanmayacak pencerelerinin önünde dururken, o pencerelerin açıldığı düşsel dünyanın içinde gezinmenin erinci ve onu yaratıcılığının en verimli döneminde yitirmiş olmamızın hüznünü yaşadım Galeri Nev’de. Hiç unutamam Cemal Süreya’nın; “Her ölüm erken ölümdür” aforizmasını. Ve bilirim; böyledir yaşamın ölüme küskün olduğu paradigma. Ve söylenmemiş sözlerinin en azının tutanağıdır Mehmet’in bize bıraktığı resimler. Ve bilirim az çoktur.