Güncelleme Tarihi:
Ankaralı yazar Ayşegül Kocabıçak’ın, “Aşk Bu” isimli denemelerinden sonra NotaBene Yayınları tarafından 2015’te yayımlanan ilk öykü kitabı “” ikinci baskısıyla okurla buluştu. “Sessiz Çocuklar”, “Dilsiz Anneler”, “Ve biz... Her birimiz” alt başlıklarından oluşan tematik öykülerde, öğretilmiş çaresizlikler ve görmezden gelinen travmalar, kadınların ve çocukların gözünden anlatılıyor. Hayata yenik başlamış yalnız çocukları, dayak yiyen anneleri, mutsuz evlilikleri konu(k) eden yazar, son bölümdeki öykülerde toplum tarafından görmezden gelinen istismarların altını bir kez daha çiziyor. Sevgili Ayşegül Kocabıçak ilk öykülerinin yazılma sürecini, kitabın okurdaki yansımasını ve “kadın olarak ne gecesini ne gündüzünü istediğim gibi yaşamama imkân yok” dediği kentini, Ankara Hürriyet okurlarına anlatıyor.
2013’ten itibaren yazıyorsunuz, edebiyat dergilerinde yayımlanmış öyküleriniz var. “Aşk Bu” isimli denemelerden sonra ilk öykü kitabınız “Dilsiz Annelerin Sessiz Çocukları”ı da okurla buluştu. Kitaptaki kısacık özgeçmişin ve kıpkısa öykülerin dışında sizi uzun uzun tanıyalım.
1977 yılında Ankara’da doğdum. İşçi bir baba ve ev hanımı bir annenin ilk çocuğuyum. Bir yıl Ankara Üniversitesi’nde Fizik Mühendisliği okuduktan sonra GATA’da hemşirelik okudum. 10 yıl hemşirelik yaptım. 10 yıl hemşirelik yaptıktan sonra iki yıllık bir yüksekokul okuyup laboratuvara geçtim. Hala GATA’da çalışıyorum. Evliyim, iki çocuğum var. 2013’den beri öykü yazıyorum ama deneme, şiir, roman taslakları gibi çeşitli dallarda devam eden yazma sürecim çok daha öncesine dayanıyor.
ÖYKÜLERİMDEN KOPUP GELEN KADINLAR
Kitap kapağı ile başlamak istiyorum. Nevin Hirik’in resimlerindeki hüzünlü, bakışların insanın içine nakış gibi işlendiği kadın figürleri, sizin öykülerinizdeki karakterlerde can buluyor. Renkler, desenler, kelimeler el ele tutuşup ruhumuza dokunuyor. Süreç nasıl gelişti, anlatın biraz.
Nevin Hirik tablolarıyla, canım Servet abim sayesinde tanıştım ve hayran oldum. Youtube’daki videolarını ve internetteki tablo görsellerini incelemeye başladım ve inceledikçe kendimden, öykülerimden kopup gelmiş kadınlara baktığımı hissettim. Öykü dosyama kapak araştırmaya başladığım aşamada ise şansımı denemek adına Nevin Hirik’e mail attım, derdimi anlattım. Sağ olsun beni hiç bekletmeden kabul etti. Hayatımda gördüğüm en büyük iyiliklerden biriydi. Nevin, son derece alçakgönüllü biri ve çok başarılı bir ressam. Kendisine bir kez daha teşekkür etmek isterim, fırsat doğmuşken.
Öyküler üç bölümle okuruna sesleniyor. “Sessiz Çocuklar”dakiler, çocuk karakterlerin ağzından anlatılıyor. Sessizler, yalnız bırakılmış ve mutsuzlar, aldırmaz görünüyorlar ama usulca yaralarını gösteriyorlar bize. Hem yara bandı hem yara mı, bu öyküler..?
Çocuklar ve çocukluğum! Yaralarla dolu iki kelime. Her ailenin kendince bir travması vardır. Büyükler sanır ki çocuklara yansıyan hiçbir olumsuz durum yok ama çocuklar ne olduğunu anlayamasalar da yaşanan travmayı hissederler ve birinci dereceden etkilenirler. Görmezden gelinen çocukları ve acılarını öykülerde görünür yapmak yara bandı olur mu? Bilmem ki!
Çocuk dilini çok iyi biliyor ve yansıtıyorsunuz. Bu duyarlılık sizi başka yollara da çıkarıyor mu; örneğin çocuklar için sosyal sorumluluk projelerinde yer alıyor, onlara destek veriyor musunuz?
İki çocuk annesiyim. Yeğenler ve kuzenlerle dolu çok kalabalık bir ailem var. Çocukları izlemeyi onların dünyasına birazcık da olsa girebilmeyi severim. Bu da aynı dili yansıtmamı kolaylaştırıyor sanırım. Henüz herhangi bir projede yer almadım ama çok isterim, neden olmasın.
Sonra “Dilsiz Anneler” dile geliyor ve çoğuncası evli, çocuklu bu kadınlar öğretilmiş çaresizlikleri, cinsel tercihleri, istismarı, özlemi, intiharı, ezcümle geleneğin ürünü kabullenişi yaşıyorlar. Huzursuz eden öyküler bunlar. Okurda bırakmak istediğiniz etki, tam da bu muydu?
Cortazar’ın bir sözü var. “Roman sayıyla alır, öykü nakavt eder” diyor. Bu cümle benim öykü anlayışımı çok güzel özetliyor. Anlatan, mesaj veren, sloganlı öyküler değil gösteren, huzursuz eden, çarpan, ezip geçen öyküler yazmayı ve okumayı seviyorum.
Dert edindikleriniz kadınlar ve çocuklar, fatura hep onlara çıkıyor çünkü. “Ve biz... Her birimiz” bölümündeki öyküleri, üzerimize alabilir miyiz? Bunca şiddet, ölüm, istismar karşısında anlamaya çalışmak yerine görmezden, duymazdan, bilmezden mi geliyoruz toplum olarak?
Bütün savaşların kaybedenleri kadınlar ve çocuklar. Her gün onlarca çocuk ölüyor, tecavüze uğruyor, çalıştırılıyor. Kıyıya vuran cesetler var. Kadınların durumu da hiç farklı değil. Öldürülen kadın sayısını günlük olarak tutan internet siteleri var, düşünebiliyor musunuz? Ölümlerin anlamı rakamlardan ibaret hale gelmiş bir toplumda duyarlılıktan söz edebilir miyiz? Hepimiz suçluyuz. Duymadıkça, görmedikçe, “bana bir şey olmasın da!” demeye devam ettikçe her çocuğun her kadının ölümünden sorumluyuz.
Dini inanışların/yaşayışların, yaşamda çelişkili durumlarla karşımıza çıkmasının altını çiziyorsunuz. “Olmaz mı?”, “Annemin Sustukları” ve kitap dışı “İnşallah” öyküleri bu riyakârlığa itiraz niteliğinde, bu konuda neler söylemek istersiniz?
İnsanları değerlendirirken hangi dinin emirlerini yerine getirdiğine değil, ne kadar insani özelliklere sahip olduğuna bakarım. Bu olması gereken objektif tavırdır ve tam aksini gördükçe duyduğum rahatsızlık bu öykülerde dile geldi.
9’DAN SONRA KIZILAY BİLE GÜVENLİ DEĞİL
Kitap anneye ithaf edilmiş. Kadınları anlatıyorsunuz, siz de bir anne ve kadın yazarsınız. Hatta editörünüz de bir kadın, Sevgili Ayşe Akaltun. Yazarken ve kitabı yayına hazırlarken öykülerde işlediğiniz toplum baskısını hissettiniz mi; böyle bir kaygınız oldu mu hiç?
Olmaz mı! Türkiye’de yaşayıp da o baskıyı hissetmeyen kadın yoktur herhalde. Her bir öykünün her cümlesini defalarca okudum ve üzerinde durdum. Kitabım yayımlandığında kimlerin okuyacağını (ailem, arkadaşlarım, komşularım vs.), okuduklarında beni nasıl yargılayabileceklerini, kurduğum atmosferde kullandığım kelimelerin hangilerinin yanlış anlaşılabileceğini (ne demekse?) defalarca düşündüm. Bunları düşünmek zorunda kalmak istemezdim. İsterdim ki kalemimi daha özgürce oynatabildiğim öyküler yazayım ama yazamadım, yazamıyorum.
Öykülerinizde Ankara var. Kimi karakteriniz 413 no’lu belediye otobüsüne biniyor, kimisi ‘Etlik’ten Ulus kaç dakika’ diye soruyor, kimisi de gece gece Hoşdere’ye çıkıyor. Bu kenti gecesi ve gündüzüyle istediğiniz gibi yaşayabiliyor musunuz?
Çocukluğumda gece yarılarına kadar sokakta oynadığımızı hatırlıyorum. Herkesin birbirini tanıdığı bir mahallede büyüdüm, insanlar birbirine güvenirdi. Kapıyı çalmadan komşuya girilirdi. Şimdilerde akşam 9’dan sonra Kızılay bile güvenli değil. Konu yine kadın olmaya geldi maalesef ama kadın olarak Ankara’nın ne gecesini ne gündüzünü istediğim gibi yaşamama imkân yok. En kötüsü de çocuklarımızda artık sokaklarda özgürce oynayamıyorlar.
Yeni bir yazarsınız, ilk kitap yayınlatmanın zorluklarını yaşadınız mı?
Bu acemiliği aşmak isteyen, ardınızdan gelecek olan okur-yazar kitleye önerilerinizle ve Ankaralı okurlarınıza son sözlerinizle söyleşimizi noktalayalım…
Dosyamı NotaBene Yayınevine gönderdikten üç ay sonra olumlu cevap aldım. Bu ilk öykü dosyası için büyük bir şans ama olumlu olarak geri dönmeselerdi bile pes etmeden denemeye devam ederdim. Yazan arkadaşlara naçizane önerim çok okumaları, çok gözlem yapmaları ve pes etmeden hayallerinin peşinde koşmaları olur. Ankaralı bir yazar olarak hemşerilerime de sevgi ve selamlarımı yolluyorum. Okuyalım, okuyalım, okuyalım. Bizi edebiyat kurtaracak.