Güncelleme Tarihi:
Ankara Hürriyet edebiyat söyleşilerinde 2016’nın ilk konuğu, bedeni göçebe olsa da ruhu Ankara’dan kopamayan bir şair- yazar Gültekin Emre. Yazın dünyasına çeviri kitaplarla adım atan yazarın ilk şiiri “Sevinin Öyküsü” Ekim 1977’de Türkiye Yazıları Dergisi’nde, ilk şiir kitabı “Kurşuni Bir Siperde” Ocak 1980’de yayımlandı. Bu tarihten sonra Berlin’e yerleşen Gültekin Emre edebiyata ürün vermeyi sürdürdü. Eski Ankara özlemiyle kaleme aldığı anılarını, Heyamola Yayınları’dan ‘Türkiye’nin Kentleri’ serisinin kitabı “Yitik Kent Ankara”da anlattı. Bir dönemin Ankara’sını ve edebiyat hayatını belgeleyen kitaptaki semtlerin bugünü, yazarın anlatılarının çok uzağındadır. “Çünkü ülkemizde sık sık sokak adları ve sokaklar değiştirilir” diye yazmıştır. Üzüm salkımına benzettiği Ankara’nın özgün ahşap evlerini, bir dönemin çocuklarının sokak oyunlarını, el yapımı oyuncakları, tatları, yazlık sinemaları, kentin geçirdiği değişimin topluma, mimariye, ulaşıma, eşyalara ve dilimize giren yeni kavramlara yansımasını, ayrıca bu kentin tarihinde yer eden edebiyatçıların izlerini bir şairin kaleminin nefasetiyle okuyacaksınız. Ama yitirilişini de… Yurtdışındaki “bizimkiler”in yaşantısından izler bulacağınız “Göç/ük”de ise sıcak iklim özlemi, geride bıraktığın köy, çalar saat zamanların telaşında geçen bir ömür ve bekleyiş var. Deneme türünde yayımlanmış olsa da ben onlara şiir tadında kıpkısa öyküler demeyi tercih ediyorum. Çünkü öylesine dokunaklı…
"YASLI OLDUĞUNUN FARKINA VARMAYAN BİR KENT"
-Büyüdüğünüz, 1956’dan itibaren yuvanız olan Ankara’yı terk etmek zorunda kaldınız; 1980’den bu yana Berlin’de yaşıyor, yazıyorsunuz. 30 yıl öğretmen olarak çalıştıktan sonra emekli oldunuz. Ahmet Arif’in “Karanfil Sokağı” şiirindeki gibi siz de “Hasretim nazlıdır Ankara” diyor musunuz?
Ankara, bahtı kara kent! Ne diyor Cemal Süreya? “Biliyor musun başkentim nedense/ Birbirimizden çekiniyoruz ikimiz de,/ Sen yaslarına hiç yaslanmaz oldun/ Ben acılarıma yeterince.” Ankara böyle değildi, yüzünü, ruhunu, kalbini, huyunu değiştirdiler onun. Yaslı olduğunun farkına varmayan, durmadan bozulan, yozlaşan ve neye özendiği belli olmayan bir kent. Geçmişini yadsıyan bir başkent yaptılar, onun için artık benim Ankara’m değil. Yine de özlüyorum gençliğimin boy verdiği sokakları, mahalleleri, hâlâ unutamadığım mekânları... Ama onlar yok artık, yok edildi çünkü. Öğrenciliğimin geçtiği Cebeci için Cahit Külebi’nin şu dizelerini nasıl unuturum: “Cebeci köprüsünün üstü/ Karınca yuvasına benziyor./ Hamallar, körler, topallar/ Oturmuş nasibini bekliyor.// Cebeci köprüsü yüksek,/ Altından tren geçiyor./ Ya benim aklımdan geçenler?/ Kimse bilmiyor.” Evet, yüreğimden ve aklımdan geçenleri Ankara bilmiyor!
-Çocukluğunuzdan beri göçün pek çok tanımını yaşadınız. Önce köyden kente, yıllar sonra da gurbete… Almanya’ya gitmenizi hazırlayan koşullardan kısaca bahseder misiniz, ülkenizden ayrılma kararını neden aldınız?
Babam ben üç buçuk yaşındayken öldü. Ankara’da Banknot Matbaası’nda çalışan büyük abimin yanına 1956’da geldik annemle, Hamamönü’ne. 1980’de Berlin’e gidene dek kentin çeşitli semtlerinde yaşadım. Bilen bilir 1970’li yıllardaki ülkemizin halini. O yıllar iç kargaşalığın, sokak çatışmalarının ayyuka çıktığı yıllardı. Her gün öldürülme korkusu bir travmaya dönüşmüştü. 12 Eylül darbesinden önce ortam iyice kararmıştı. Fakülte bitmiş, askerliğimi yapmış, evlenmiş, oğlum olmuş ve ben Ankara’da Milli Kütüphane’de çalışıyordum. Bir yandan şiirlerim yayımlanıyor, Rusçadan çeviriler yapıyordum. Dayanılacak gibi değildi ortam, boğuluyorduk. Ortanca abimin önayak olmasıyla çıktım yurtdışına. Bu yıl 36 yıl oldu gurbete çıkalı. Turgut Uyar’ın “Bir Süregen İlkbahar” şiirindeki gibi, “Dursun Ali’yi mi sordunuz nevşehir’den, dışardadır, almanya’da” Bu dizeyi şöyle değiştireyim kendim için. “Gültekin Emre’yi mi sordunuz Ankara’dan, dışardadır, Berlin’de.”
"GÖÇ KENDİ DİLİNİ OLUŞTURUYOR VE YAZARINI ÇIKARIYOR"
-Türkler 1960’tan sonra kitlesel olarak Almanya’ya gittiler. Konuk /yabancı işçi, göçmen, vatandaş ya da siyasi sığınmacı olarak… Bu göç hikâyelerinin ne kadarı edebiyata evrildi? Şiirde, öyküde, romanda bir göç edebiyatının varlığından söz edilebilir mi?
Göç öykülerinin yüzde 80’i edebiyata evrildi. Aras Ören’in “Niyazi’nin Naunyn Sokağı’nda İşi Ne?” kitabı göçün haritası için bir kerterizdir bence. Yabancı bir ülkedeki yeni yaşam koşullarına ayak uyduramamanın yarattığı sıkıntılar, edebiyatın ele aldığı konuların başında gelir. Geleneksel yaşamla modern toplumun yaşam biçimlerinin uyuşmaması, namus cinayetleri, yeni sevdalar, kültür şoku ve daha pek çok can alıcı konu Bekir Yıldız, Fakir Baykurt, Dursun Akçam, Aysel Özakın, Fethi Savaşçı, Aras Ören, Güney Dal, Yusuf Ziya Bahadınlı, Yüksel Pazarkaya, Habib Bektaş, Emine Sevgi Özdamar, Menekşe Toprak gibi yazarlarca şiire, romana, öyküye işlendi. Ayrıca yabancı ülkedeki yaşam ve de geride kalanların durumu Türkiye’de yaşayan Nevzat Üstün, Gülten Dayıoğlu, Adalet Ağaoğlu, Tarık Dursun K, Necati Tosuner, Füruzan, Abbas Sayar, Dağlarca, Başaran, Refik Durbaş gibi yazarların yapıtlarında da ele alındı. “Göç Edebiyatı” Almanya’da bir kavram olarak çok kullanıldı. “Yabancı”ydık başlarda, sonra “Yabancı işçiler” olduk, oradan “Konuk İşçiler”e yükseltildik, ardından da “Göçenler” oluverdik. En sonunda “Yabancı Hemşeri”, Türkiye’de ise “Almancı.” Göç de kendi dilini oluşturuyor ve yazarını çıkarıyor. “Almanya’daki Türk Edebiyatı” kavramı daha doğru gibi geliyor bana. Çünkü Türkçe yazılan şiir, öykü, roman Almancaya çevriliyor. Emine Sevgi Özdamar, Zehra Çırak ve Zafer Şenocak’ın dışında Almanca yazan yok.
- Bu alışma ve geçiş sürecindeki yaşananların edebiyata yansıması, daha çok kimlik arayışları konusundadır diyebilir miyiz? Peki, göçle gurbetin kardeşliği ve Türklerin yaşayışından izler sizin edebiyatınıza nasıl yansıdı?
Evet, Türkiye’ye zengin ve geleceğini garantilemiş olarak dönemeyince, ülkemizdeki iktidarlar ne yazık ki geriye dönüşler için uygun bir zemin de hazırlayamadıkları için yerleşmeye başladı gurbettekiler. “Giden Tez Geri Dönmez” çünkü. Gurbetteki bizimkilerin dünyasına ışık tutan bir oyundu, bu. Yaşadıkları kentlerin daha iyi semtlerine taşınmaya, hatta ev almaya başladılar. “Almanya Acı Vatan”dı çünkü. Kendi kimliklerini sorgulayan bir kuşak yetişmeye başladı. Türkçeleri kıt, Almancaları yetersiz ve ucuz işgücünde çalışan bir kesim oluştu. Bir yandan da üniversitelerde okuyanlar da giderek artıyor. Ama yeni kuşakların, iki dilli yaşamları ve hangi kültüre, kimliğe ait oldukları ise hiçbir zaman netleşmeyecek bir konu. Edip Cansever’in şu dizeleri ne kadar da gerçekçi: “Onlar ki, hepsi / Bir tutsak ağaç gibi yanlış yerlere / büyüyenler.” Ben de “Üstüme sinen gariplik”leri, “Yaşlılık”, “Yalnızlık ve Yabancılar”ı, “Yaşlı Bir Alman Bayanın Günlük Gezisi”ni, “Gurbetin gözünde”ki yaşı, “Yabancı İşçinin Yabancılığı”nı, “Yer altı trenleri”ni, “Yalnızlığın Hüznü”nü, “Acılar Tüneli”ni, “Gece Düşleri”ni, “Göçebe Sesler”ini... yazdım durdum.
-“Göç/ük”te “anılarını koyacak yer arayan” adam yersizlik, yurtsuzluk, soysuzluk duygusuna rağmen gittiği o yerden neden kopamadı? Ya o kadın, para biriktirdi yeni eşyalar almak için. Ama anılar biriktirebildi mi cebinde, yaşayabildi mi hiç..?
Yaşam ne gariptir! Geriye dönülüp bakıldığında keşkeler ne çok karaya vurur ama iş işten geçmiştir. Anılar birikiyor, duygular yer değiştirip duruyor. Kimi zaman tam bir göçüğe dönüşüyor. Yurtsuzluk duygusunun önüne geçmek olası değil, yenemiyorsunuz bunu. Kadınlar değil mi en çok acı çeken? İşin içine göç, başka bir toplum, yeni yaşam biçimleri, sevdalar, ağır çalışma koşulları, içinde yaşanılan toplumun dili de girince gelin de kalkın onca yükün altından! Bir kadının değil, pek çok kadının penceresinden ince, duyarlı, farklı anılara, yaşamlara, sevdalara, düşlere, düşüncelere, kaygılara yer vermeye çalıştım “Göç/ük”te. Anıları ise hiç sormayın, sararıp duruyor fotoğraflarda. “Yollarda” şiirim yalnızca beni değil, başka hayatları da içine alıyor: “Yer altı trenleri / Alıp götürür beni / (giden ben mi / bana benzer biri mi) // Gurbet artık yalnızca yalnızlık değil / Akşamsız sabahsız bitmez tükenmez günler / (akıp giden bir yaşam mı / aynada gördüğüm yalnız bir akşam mı) // Sokak adları, yer altı istasyonları / Eski ve yeni yapılar, ev işgalleri / (değişen bir ad mı / değişmeyen bir yaşam mı)” Böyle buruk düşünceli günler benim için çoktan geride kaldı ama başkaları için hâlâ sürdüğünü biliyorum.
"ÖZLEMİN SUSKUN DİLİ"
-Kavafis’in şiirindeki gibi “Ankara peşimi hiç bırakmayan bir kent” diyorsunuz. Konu kentler ve şairler olunca, bu kentin tarihinde yer etmiş edebiyatçıların ayak izlerine basarak ilerlemek, bir dönem aynı mekânları solumak hafızanızda nasıl izler bıraktı?
“Özlemin suskun dili” diye yazdım onun için. Dostlarım, arkadaşlarım bana Ankara’mı anlatsınlar istedim: “Anlatın bana mavilikler/ Ankara akşamlarının sislerini/ Kısık lambaları, perdesiz evleri// Anlatın bana yorgun yüzlü dostlar/ Bu yüreğin sızısının nedenini/ Bir demet menekşenin sevincini” Ankara’ya gönül vermiş ve yapıtlarına yaşadıkları ortamları yansıtmış edebiyatçı, şair elimden tuttu benim. Onlarla yoğruldu içim dışım ve anılarım. Elbette 25 yılımın geçtiği Ankara’yı unutmam olası değil. Başkente kırgın değilim, o ne yapsın, onunla istedikleri gibi oynayanlara, kenti ne hale getirdiklerini görmeyenlere kırgınım. Eskinin güzellikleri ve özellikleri yerine özentilerin yer aldığı yozluğa ne demeliyim! Durmadan içiyle, dışıyla, ruhuyla, kültürüyle, mimarisiyle, yaşam biçimiyle oynanan bir kentin nesini özleyeyim? Her şeye karşın yıllarca peşimi bırakmadı Ankara; evet yıllarca. Sonra ben onun peşini bıraktım. Ne halin varsa gör dedim!
-Ankara’da her yer beton ve kent küçük, sıcak, samimi havasını kaybedeli uzun yıllar oldu. Dönüp de bulamamak mahalleyi, sokağı, büyüdüğünüz evi, lokantayı, çocukluk tatlarınızı, parkları, meydanları, sinemaları, sahafları… Yerinde hafızasız bir kentin, olmayan mimari kültürü yükseldiği için mi, kitabın adı “Yitik Kent Ankara?”
Öyle. “İyi kalpli üvey ana” yok artık. “Bir kent değil burası, bir acente dizisi,” diyor Cemal Süreya Ankara için. Ankara, “torbaya doldurulmuş gibi” zevksiz, ne idüğü belirsiz bir gökdelenler karmaşası! “Adakale Sokak’ta İlhan Berk” yok artık, Cemal Süreya da, Vecihi Timuroğlu da ve başkaları da. Kent yazarına, sanatçısına, şairine sahip çıkamıyor, halkımıza da. Çocukluğumun, gençliğimin geçtiği yerlerin yerinde yeller esiyor! İçim kaldırmıyor geçmişimi aramaya. Oysa bir kent geçmişiyle vardır. Geçmişinden, tarihinden, mimarisinden, yaşam biçiminden, özel ve özgün mekânlarından koparılan kentlerin nasıl yozlaştığı, dilini, kültürünü yitirdiği ortada. Evet, belleği yok artık Ankara’nın. Görgüsüzlüğün “Osmanlı’ya” özenen çadırları, parkları, mimarisi kentin ruhuna, benim de, acı veriyor. Ankara bıraktığım yerde olmadığı için bende yitip gitti. Çünkü ben giderken “nereye gidiyorsun” demedi bana.
-Avrupa’daki kentler değişmezler; ruhu, mimarisi, eski yapıları korunur. İnşaat histerisine tutulmuş ülkemizde, kentlerin yenilenme ve bir yönüyle bozulma sürecinde geçmişimiz sizce nelerle takas ediliyor, anılarımız nereye gidiyor?
Anılarımız da bizi bırakıp gidiyor mekânlar değişince, değiştirilince, yok edilince. Avrupa’nın kültür, mimari tarihini hiçbir belediye ve iktidar hop diye değiştiremez. Bir belediye başkanının keyfi tutumuna bağlı değildir bu kültür varlıklarının geleceği. Halkın isteği, karşı çıkışı hep gözetilir. Kentin, sokağın, meydanın, mahallenin ruhuna aykırı düşecek hiçbir yapıya izin verilmez. Belli bir yaşın üstündeki ağaçları bile istediğiniz gibi budayamazsınız, kesemezsiniz. Rant, görgüsüzlüğü, kurnazlığı ve çıkarı temsil eder. Batıda bu yoktur, olamaz. Belediye halkın yaşam biçimine, alıştığı, sevdiği, içinde yaşadığı mekânlara dokunamaz. Anılarımız aslında bir yere gitmiyor, içimizde birikiyor bize can vererek. Geçmişimizle bağımız anılarımız sayesinde kopmuyor. Yoksa geçmişimizle de koparırsak tüm ipleri, iyice köksüzleşir, yalnızlaşırız.
"İLKYAZ ANKARA'YA ÇİĞDEM KOKULARIYLA GELİRDİ"
-“Ankara bir kız kurusudur” diyen Nazlı Eray’dan sonra siz de “Eteklerini durmadan çekiştirerek uzatan ve sürekli giyimi kuşamı değişen” bir kadın olarak tasvir ediyorsunuz Ankara’yı. Ona yapışan, gri /laci takım elbisesi içindeki sert ve erkeksi tavrıyla algımızda yer etmesi nedendir peki?
Ankara durmadan çocuk doğuran ve giysilerini ha bire değiştiren, özgün olamayan bir kadına dönüştü benim için. Ayrıca “gri/laci” takım elbiseli sonradan görme erkeklerin de rağbet ettikleri bir kent oldu. Bu tipleri eski Ankaralılardan ayırmak gerekir. Gözünü para, iktidar hırsı bürümüş değildi Ankara’nın yerlileri. Kenti, gecekonduya dönüştürdüler. Gülten Akın’ın “Natoyolu” şiirinde kentin gecekondulaşması apaçık ele alınıyor. Düzeltelim derken bozuyorlar. Bozulan mimari, kent, yaşam biçimi insanların dünyalarına da yansıyor elbette. Kentin kültür-sanat mekânları da giderek azalıyor. “İçine tükürülen” heykellerin yerine, Amerikan özentisi heykeller kentin ruhunu nasıl acıtıyordur!
-“Çiçekler üzerinden mevsimlerin farkına varılırdı” diyorsunuz. Kıraç tepelere ve sizin Ankara’nıza hangi muştularla gelirdi ilkyaz? Ankara Çiğdemi, akasya ağaçlarının hoş kokulu beyaz çiçeği, atkestanelerinin altındaki serçe cıvıltıları, Kumrular Sokak, Söğütözü…
Ah, bu da başka bir yara! Peki, açalım o yarayı, bakalım içinde neler var! İlkyaz Ankara’ya çiğdem kokularıyla gelirdi. Ankara’yı kuşatan tepeler işgal edilmeden, gecekondulaştırılmadan önce, çiğdemler selamlardı Ankaralıları sevgiyle. “Kıraç tepeler” şenlenirdi. Ankara’nın sokakları akasya kokusuna uyanırdı sabahları. Kızılay ise başka bir şenlikti akasyaları vatanları, evleri, yuvaları bilen, (seçen) serçelerle! Kumrular Sokak unutulacak gibi değil! Akasyalar, serçeler ve o zamanki Mili Kütüphane, şimdilerde göz dikilen Şükrü Saraçoğlu Mahallesi özgünlüğünü son ana kadar korudu ama ne fayda! Söğütözü tam bir mesire yeriydi! Piknik yapardı Ankaralılar orada. Ankara’nın alçakgönüllü memurlarının tercih ettiği Söğütözü, yok edilenAtatürk Orman Çiftliği, Gölbaşı ve Çubuk Barajı, Gençlik Parkı ... halkın nefes aldığı, tat aldığı, eğlendiği özgün, özgür mekânlardı. Buralarla da övünürdü Ankaralılar. Atatürk’ün kahve içtiği Söğütözü’ne büyük saygı gösterilirdi. Şimdilerde o saygıyı Ankara’nın hiçbir mekânında göremezsiniz.
"12 EYLÜL ÖNÜNÜ KESTİ ANKARA'NIN KÜLTÜR BAŞKENTLİĞİNİN"
-Anılarınızın, anlatımınızın yanı sıra şairlerin şiirleriyle, dizeleriyle dokunmuş “Yitik Kent Ankara.” Pek çok edebiyatçının, bu kente kalemiyle dokunduğunu öğreniyoruz sizden. Ankara söz konusu olduğunda arşivci bir yönünüz mü var?
Evet, Ankara’yla ilgi şiirleri, yazıları, kitapları okumaya hep özen gösterdim. Belki de çocukluğumu, gençliğimi, ilk şiirlerimin yayımlandığı yılları, dostlarımı, arkadaşlarımı aradım şiirlerde, kitaplarda. İlhan Berk, Salâh Birsel, Turgut Uyar, Cahit Sıtkı Tarancı, Cahit Külebi, Orhan Veli, Enver Gökçe, Cemal Süreya, Mehmed Kemal, Ceyhun Atuf Kansu, Tahsin Saraç, Atillâ İlhan, Ahmed Arif, Ali Püsküllüoğlu, Metin Altıok, Behçet Aysan, Uğur Kaynar, Gülten Akın, Vecihi Timuroğlu ve niceleri... Ankara’yla yoğrulmuşlar. Garip Kuşağı, İkinci Yeni Ankara’da boy vermiş. Bir zamanların kültür başkenti de aynı zamanda. Nasıl okumam ve biriktirmem Ankara’yla ilgili bir şiiri, bir yazıyı, bir romanı, bir kitabı, bir dergiyi?
-Türk Dili, Yusufçuk, Sesimiz, Köken, Türkiye Yazıları gibi edebiyat dergileri ile Bilgi Yayınevi, Sol ve Onur Yayınları ayrıca Sanat Sevenler Derneği’nin varlığıyla Ankara, 12 Eylül’e kadar tam bir kültür başkenti olma yolundaki hamlelerini yapmış. Sizce tamamlayabilmiş mi? Bugünün Ankara’sına ilişkin izlenimlerinizle söyleşimizi noktalayalım…
1973’te Maksim Gorki’den çevirdiğim “Kız ve Ölüm” şiiri Köken’in ilk sayısında yayımlandı. Böylece edebiyata çeviriyle girdim. Bugünün Ankara’sında bu saydıklarınızın kaçta kaçı var? Yok ettiler bu kültür varlıklarını. Türkiye’nin en köklü edebiyat dergisi Varlık bu kentte doğdu. Garip Akımı bu kentin ürünüydü. İkinci Yeni’nin boy verdiği Pazar Postası Ankaralıdır. Ne yazık ki 12 Eylül önünü kesti Ankara’nın kültür başkentliğinin. Önemli kurumlar kapatıldı. Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu işlevsiz hale getirildi. Sol ve Onur Yayınları çok baskı gördü. Onur Yayınları sahibi İlhan Erdost öldürüldü. Sanat Sevenler Derneği kapatıldı, başka dernekler de. Yerine ne koydular peki? Yozluk, görgüsüzlük, rant! Ankara, mahzun, yaslı, acılı, kimliksiz, kişiliksiz, durmadan korku üreten, baskıcı ve bin şantiyeye... dönüşen bir kent artık. Ne diyor Turgut Uyar? “Ankara’dan gelir geçer trenim,/ Bir gün olur elbet ben de binerim./ Varır toprağına yüzüm sürerim.”