Güncelleme Tarihi:
Eylül konuğumuz Ankara doğumlu, Türk Edebiyatının usta kalemi Necati Tosuner, her yaş için yazdığı kitaplarıyla 52 yılı geride bıraktı. Çocukluğu ve ilk gençliği Ankara’da geçen yazarın ilk öyküleri Resimli Posta Gazetesi’nde (1963) yayımlandı. Yazar lise yıllarında İstanbul’a taşındı. Bir süre Almanya’da yaşadı. 1977’de kurduğu Derinlik Yayınlarıyla edebiyatımıza pek çok eser kazandırdı. Öykü ve romanlarında öz yaşamından kesitler bulunan Tosuner, kendine has şiirsel yalınlıktaki üslubuyla Türk Edebiyatında kısa öykü türünün ustalarındandır. Yazın yaşamında TRT Sanat Ödülleri Başarı Ödülü, TDK Roman Ödülü, Haldun Taner Öykü Ödülü, Sait Faik Hikâye Armağanı, Ömer Asım Aksoy Deneme Ödülü, Attila İlhan Roman Ödülü, Türkan Saylan Jüri Özel Ödülü’nü alan Necati Tosuner, aynı zamanda 14. Uluslararası Ankara Öykü Günleri Onur Ödülü’nün de sahibi. Yazar, İş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıkan roman üçlemesinin ilki “Kasırganın Gözü”nde (2008)okurlarını Kumrular Sokak’ta ve Sakarya Caddesi’nde gezdiriyor. “Susmak-nasıl da yoruyor insanı” (2013) ve “Korkağın Türküsü”nde (2014) yetişkinlere seslenmeye devam ederken, Günışığı Kitaplığı’nda çocuk edebiyatına ürün vermeyi sürdürüyor. 2014 Ankara Öykü Günleri’nde Tezer Özlü’ye yazmış olduğum mektubumu dinlemiş ve yorumlamış olması ayrıcalığına eriştiğim Tosuner’e, sorularımı yanıtladığı için bir kez de Ankara Hürriyet sayfalarından teşekkür ediyor; kendisini Ankaralı okurlarıyla baş başa bırakıyorum.
HAZZI OLMASA YAZMAK ÇEKİLİR ÇİLE DEĞİL
-Yazarlıkta 52 yıla sığdırılmış sayısız kitap, adından söz ettiren ödüller, küçükten büyüğe düş dünyalarına dokunduğunuz okurlar… Başlangıçta bir meslek olarak düşünmediğiniz yazarlıkta gelmiş olduğunuz nokta ve özellikle bir kitabı yazarkenki hisleriniz, sizde nasıl duygular oluşturuyor, -belki de sancılı?
Yirmi iki kitaptır hepsi. 52 yılda, çok değil ama az da değil. Ödüller için de az demem şimdi ayıp olur. Hiç beklenilmeyen yerlerde rastlaştığım okurlar sevindiricidir. Dahası, coşku bile verir. Ama çok bilinen bir yazar olamadım ben. Doğrusu, pek de aldırış etmedim. Yaşım da 70’i geçti artık. Tren gitti ama istasyonda olmak güzeldi. Yine de, bir zamanlar bir şeyler yazmış olmanın tadını iyi çıkardım. Evet, yazarken alınan bir haz duygusu var, -yoksa çekilir çile değildir gerçekte. İğneyle kuyu kazmak enayilik olur. Yani, kazmayla kuyu kazmak bile yeterince güçtür. Ter dökmek gerekir. Yazarların sol bileğinde bir terlik olur. Yazarken terledikçe ona silerler.
-Sırtınızdan gelen ağrı mı, toplumdan gelen ağrı mı; hangisi canınızı daha çok yakmaya yetti?
İnsanların gözlerinden.. sözlerinden gelen ağrının yoktur ilacı.
-Aslında size öykü ve romanlarınızı yazdıran, anlatma ihtiyacınızın temelindeki bu duygu/sancı mıydı?
Evet, ama ben kamburum, ben kamburum diye diye ağlayan şeyler yazmadım hiç. Bakın, bir kamburluğun oluşması çok dertli olur. Ne kadar küçük yaşta başlarsa, dert de o kadar uzun sürer. Bende 16 yaşından falan sonra vücut o kendi istediği biçimi –tedavilere karşı direttiği biçimi- alınca, sancılar sona erdi. Ama bir başka dert başladı: İnsanlar! Bana hiç rahat vermediler.
KENDİNİ ANLATMAK KENDİNİ AMELİYATA BENZER
-Hangi bakımdan?
Her bakımdan! Özellikle sosyal bakımdan. Hani yaratılmışı biz severdik yaradandan ötürü? Neyse... Eh, ben de hiç rahat durmadım: Kendimi onlardan aşağı hiç görmedim çünkü. Demek ki, yazarlığa heveslendiğimde, anlatılacak hazır bir derdim vardı. Ama kendini ameliyat etmeye benzer kendini anlatmak. Eziyetlidir. Yine de, sonuç başarılıysa, güzel olur. 1965 – 1972 yılları arasında yayımlanan “Özgürlük Masalı”, “Çıkmazda”, “Kambur” adlı kitaplarımda, kendimi yoğun biçimde anlattığım öyküler yer alır.
-Çocukluğunuz Ankara’da geçti; Demirlibahçe İlkokulu, Cebeci Ortaokulu ve Atatürk Lisesi…
Evimizin olduğu semte Balkeriz denilirdi. Cebeci’den yokuşla çıkılır, soldaki benim hastanem geçilir, geniş bahçeler içindeki evler başlardı. İki üç ev sonrası, bizim evdi. Hani, aman ayıp oluyor diye Balkeriz’i değiştirip Balkiraz yaptılar ama kimse iplemedi. Sonraları, yukarıdaki konaktan ad alarak, Abidinpaşa yaptılar, öyle kaldı. Demirlibahçe’deki öğretmenim Hayriye Hanım derin bir sevgi göstermiştir bana. Cebeciorta’daki günlerim tedaviyle, korselerle falan geçmiştir. Türkçe dersinde Fikret Bey’in öğrencileri yazmaya özendirdiğini çok iyi anımsıyorum. Atatürk Lisesi için öyle sevgi dolu falan değilim. Üç yılda ancak bir sınıf geçebildim, kimse de bu çocuğun ne derdi var, demedi.
-İlk ürünleriniz bu kentin gazetelerinde basıldı ama yazın dünyasında olgunluğa erişmiş pek çok yazar gibi değil sizin Ankara’yı terk ediş öykünüz. Ankara, “yalnızlık duygusundan kurtulmak için” gittiğiniz bir kent miydi?
Evet, İstanbul’a gidilir ve yazar olunur, diye bir inanış vardır başlarda. Çünkü en büyükleri Ulus bile satılmazdı, İstanbul’dan gazete gelsin diye beklenirdi. Ama benim için baba evini daha lisedeyken öyle bırakıp da İstanbul’a gitmekte bir şey daha vardı: Yalnızlıktan kaçıp yalnızlığa sığınmak. İlk kitabım “Özgürlük Masalı”ndaki ilk öykünün adı, Yalnızlığa Övgü. Ve bu öykü şöyle başlar: Bırakacaktım bu kentin sokaklarını. Bunun bir rastlantı olmadığını, dahası, kaçınılmaz bir rastlantı olduğunu düşünürüm.
GENÇLİĞİMİN ANKARASINA GELMEK ÜZÜNÇ VERDİ
-Bu kentte doğmuş, yaşamış olmak Ankara’ya değerli bir yazar ve o yazarın metinlerinde mekân olarak var olmayı, yaşamayı kattı hiç kuşkusuz. Peki, bir dönem Ankara’da yaşamış olmanın yazarlığınıza katkısı nedir?
Necati’nin yaşadığı yerler ve kişisel yaşamından izler olarak –çocukluğu, gençliği, memurluk günleri, toplumun değer yargıları, evlenme çabası, sevmek diye tutuşmalar, yanılgılar, umutsuzluklardan umut yaratmalar- demin söylediğim ilk üç kitapta genişçe anlatılır. Yazarlıkta bu hiç bitmez: Çok eskiden yaşanılmış bir şey yıllar sonra gelir, yazılanda yer tutar. Tıpkı benim son romanlardan “Kasırganın Gözü”ndeki Kumrular Sokak gibi.
-Ankara’yı, o yılları öykülerinizde anlattınız ama 14. Uluslararası Ankara Öykü Günleri (2014) onur ödülünün sahibi olarak, yıllar sonra yaşadığınız kente gelmek nasıldı; Ankara’ya ilişkin izlenimleriniz, gözlemleriniz nelerdir?
Çok sevindirici bir şey. Gerçekte, bu sözünü ettiğiniz durumu 1978 yılında, Türk Dil Kurumu’nda “Sancı.. Sancı...” ile roman ödülü alırken yaşamıştım. Geçen yıl ise, tam elli yıl sonra Ankara’da genel bir “muhasebe” olarak öyle bir onur ödülünü almak, benim için bir sevinç kaynağıydı. Ama üzünçler de yaşadım. Yaşlanmış olmanın sıkıntıları vardı. O Kızılay’ın, o Atatürk Bulvarı’nın durumu vardı. Tenekeyle çevrilmişti Kuğulu Park. Türkiye’nin son on yılda geldiği yeri, gençliğimin umut dolu Ankara’sında görmek, derin bir üzünç veriyordu. Güzel Ankara, artık Vatikan’a benziyordu: Her yer imam doluydu.
ALMANYA’YA GİTTİM DEMEM TÜRKİYE’DEN GİTTİM DERİM
-Bir dönem Türkiye’den de gittiniz, “Almanya’ya gittim demem hiç, Türkiye’den gittim derim” diyorsunuz. Bu gidiş “Sancı Sancı”yı doğurdu; peki, Almanya yalnızca bir uğrak noktası mıydı, yazarlığınızda bir durak(lama) noktası da oldu denebilir mi?
Evet, Almanya’ya gitmesem o romanı yazamazdım. Ama o romanı yazmış olmaktan daha fazlasını kazandırdı bana Almanya. Kendime güvenmekte haksız olmadığımı gösterdi. Kimseye bir kötülüğü olmayan kamburumun sosyal yaşamda bana engel olmayacağını gösterdi. Türkiye’den gittim, çünkü -“Kambur”da anlatılır- yaşamaktan vazgeçmeye varıyordu bunalım. Başka değer yargıları, başka bir yaşam demekti, bunu yaşayarak öğrendim ve kendine güvenle döndüm oradan. “Sancı.. Sancı...” o duraklamaya değer önemli bir yükselti olmuştur benim yazarlığımda.
-1977’den 86’ya kadar yönettiğiniz Derinlik Yayınları için “Kendi kitaplarımdan çok başkalarının dosyalarını basmak istedim.” demişsiniz. Bu noktada bir dönem Ankara’da yaşamış Tezer Özlü’nün “Çocukluğun Soğuk Geceleri” romanının ilk yayıncısı olarak neler söylemek istersiniz?
Çok erken öldü Tezer. Sevgi dolu bir arkadaştı. Çok zekiydi ama zekâsını göstermek için öyle pat diye öne atmazdı kendisini. “Çocukluğun Soğuk Geceleri”. O romanı yayımlamış olmaktan hep sevinç duyarım. Ama “Eski Bahçe”yle Tezer’in ilk kitabını Ferit Edgü basmıştır.
-Son sözümüz olsun ama son olmasın diyerek, ülkenin ve edebiyatın geleceğini ışıtmasını da umut ederek Ankaralı okur-yazar kitlenize söylemek istediklerinizle söyleşimizi noktalayalım…
-“Keşke” dediğim bir şey yok. Bir eksiklik olarak görülen sakatlığımın yazdıklarımla bir şeye yaradığına inanıyorum. Sevgiler, Balkeriz’den bugüne!