Ayaz’ın “Hapsedilen Aşkları” Müzede

Güncelleme Tarihi:

Ayaz’ın “Hapsedilen Aşkları” Müzede
Oluşturulma Tarihi: Nisan 11, 2011 00:00

Geçen yaz, yağmurlu bir Viyana ikindisinde saatlerce sırada bekledim Hrdlicka’nın sergisini izlemek için.

Sergiyi gezerken de onun; “Müzeler sanatın mezarlığı” sözünü anımsadım hep. Benim gibi müze yoksunu bir ülkenin yazarı için anlaşılması ne zor bir aforizmaydı anımsadığım. Önemsediğim bir söylemdi oysa bu. Elias Cannetti gibi Nobel ödüllü bir yazarın bile çok sevdiği ve hakkında yazılar yazdığı bir yontucunun böylesi bir sözü yabana atılmaz bilirim. Ama, bir de bizim ülkemizin gerçekliği var. Biz ne çok özlem duyuyoruz oysa müzelere. Belki de sahiplenemediğimiz belleklerimiz için.

Kim istemez Ankara’da bir Çağdaş Sanatlar Müzesi olmasını? Belleği güçlü olmayan toplumların anımsanmayacak ve unutulacak ne çok değeri ve kalıtı vardır oysa.

Bu kış, ressam Mustafa Ayaz’ın ömrünü adadığı müzeye gidip, saatlerce hiç bir izleyiciyle karşılaşamadığımda; daha bir arttı kaygılarım. Onca özveriyle, büyük maliyetlerle oluşan bir müzenin çok az bir izleyicisinin olması ne büyük bir “talihsizlik”.

Sahi kendi talihimizi kendimiz mi yeneriz hep? Bundan böyle kaç sanatçı düşler müze kurmayı?

Duyarsızlık çölü büyürken

Birkaç gün önce dostum Mimar Kadri Atabaş’ın anımsatmasıyla, büyük bir suçluluk duygusu içinde yeniden gittim Mustafa Ayaz Vakfı Plastik Sanatlar Müzesi’ne. Hem sanatçının son kişisel sergisini gezmek, hem de böylesi bir çağdaş müzeye olan ilgiyi gözlemlemekti amacım. Sergiyi çok sevdim. Çünkü, hiç görmediğim kadar yeni ve özgün yapıtlarla buluştum. Ama, sızladı bir yanım; hala kendi sessizliğini, kimsesizliğini bekliyordu müze. Ve ne çok utandığımı bilemezsiniz. Bu kentin sanatseverlerinin, koleksiyonerlerinin ve sanat alıcılarının ne kadar az olduğunu ve duyarsızlığını düşünmek ne çok burkuyor insanın içini.

Biliyorum, resimlerini ve adını bilmeyen sanatsever yoktur belki de Mustafa Ayaz Hoca’nın. Ama, büyük bir iyimserlikle, sanıyorum ki daha pek bir haberi yok insanların bu müzeden diye düşünüyorum. Yoksa, bir başkentin duyarlı insanları böylesi bir duyarsızlık çölünü büyütemez içlerinde.

Mustafa Ayaz deyince; yaşama fırçasının ucuyla dokunan bir sanatçı geliyor usuma. Paleti hep ıslak.
Sesleri, sözcükleri unutmuş bir sanatçı. Renklerle konuşuyor, renklerle düşünüyor. Düşlerini, duygularını renklere yüklemiş. İç dünyasının notaları gibi kullanıyor renkleri. Duyumsadıklarının partisyonları renklerle kurduğu dünya. Onlarla söylüyor şarkılarını. Sarının dinginliği, kırmızının gerilimi, yeşilin mistizmi, morun hüznü, mavinin sınırsızlığı ve turuncunun kösnül titreşimi devindiriyor resimlerindeki yüzeyleri. Renkler olmasa susuk ve afazik kalır Ayaz. Düşleri renklerin dünyasında saklı.

Gerçeği düşe ulamak

“Yaşamımla bütünleşen görsel ve düşünsel değerlerin hesabını çıkarıyorum. Boşlukta olan düşüncelerimi renk ve çizgilerle yazıyorum. Düşlerimi sergiliyorum resimlerimde. Resim yapmak için değil, sevdiğim biçim ve ilişkilerin anısını tekrar yaşatmak, onları kalıcı kılmak için çizip boyuyorum. Çizerek düşünüyorum. Çizerek iç evrenimi yansıtıyorum. Özü veren biçim ve çizgiler yaşantımın bir tür öyküsüdür. Yaşantımı, düşüncelerimi plastik unsurlarla sergiliyorum” demişti yıllar önceki bir sohbetimizde. Düşü gerçeğe, gerçeği düşe ulamak onunkisi.

Sanat yapıtı hem nesnenin kendi anlamını, hem de sanatçının iç dünyasındaki izdüşümleri yansıtır. Ve sanatçı nesnelerin gizil, görünmez yanlarını da görür, bulur. En dolaşık ayrıntıları, gölgede kalanları; kendi duyularının, sezilerinin ışığıyla aydınlatır. Ayaz’ın tuvallerinde de bu var zaten. Resimlerinin önünde, en öznel yanlarını mimleriyle sunan kadın figürleri var. Fonda ise varsıl bir düşünsellikle, bilinç akışı tekniğiyle yansıtılmış desenler, çizgiler.

Hicranlı tebeşir dairesi

En çok kadınlar var resimlerinde. Onların düşleri, umutları yineleniyor tuvallerde. Unutulmayan şeyleri sıraya koyar gibi, her resmi bir diğerini tamamlıyor.

Pek çok resminde, ana figürün yanında ona yakın ancak ondan daha silik bir erkek figürü var. Ressamın kendisi bu. Kendi resminin içinde, kendini bekliyor.

“Hapsedilen Aşklar...” son sergisinin temel izleği. Sahi, insanın insanı ve kendini hapsettiği; hicranlı bir tebeşirle çizilmiş dairenin içinde olmak değil midir aşka tutsaklık? Ve o tebeşir dairesinin silinen her yerinde daha da eskimez mi aşk? Yıllar önce, bir kitabımın sunu yazısında Goethe’nin; “Aşka ve yaşama layık olan kişi her gün onları fethetmek zorunda kalandır” aforizmasına ne kadar çok inandığımı yazmıştım. Mustafa Ayaz’ın son sergisinde yeniden anımsadım o aforizmayı.

22 Nisan gününe kadar açık “Hapsedilen Aşklar” sergisi. Yolunuz Mustafa Ayaz Müzesi’ne düşerse, “aşka ve yaşama” daha bir inanacaksınız.
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!