Ankara Hürriyet: TRT’deki "Küçük Şeyler" programınızın ardından 2005’te "Üstün Dökmen Yaşam Boyu Gelişim ve Eğitim Akademisi" adlı bir akademi açtınız. Neler yapıyorsunuz bugünlerde?
Üstün Dökmen: Evim Ankara’da, birlikte çalıştığım ortağım İstanbul’da yaşıyor. Haftada birkaç gün İstanbul’a geçiyorum. Türkiye’nin çeşitli illerinde konferanslar veriyorum. Her yaş grubuna danışmanlık yapıyoruz ofisimizde. Tüm Türkiye’de faaliyet gösteren her yaştan insana yönelik bir danışmanlık akademisi. Bir de danışmanlık hattımız var. Biraz zor; ama herkese ulaşmaya çalışıyoruz. Bu maddi getirisi olmayan, heyecan verici bir şey. Akademimiz kapsamında özel sektöre profesyonel seminerler veriyoruz. Halen Ankara Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nde hocayım. Öğrencilerimin bir kısmı ben varım diye okula geliyor. Özel üniversiteye geçmeyeceğim, bırakıp gidemem.
Son dönemde Türkiye’de psikolojiye ilgi artıyor. Biz mi çok sorunluyuz, yoksa her şeyi sorun mu ediyoruz?
- Türk insanı fazla sorunlu dersek yanlış olur. Dünyanın her yerinde nasılsa bizde de oran olarak öyle. Açık ya da örtülü depresyon artıyor, insanlar çok fazla etkileniyor olabilir. Dünyada kimi ülkeler psikolojik yardım alma şansına sahip değil, Türkiye, dünya ortalamasına göre daha fazla destek alıyor. Çağımız kaygı çağı diyorlar; korku çağı gibi geliyor bana. Kaygıyla korkuyu çok net ayıramasak da, temel bir ayrım var; somut bir tehdit varsa korku, somut bir tehdit olmadan korku duyuyorsa kaygıdır. Kedi üstümüze atlarsa korku, kedi resminden korkuyorsak kaygıdır. Kaygı her zaman vardır, korku da. Şimdi belki biraz daha arttı; ölçemediğimiz için bilemiyoruz. Bilgilerimiz arttıkça korkularımız artıyor. Şimdi korkacak şey çok aslında; deprem korkusu, aids korkusu gibi. Şunu söyleyebiliriz ama; bütün dünya tarihin başından bu yana bütün bir yıl tam huzur içinde hiç olmadı. Ya salgın oldu, ya göç ya da savaş. Her zaman korkutacak ve kaygılandıracak şeyler vardır. Önemli olan korkularımıza ve kaygılarımıza rağmen dünyada tutunmak ve yaşamak.
Ankaralı olmak, İstanbullu olmak.. Nedir bu kavramları yaratan?
- Belli bir şehir, bir insanın üzerinde zamanla değişiklikler yapabilir. Hep sorulur (anneni mi daha çok seviyorsun, babanı mı) diye. Oysaki annenin yeri ayrıdır, babanın yeri de. Şehirler de böyledir. İstanbul’u çok severim. Şimdiye kadar birçok yer gördüm; ama dünyanın en güzel şehirlerinden biri İstanbul bana göre; ama ben Ankara’yı da çok seviyorum. Çevremdeki birçok kişi Ankara konusunda kötümser. Tam ne var bilmiyorum, ama Ankara’nın bir şeyi var. Ankara-İstanbul karşılaştırmasında farklı düşünenlere rağmen biz Ankara’yı seviyoruz.
Ankara’da hükümetin ve Anıtkabir’in bulunması nedeniyle bir ciddiyet olduğu söylenir. Bu insanları nasıl etkiliyor sizce?
- Gri şehir diyorlar da, İstanbul nasıl bir şehir? İstanbul’da oturup boğazı hiç görmemiş insanlar var. O bölge gri o zaman. Bir şehrin ne renk olduğu önemli değildir, onu nasıl algıladığın önemlidir.
Yunus, Bektaş Adalar’da olmuyorAnkaralı olmayanlar, şehri biraz sıkıcı buluyorlar. Sizce Ankaralılar nasıl algılıyor?
- Bunu sosyal psikolojik araştırma yapıp ölçmek lazım. Bozkırı sevenler de vardır, çölü sevenler de. Çöl hayranları vardır mesela bilir misin, bu bozkırın da kendine özgü bir havası ve rengi var. Bir iddia var "geniş açık alanlarda özellikle bozkır ortamlarda özellikle felsefe yapmak ve tefekkür daha kolaydır." Kapalı dar mekanlarda, daha pratik yaşanır. Şimdi Ankara’ya bakalım. Yunus Emre nereden çıktı? Buradan. Bir Hacı Bektaş? Buradan. Yunus Emre adalarda olmuyor. Belki burası tefekküre daha müsait.
Devlet, ordu ve liderler... Ankara bir güveni de temsil ediyor olabilir mi?
- Olabilir bazıları için. Devlet, yani güç var. Bir cazibesi de bu. Ankara’nın bir gücü var: Ordu, hükümet ve başkent. Ankara, toplanmayan, kaldırılmayan vazgeçilmeyen, büyük ve başarılı bir oyunun, Kurtuluş Savaşı’nın ’dekorlarının’ bulunduğu yerdir. Dekorların kaldırılamaz olduğu bir yer. Mesela Birinci Meclis’in burada olması, Ankara’yı sevmemizin nedenleri arasındadır. İlkokula gidip sıraları getirmişler, koca koca adamlar ilkokul sıralarında üçer üçer oturmuşlar. İnanılmaz etkileyici ve masal gibi. Ankara, Kurtuluş Savaşı öncesinde hiçbir gösterişi olmayan bir kasabaydı. İstanbul, iki imparatorluğun şehri oldu, ama İstanbullu, İstanbullu olmaktan pek gurur duymaz.
Cumhuriyet’in Ankarası’dan gri şehir yakıştırmasına nasıl geldi Ankara?
- Bazıları sıkıcı, bazıları da benim gibi çok renkli bulur Ankara’yı. Algılama farkıdır bu. Kirpi yavrusunu ’pamuğum’ diye severmiş, ona öyle geliyor. Ankaralı kurallara daha bağlıdır. Mesela İstanbul’da ters U dönüşü yaparsan hoş görebilirler, ama Ankara’da hoş görmezler. Huzur, rahat, düzen var Ankara’da... Bu yüzden yaşamak için çok cazip. Renklere gelelim. İstanbul mavi-yeşil, Bursa yeşil, İzmir az yeşil, çok mavili... Ankara’da bayrak nedeniyle kırmızı bana göre. Yeşili de var, ama çok yeşil gelmiyor bana. Ankara’nın güneş batımı, Türkiye’nin en güzel güneş batımı bana göre.
Denize bakmak ve kitap okumakKaçacak bir sahil olmaması, Ankara’da yaşayanları insan yüzlerine mi mahkum ediyor?
- İstanbul kontrol edilemez. Bana ait değil, herkese ait, çok zenginlere ait. Ankara’nın ’sahip olabilirim’ duygusu var. Anadolu’nun tozlu kasabaları olur, kimse sevmez, herkes büyükşehre gitmeye çalışır. O tozlu kasabayı nerede olursa olsun seven ve orayı bırakma şansı olup da bırakmayan kişilere büyük saygı duyuyorum.
Ankara’dan çıkan gazeteciler, müzisyenler her zaman başkadır derler...
- Doğrudur. Ankara daha entelektüel bir şehir. Benim kitaplarımın satışı nüfusa oranla, Ankara’da daha çok mesela. Ankara daha çok okuyor. Yarı şaka-yarı ciddi, diyebilirim ki İstanbul’un denizi var, denize bakıyor fazla okumuyor; Ama Ankara’da deniz yok, ne yapacak? Okuyacak. Zaten renkli, O’nu renklendirmek için bir şeye gerek yok; ama Ankara bozkır şehri; İstanbul kadar renkli olmayabilir. Ben birey olarak onu renklendirebilirsem, bana ait olur. Ankara’yı biraz da renkli gözlerle görmek gerekiyor. İnsan çocuğunun kalitesine bakmaz ki, Ankara da benim çocuğum gibi.
Üstün Dökmen dışarı çıktığında neyi görüyor?
- Ankara’da benim gençliğim, orta yaşım, her şeyim var. Yürümekten keyif aldığım yerler var, ama bana göre bu sokaklar en fazla Ankara’da. Arı Stüdyosu’ndan aşağı doğru ağaçlık yolda, Bahçelievler’de yürümeyi çok seviyorum örneğin. Romantik geliyor bana Ankara. Gezmek, yaşamak istediğim şehir Ankara. Yahya kemal’e karşın ben, İstanbul’un Ankara’ya gelişini seviyorum.
Ankara yoktan var olduİstanbul zaten iyi, çok gelişemez. İstanbul Bizans’ta da İstanbul’du, Osmanlı’da da; ama Ankara 200 sene önce yoktu, 80 sene önce otuz beş ışıklı bir şehirdi. Şimdi milyonlarca ışık var. Konuştukça daha çok şeyin farkına varıyorum. İstanbul yine İstanbul’du, İzmir yine İzmir’di, Ankara yoktu; var oldu. Anıtkabir’in yanında 1970’lerde ahır vardı, kadınlar bazlama yapardı. Babam bunları anlatırdı, şimdi ben babamın yaşına yaklaştım. Burası eskiden böyleydi diye ben kızlarıma anlatıyorum."
Çankaya’dan görünen ışıklar"ATATÜRK, Yahya Kemal’i davet eder. İlk kez geliyor, Atatürk de Ankara’yı yeni kurduğu için çok heyecanlı. (Yahya Bey, Ankara’da en çok neyi beğendiniz?) diye soruyor. Yahya Kemal, çok rahat (İstanbul’a dönüşünü beğendim) karşılığını veriyor.
O, Ankara’nın İstanbul’a dönüşünü beğenmiş, ben de Ankara’ya gelişi beğeniyorum. Annem ben küçükken (İnsan büyükşehre gelirken heyecanlanır) demişti. 14 yaşımdayken Erzurum’dan Ankara’ya geldik, garda heyecanlandım. Belki de o heyecan sürüyor. Heyecan duyduğun zaman, o seni bağlar. 14 yaşımda eşyalarla Ankara’ya geldiğimizde annem heyecanlandı, ben de heyecanlandım. Annem benim için çok önemlidir.
Bir de şu çok hoşuma gidiyor. Bir gece Atatürk, Çankaya’da otururken yanında Celal Bayar da var. (Bayar, say bakalım kaç ışık var) diyor. Çankaya’dan aşağıya kadar bakıyor. Yanlış hatırlamıyorsam otuz beş sayıyor. Atatürk (Ya, demek otuz beş oldu. Biz buraya geldiğimizde hiç ışık yoktu) diyor. Bu çok etkileyici. Ankara’yla gurur duyuyor Atatürk. Şimdi Atakule’den baktığında otuz beş değil, milyonlarca ışık görürsün.