L.S.: Her vatandaşın ezbere bildiği bir olaydır, Atatürk 1881 yılında Selanik’te doğdu. Şu soru ile başlamak istiyorum: Atatürk Selanikli miydi, yoksa Ankaralı mı?
S.T: Çok güzel bir soru ile başladınız. Başka dillerde ’nerelisin?’ sorusu yoktur. İnsanlar uzun süre yaşadıkları veya gönülden bütünleştikleri yeri kendi mensupluğunun ölçüsü sayarlar. Almanlar, ’woher kommen sie?’ (nereden geliyorsunuz?) derler, ’Nerelisiniz?’ demezler. Gerçekten hayatını ayırdığı, vakfettiği, bütünleştiği bir şehrin içinden dünyaya bakan, yeni bir devleti, yeni bir anlayışla oluşturulmuş Türk milletini ve yeni bir cumhuriyeti kuran Atatürk, bu şehirle bütünleşti. Ankara’nın Atatürk’ü, Atatürk’ün Ankara’sı... Milli mücadele başladığı andan itibaren Mustafa Kemal’in Ankara’sı, Ankara’nın Mustafa Kemal’i, bu İngiliz kayıtlarında var bu. Atatürk gerçekten Selanikli değil, Ankaralıdır.
Gözlerin İstanbul’da olduğu bir dönemde, Ankara’yı genç Türkiye Cumhuriyeti’nin Başkent’i yapmasında bir meydan okuma var mı peki?
Emperyalizm, emperyalist tavırlı devletler, sizin savaşı kazanmanızın hemen akabinde kurduğunuz devleti kabul etmekte zorlandılar. Lozan’da bu devletin tapusunu ve ülkenin bağımsızlık belgesini imzaladılar ama, bunu çok içlerine sindirmediler. Bu yüzden ’Büyükelçi gönderelim mi, göndermeyelim mi, gönderirsek İstanbul’da mı otursun, Ankara’da mı otursun’ diye düşündüler. Ankara gibi İmrahor Çayı’ndan ve Samanpazarı’nın hemen arkasındaki çirkin kokulu derelerden ibaret, söğüdün, kavağın bir kaç gölgesi zayıf iğdenin şehrinde ne diye oturacaklar? Sarayların, káşanelerin ve yeşilliklerle denizin bulunduğu İstanbul’u terk edip Ankara’ya gelecekler, olur mu öyle şey? 1925, 1926 yılına kadar hiçbiri gelmedi. Direndiler.
MEYDAN OKUMA BURADA BAŞLIYOR
Atatürk dedi (Bu yeni devletin başkenti Ankara’dır). Bu kadarla da kalmadı, (Hepiniz burada büyükelçilik kuracaksınız) dedi. Elinizi vicdanınıza koyun. 27 A ralık 1919’da Dikmen sırtlarından girdiği yerden itibaren Ankara çamur, Ankara kısık ışıklarla perişan, yazları sıtmanın ve sivrisineğin, kışın dumanlı evlerin, dam evlerin şehri. Yenişehir dediğimiz bugünkü Sıhhiye’den yukarısı yok. Çankaya ve civarında bağ evleri var ama, nerede oturulacak? Devlet adamları nerede oturacak, hiçbir yeri beğenmeyen yabancı misyon nerede oturacak? Dünyaya meydan okuma işte burada başlıyor.
Kendisi de o dönemde kimsenin oturmadığı Çankaya bölgesini seçti, bunun da bir anlamı var mı? Eski Ankara’nın olduğu Samanpazarı, Ulus ve aşağı Dışkapı’ya, İstanbul Kapı ve Erzurum kapıların olduğu, sonra kalenin içi olan yere kadar baktığınızda buraları bir baş şehir olmaz. Onun dışında kurak bir çöl. Şimdi ki AOÇ’nin olduğu yer bir facia, tam a men taşlık. Şimdiki Söğütözü’nün olduğu yerde, bir tek orada söğüt ağaçları var. Çankaya’ya giderken bir de papazın bağı diye bilinen, hakikaten bir papazın ağaçlandırdığı bir yer vardı. Ankaralıların oturduğu asıl şehir ile bağ evlerinin arasında büyük bir boşluk var. Sıhhiye’den Kavaklıdere’ye kadar olan kısım boş. Mustafa Kemal Paşa ne yaptı? Dünyaya kafa tutacak bir yere çıktı, bir yalçın kayanın tepesine. Bu bakımdan bir bağımsızlık tepesidir Çankaya. Ankara, Çankaya o bağımsızlığın haykırıldığı yerdir.
Bugün AOÇ’nin bulunduğu alan için ’facia’ sözcüğünü kullandınız? O facia nasıl AOÇ’ye dönüştü? O dönemde herkes ’ Nasıl yeşillendirilir?’ diye düşünmüş. Bir alman getirmişler ve ’Burası nasıl yeşillendirilir?’ diye sormuşlar. Şimdiki AOÇ’nin olduğu yerden iğrenç bir dere akıyor, sivrisinek kaynağı. Beştepe’nin olduğu yerler ise tamamen kayalık. Getirdikleri Alman, (Buraları yemyeşil kılmak mümkün ama, bu bozkırın iki şeye ihtiyacı var, o da siz de yok) demiş. (Birisi sabır, diğeri para)... Atatürk çok üzülüyor ve ’Bende sabır da var, para da bulunur’ diyor. Çalışmalara başlanıyor. O zaman köylüler, (AOÇ denilen yeri Gazi Paşa, üzerine binip çalıştığı demir tekerlekli traktörle canlandıracakmış, düşmanları da yendi ama, bu iş zor) diyorlar ve kara kara bakıyorlar. Sonrasında ortaya çıkan AOÇ’yi herkes biliyor. Ve bugün o kadar küçüldü ki, 9. Cumhurbaşkanı Sayın Demirel de çok güzel söylüyor. Ankara’nın akciğeri. Şunu yaptınız, bunu yaptınız küçülttünüz. Oysa saldırmadan, gasp etmeden korumanız, çivi çakmadan betonlaştırmadan 40 yıl sonraya devredeceğiz alanlarınız olmalı. Orada hassas davranmalısınız. Her şeyi yıkarsanız. Yepyeni şeyler kuracağız iddiası ile de olsa, günün birinde gezip nefes alacağınız yer olmaz.
AOÇ’nin yıllar içinde ne hale geldiği ortada... Atatürk’e dil uzatanlara ceza verildiği gibi, mirasına el uzatanlara da neden bir ceza verilememiş? Atatürk’ün Çankaya’da oturduğu evi, Ankaralılar alıp hediye ettiler. Bundan sonra Atatürk maaşı ile araziler satın alıp, bunların hepsini Ankara Belediyesi’ne verdi. Ankara Belediyesi’ne bir tek yeri vermedi, o da bizzat kendisinin yaptığı AOÇ’dir. Orayı Ziraat Vekáleti’ne (bakanlığına) verdi. Düşünün lütfen, bir devlet başkanının parasını vererek, gelecekteki insanlara arsa ayırdığını, onlara gezecek, nefes alacak, top oynayacak yer düşündüğünü hayalinize getirin. Bunu halk korumayacak da, kim koruyacak? Kanunlar mı koruyacak? Halk bu konuda daha duyarlı olabilirdi. Ama bizim halkımızın her şeyi devletten beklemek gibi bir düşünmekte zorlandığım durumu var. 1950’den beri o bölgede birçok yapılaşma oldu. Güzellikleri kanunlar korumaz, güzellikleri güzeli arayan, güzele düşkün olanlar korur. Ama diyeceksiniz ki yapılan saldırılar, Vandalizm ölçeğindeki kapmalar ve küçültmeler hep kanunla yapılmış, doğru... İşte çıkmazımız orada başlıyor. Kimi kime şikáyet edeceksiniz. Ben bu noktada halkın kanunlar çıkmadan önce, gündeme geldiği günlerde medeni tepkilerle sahaya çıkmasını isterdim.
BALKANLARIN YEŞİLLER İÇİNDE BÜYÜMÜŞ ÇOCUĞU
Atatürk’ün çocuk sevgisi hep ön plandadır, ancak doğaya olan sevgisi sanki bir nebze daha az işlenen bir konu... Bir insan düşünün, Balkanlar’ın çocuğu ve yeşiller içinde büyümüş. Selanik ve çevresinde her yer yemyeşildir biliyorsunuz. Ondan sonra askerliğinin bir kısmı cephelerde geçerken, bulunduğu yerlerde de yeşil ve mavi yan yana. Ondan sonra Ankara’ya gelmiş Balkanlar’ın bu yeşil düşkünü çocuğu. Kurak mı kurak, buğday memleketi ama o da çok sevimli bir verimlilikte değil. O’nun bağımsızlığı kazandığı gibi, bu iklimi de değiştirdiğini düşünüyorum. Bu bozkırı, sivrisinek memleketini, yağmurlu memleket haline getiren de odur. Ağaç sevdası O’nda müthiş bir şeydi.
Yeni bir cumhuriyete, adeta sıfırdan inşa edilen bir başkent... Atatürk’ün bir belediye başkanı gibi de çalıştığı söylenebilir mi?
Eski anlamıyla belediye, iskán olunmuş, yerleşilmiş yerdir. Böyle bir yerde belediyenin başı aynı zamanda oradaki en üst mülki amir idi. Eskinin site devletleri gibi düşününün, aynı zamanda yerleşilen yerle birlikte medenileştirilen ve medeniyetin biçimlendirildiği, herkesi de o biçimlendirmenin içinde kaynatıp birbirine benzeştirdiği yer demek. Böyle baktığınız zaman Türkiye Büyük Belediyesi’nin başı da, cumhurun başı da Atatürk olduğu gibi, Ankara Belediyesi’nin biçimlendirilmesi, küşat tezkereleri n den dikilen ağaçlara kadar, Jansen’e yaptırdığı planda Jansen’in bile kafasını oynatacak sözler ve tekliflerle, o tavrıyla, sizin dediğiniz gibi, bir dehaya çok yakışıyor bu. ’Ezeli ve ebedi’ belediye başkanımızdır. Belediye ne yapar? Bizi korkmadan gezebileceğimiz ışıklandırılmış bir alana çağırır. Bizim temiz sağlıklı su içmemizi sağlar. Bize yol yapar, bizim dinleneceğimiz, gezeceğimiz alanlar yaratır. Bunun hayalini, bunun rüyasını, tasarımını bundan 70 yıl önce düşünmüş deha adam Atatürk’e belediye başkanlığı unvanı, O’nu küçültmez, O’na yakışır. Ama O’na ’ebedi ve ezeli ve milli’ belediye başkanı derseniz.
Son sorum şu olacak: Atatürk’ü ve verdiği mücadeleyi bugün doğru biçimde anlatabiliyor muyuz yeni nesillere? Yarının çocuğuna biz dünün sıkıntısını ve dünün zaferini doğru anlatmakta çok başarılı değiliz. Biz her şey birden kendiliğinden olmuş gibi, bize birileri bir şey hediye etmiş gibi, çekilen çileleri konuşmaksızın, bu ülkeyi emperyalistler işgal etmemiş gibi, bir kanlı boğuşma yaşanmamış gibi, bunlar anlatılınca şovenizm olacakmış gibi, öyle yanlışları doğrular haline dönüştürdük ki, günün birinde çocuklar bu yanlışlara inanırsa, bu ülkenin savunması kalmayacak.
"Bir insan düşünün, Balkanlar’ın çocuğu ve yeşiller içinde büyümüş. Selanik ve çevresinde her yer yemyeşildir biliyorsunuz. Ondan sonra askerliğinin bir kısmı cephelerde geçerken, bulunduğu yerlerde de yeşil ve mavi yan yana. Ondan sonra Ankara’ya gelmiş Balkanlar’ın bu yeşil düşkünü çocuğu. Kurak mı kurak, buğday memleketi ama o da çok sevimli bir verimlilikte değil. O’nun bağımsızlığı kazandığı gibi, bu iklimi de değiştirdiğini düşünüyorum. Bu bozkırı, sivrisinek memleketini, yağmurlu memleket haline getiren de odur. Ağaç sevdası O’nda müthiş bir şeydi."
ÇINAR DEDİ Kİ:Gazi Paşa’dan başka kimse altımda durmasın
BU sene Ağustos ayında nefis bir toplantı yapıldı Yalova’da. Bakımsız ve özellikle depremden sonra yıkılmanın eşiğinde bir Atatürk Köşkü var orada. Bir işadamı, Ahmet Çalık bunun onarılması için cebinden 350 milyar TL verdi. Ben köşkün hikáyesini biraz biliyordum, ama bu onarımdan sonra açılış tören için gittiğimde, bilmediğim bir detay daha öğrendim. Atatürk Yalova’ya geldiğinde çok nefis bir çınar görüyor. ’Şunun altında bir kahve bir sigara içelim’ diyor ve "şuraya bir köşk yapsanız ne vardı" diye şaka yapıyor. Arkasından "bana küçücük benim sığacağım kadar küçücük bir köşk, arkasına da İsmet Paşa’ya bir büyük köşk yapın" diye şakasına devam ediyor. Şaka da olsa İstanbul Valiliği, hemen harekete geçip orada (adı köşk) olan bir buçuk katlı bir ev yapılıyor. Paşa’yı da çağırıyorlar. Paşa, çok mutlu oluyor.
ÇINAR YERİNDE KALDI KÖŞK KAYDIRILDIO çınarın yanına yapmışlar. Daha sık gelip gidiyor, ancak bir kış gidemiyor ve yaz olunca gittiğinde görevliler, (Biz bu çınarın bir kolunu keseceğiz, köşkün üstüne basıyor ve belki biraz daha basarsa yıkacak) diyorlar. ’Bu ağacı biraz öteye götürün’ diyor, ’Ölür’ diyorlar. Çok kesin, sert ve tatlı bir emir veriyor: ’Öyleyse bu köşkü götürün.’ Herkes birbirine bakıyor, ama emir kesin. İstanbul’dan geliyorlar, 16 metre derine inip, döşedikleri traversler üzerinde köşkü yaklaşık 6 metre öteye taşıyıp çınarın dalını kurtarıyorlar. Bunları biliyordum. Fakat o gün merasimde başka bir şey öğrendim. 10 Kasım günü Atatürk ölmüş, bir hafta sonra köşke bir mektup gelmiş. Şöyle yazıyormuş: "Gazi paşa’nın ölümü üzerine kestirmediği büyük kol aniden hastalandı. Bu konuda emriniz." Tabi çürüyen kolu kesmişler.
Yine aynı bölgede, İsmet Paşa’nın köşkünün yanında bir ağaç varmış. Söylediklerine göre bir cins çam, ama çok güzelmiş. Atatürk gelir gider ’Geldim nasılsın’ der ve altında bir sigara içermiş. Bir defasında da şaka yapmış ağaca, ’Bakanlar Kurulu’nu altında topluyorum’ deyip, milleti toplamış. Ağaç, Atatürk’ün ölümünün ardından, baharda hiç kimsenin anlaya ma dığı bir şekilde birden kurumuş. Şöyle bir efsane dolaşıyor halk arasında: "Gazi Paşa’dan başka kimse altımda durmasın" demiş olmalı..."