Ankara bugünüm, gerçeğim

Güncelleme Tarihi:

Ankara bugünüm, gerçeğim
Oluşturulma Tarihi: Mayıs 27, 2017 15:55

“Sırtüstü olmam büyük şans. Buzdolabında çok üşüdüm. Neyse ki bir gece vakti, ılık suyla buluştum. Önce dibe vurdum. Aşağıdaki canlı dünyayı bırakıp yukarıya çıkmak zor geldiyse de parlayan binlerce yıldız korkumu geçirdi. Bakış açımla gökyüzünü yusyuvarlak bir tas gibi görebiliyorum. Dolunay yok, çok şükür! Yoksa yine utandırırdı beni, erkek bakışlarıyla!”

Haberin Devamı

Ankara’da yaşayan Gülçin Manka, dergilerde yazdı, derleme kitaplarında yer aldı. Ödüllü öykülerinin ve 2012’de yayımlanan “Gelincik Kutusu” adlı ilk öykü kitabının ardından, “Sazlıkların Arasında”yı (Haziran 2016) Kuytu Yayınları tarafından okurlarına sundu. Yazın serüveninden söz ederken; çocukluğunda kırmızı plastik kaplı, kareli defterindeki en sevdiği şiiri ile yıllar sonra bir dişçi muayenehanesinde beklediği sırada, dergilerin arasında nasıl karşılaştığını, adını bile duymadığı Paul Eluard’ın “Asıl Adalet”i ile çocukluk şiirinin tek satır dışında tamamen aynısı olduğunu büyük bir tesadüf olarak anlattı. “Kısaca bu olay, hayatımda bir muamma olarak kaldı. Çok da az kişiye söz etmişimdir, çünkü inanılır bir şey değil!” diyen Manka ile haberin ve gerçeğin ince sınırında, insani değerlerden beslenen öykülerinin kurgusunda bir yolculuğa çıktık. Akademik eğitimini, bunun yazarlığına ve gözlem gücüne katkısını, gerçeği duyumsatmaya yönelik kalemini Ankara Hürriyet okurları için konuştuk.

Haberin Devamı

ÇOCUKLUĞUM AĞAÇLARDA VE KİTAP OKUMAKLA GEÇTİ

-İletişim alanında yüksek lisans ve doktora tezleriniz var; çeşitli atölyelere katılmış, ortak kitap ve dergilerde yer almışsınız. “Sazlıkların Arasında” ikinci kitabınız. Biraz kendinizden söz eder misiniz, kaç yıldır yazıyorsunuz?
Eskişehir’de doğup büyüdüm. Hacettepe Gıda Mühendisliğinde bir yıl okuduktan sonra, Anadolu Üniversitesi, İletişim Bilimleri Fakültesi’nde Reklamcılık ve Halkla İlişkiler öğrenimi gördüm. Lisans ve doktoramı Ankara’da tamamladım. Karayolları Genel Müdürlüğü’nde Basın ve Halkla İlişkiler Müdür Yardımcısı olarak çalışıyorum. 18 yaşında bir kızım var. Yazma serüvenim, ilkokulda şiirle başladı. Sonra günlük tuttum. Çocukluğum ağaçlara tırmanıp bol kitap okumakla geçti. Evde kütüphanemiz vardı, babam kitaba ve ansiklopediye çok meraklıydı. İlk öykülerim 2000’lerin başında yayımlandı. Biri doktora tezi, ikisi öykü olmak üzere üç kitabım oldu. Çeşitli atölyelere devam ettim, dergilere yazılar ve öyküler yazdım. “Gelincik Kutusu” adlı öyküm, Sabahattin Ali Hikâye Yarışmasında mansiyon ödülü almıştı; ilk kitabımın da adıdır. İkinci kitabım “Sazlıkların Arasında” Kuytu Yayınlarınca yayımlandı. Sahibi Barış Çelimli, çok yönlü bir sanatçı, hem şair, hem de besteci, bağlama ustası ve yorumcu. Şimdi, onunla değişik şehirlerde edebiyat ve müzik etkinlikleri gerçekleştiriyoruz.
-Kitap yirmi bir kısa öyküden oluşuyor. İçinde çıkış noktası, gazete haberinden etkilenerek yazmış olduğunuz öyküler de var. Almış olduğunuz akademik eğitimin yazarlıktaki gözlem gücüne ve “tema her yerdedir” bakış açısına katkısı nedir?
Akademik eğitimin en önemli katkısı, araştırmayı, gözlemi, bunun yol ve yöntemlerini öğretip kişide bilgiye ulaşma, şevk ve heyecanını beslemek, bunu alışkanlık haline getirmek. Bu alışkanlığı günlük yaşamda da kanıksıyor, her konuda daha araştırmacı, gözlemci, didikleyici oluyorsunuz. Olayları neden-sonuç ilişkisiyle birbirine bağlıyor, daha analitik düşünüyorsunuz. Bu işin bir tarafı tabii, diğer tarafta da insani duyarlılık, insan sevgisi, insana ve topluma karşı algıların açık olması, bunları derinden hissedip dile getirme, topluma mal etme kaygısı var. İkisi de tek başına işe yaramaz, bir arada anlamlılar.

Haberin Devamı

Ankara bugünüm, gerçeğim
CANSU SESSİZCE VEDALAŞTI BİZİMLE

-Kitabın adını taşıyan “Sazlıkların Arasında” teknede tecavüze uğrayan, bir cinayet kurbanından yola çıkarak yazılmış gerçek bir öykü. Sanıyorum Özgecan’dan sonra, onca kıyametin üzerine yaşanmış bir hadise. Hayatın gerçeğini kurgulamak yeterince zor olmalı ama bu öyküyle attığınız çığlık yerine ulaştı mı, yoksa bu gibi olaylar hâlâ gölgede mi kalıyor?
Çok güzel söylediniz, bu öykü gerçekten bir çığlıktı. Dalyan’a yirmi beş yıldır giden, oradaki müthiş coğrafyayı, kanalı ve sazlıkları yakından bilen biri olarak, bu haberi okuyunca çarpıldım, başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Orada binlerce yıldır barış içinde yaşayan insanlar, kanal, bitki örtüsü, suyun çevresinde ve içindeki canlılar topluluğu, birden altüst oldu içimde, hepsinin huzuru, barışı bozuldu, üstlerine kara çalındı, kirlendiler. Kimsenin böyle bir şeye hakkı yoktu. Tabii daha da önemlisi, Cansu’ya bunu yapmaya kimsenin hakkı yoktu! Özgecan ülkede sembolleşirken, tanınıp bağırlara basılırken, Cansu sessizce vedalaştı bizimle, gazetelerde yer aldı ama, o kadar. Üstelik bazı haberlerde öyle olumsuz şeyler yazıldı ki faillerin ağzından, adli tıp raporları sonradan değişti ve o failler tahliye edildi. Bunları okurken kahroldum ve Cansu bu kadar çabuk unutulmasın, başına gelenler bilinsin, gelecek zamanlara da kalsın istedim. Dirisine sahip çıkamadık, hatırasına, onuruna sahip çıkalım.
-Bir diğer gerçek öykü “Boğaz Manzarası” ise boğazımızda düğümleniyor. Köprüde intihara kalkışan ve olayı dürbünle izleyen bir baba kızı anlatıyor. Her gün benzerlerini yaşadığımız, tanık olduğumuz bu haberlere karşı duyarsızlaşma ve yabancılaşma duygusu kaçınılmaz, buna nasıl bir yorum getiriyorsunuz?
Bu da gazetede okuduğum ve kanımı donduran gerçek bir olaydı. Medyanın, dünyanın öteki ucunda meydana gelen bir dramı, trajediyi evimize taşıması, gözümüzün önüne, elimizin altına getirmesi güzel ama bunu yaparken aynı zamanda olaya bizi yabancılaştırması, gördüğümüz, okuduğumuz olay ne denli korkunç, vahşi, akla sığmaz olursa olsun ona karşı duyarsızlaştırması kötü. Çünkü arada bir aracı var, siz uzaktan, güvenli bir mesafeden izliyorsunuz ve üstünüze sıçrama tehlikesi yok. Gerçek gibi duyumsayamıyorsunuz. Oysa sizi gerçeğe asıl yaklaştıran, olaydaki ayrıntılar oluyor. Bu da öyküde çıkıyor karşımıza.

Haberin Devamı

TÜM SANATLAR, İNSANIN GERÇEĞİNDEN BESLENİR

-Peki, bu noktada haberin gerçeği ve öykünün kurgusu arasında nasıl bir ilişkiden söz edebiliriz? Bir yazar olarak bu gerçeğe nasıl bakıyor ve bunun edebiyata yansıması gerektiğini düşünüyor musunuz, siz bunu ne ölçüde taşıyabiliyorsunuz?
Felaket edebiyatı diye bir kavram üzerinde durduk son atölye çalışmamda. Tam da buydu konu, bir felaket, bir acı nasıl anlatılabilir, haber bunu nasıl anlatır, edebiyat bu konuda ne yapar, ne yapmalı? Konuşup tartışılan şey, bir felaketi olduğu gibi çırılçıplak anlatmanın, göstermenin değil, onu sanat ya da edebiyat aracılığıyla ayrıntılar üzerinden giderek dolaylı biçimde anlatmanın okuyucuda insani duygular uyandırma, empati kurdurma ve hassasiyet kazandırma açısından çok etkili olduğuydu. Gerçek, hikayeleştirilince, bir kurguya dönüşünce hem ilgi çekici hem de daha etkileyici oluyor. Tarih boyunca böyle: Doğal olarak da insan sevgisi olan, insana ait her şeye duyarlı olan edebiyatçılar bunu yazmayı bir görev, vicdani bir sorumluluk olarak görür. Tıpkı Sait Faik’in ünlü “Haritada bir nokta” öyküsündeki gibi. Son cümlesinde, yazmaya başlamadan önce kalemin ucunu tutup öptüğünü söyler ve şöyle bitirir: “Yazmasaydım delirecektim…”

Haberin Devamı

Ankara bugünüm, gerçeğim
-Öykü konularınıza baktığımda sizi etkileyen çocukluk anıları, imgeler, gözlemler, olaylar, sevdiğiniz hayvanları okurla paylaşmayı seçtiğinizi görüyorum. Duygularınızı kıpırdatan ve yazmaya değer bulduğunuz şey, daha çok sızı ve acı mı? Yazılar hep olumsuzluklardan mı yola çıkar sizce?
Mutlu insanların öyküsü yoktur derler ya, insan hayatı boyunca çatışma, mücadele içindedir, tersi zaten çok sıkıcı, monoton bir hayat olurdu. Bunları yazmanın da cazibesi yoktur. Beni motive eden konular, duygularıma, duyarlılığıma, vicdanıma dokunanlardır. Bir hocam okuma atölyesindeki derste, yazmak için insanın içinde bir ateş olması gerektiğini söylemişti, yanmanız, çarpılmanız lazım dile getirdiğiniz şeyle, sizi bir şeylerin güdülemesi, arkanızdan ittirmesi lazım. Bu, bazen tanık olduğunuz bir olay, bazen bir fotoğraf, bir cümle, bir koku, bir haber de olabilir.

Haberin Devamı

AŞKI KÖRÜKLEYEN HEP OLANAKSIZLIĞIDIR

-Öykülerdeki aşk ise biraz sıkıntılı. Bazısı toplumsal değerlerin ardında kalmış. “Tek aşkımız vardı bizim, halkımız” ya da “bu yaştan sonra aşk meşk mi olur?” sözleriyle basmakalıp önyargıları işaret ediyorsunuz. Bazen de yasak bir aşkı, nahif bir eşcinsel aşkını, hatta Camille’in Rodin’e olan tutkusunu konuk ediyorsunuz. Sizce de mutlu aşk yok mu?
Aşkı körükleyen hep olanaksızlığı değil midir zaten? Her şey yolunda gitse bile iki insanın birbiriyle çatışmasız, kavgasız- gürültüsüz geçinip gitmesi mümkün mü? Her ilişkide olduğu gibi sıkıntılar, çatışmalar olacak. Çünkü söz konusu olan, iki ayrı cins, iki kişilik, iki farklı çevre, aile, değer yargıları, vs. Aşk bambaşka bir duygu, vücudun kimyasının değişmesi, algıların bu kimyaya göre biçimlenmesi. Ama bir tarafında acı varsa diğer tarafında yüksek duygular, sıradan bir hayatta asla yaşanmayacak hazlar, tatlar vardır mutlaka. Şöyle bir tanım duymuştum, “Sizi ne kadar azarlayıp kızsa da, yine de annenize sarılıp ağlamaktır aşk” diye. Gerçekten de size en çok acı çektiren birinin yine de en kıymetliniz olması, zor açıklanır, paradoksal bir durum.
-Yıllardır burada yaşıyor olmanıza karşın, sadece bir öykünüzde var Ankara. Soğuk, karakterinizin içine işlerken, elleri cebinde hastane durağından Cebeci’ye doğru yürüyor. Ankara’nın öykücülüğünüze yansıması nedir?
Gerçekten de Ankara çok var diyemeyeceğim öykülerimde; Ankara bugünüm, gerçeğim, ama hayallerim, düşlerim hep farklı yerlerde geziyor. En çok da Eskişehir’de, “Çocukluğu, insanın ana vatanıdır” derler ya! Belki ilerde Ankara’dan ayrılınca da burayı yazmaya başlarım, kim bilir?

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!