Güncelleme Tarihi:
Kamil Erdem, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nin Edebiyat ve Rus Dili ve Edebiyatı bölümlerinden mezun olduktan sonra, öykülerini edebiyat dergilerinde yayımladı. İlk kitabı “Şu Yağmur Bir Yağsa” Sel Yayıncılık tarafından Ekim 2016’da okurla buluşturuldu ve Antalya Edebiyat Günleri’nde, en iyi ilk öykü kitabı ödülünün sahibi oldu. Kitapta yer alan öykü karakterlerinin iç hesaplaşmaları, şiirsel bir dil ve gücünü ayrıntılardan alan zengin bir atmosfer ile kaleme alınmış. Karakterler bir kentin mahallesinde, kıyısındaki bir evde, bir kıyı kasabasında geçmişiyle yaşıyor. Soran, sorgulayan kimseler. Yazar, zaman zaman ironiye yer verdiği öykü dilinde, bugün pek de kullanılmayan eski sözcüklerle bezediği bir üslup yaratmış. Alışılagelen gibi kısa değil, bazen bir paragraflık uzun cümlelere yaslanıyor. Datça’da yaşayan Erdem’in öykülerinde yöresel motiflerin yer aldığı mekân ve özellikle doğa betimlemeleri doruk noktasında. Kâmil Erdem ile ilk kitabının başarısını, gücünü gözlem gücünden alan öykücülüğünü ve tabii ki yaşamı ve öykülerinde yer alan Ankara’yı konuştuk.
- 72 yaşındasınız; edebiyat dergilerinde yazdıktan sonra ilk öykü kitabınız “Şu Yağmur Bir Yağsa”yı okurla buluşturmakla kalmadınız, bir de Antalya Edebiyat Günleri’nde ödül aldınız. Kutluyorum... Gecikmiş bir başarı öyküsü mü sizinkisi; bu sonucu bekliyor muydunuz?
Öyküler yayımlandıktan sonra bu yaş meselesi biraz sorun oldu. Bu denli dikkat çekeceğini pek de düşünmemiştim. Oldu bir kere, elden bir şey gelmez. Ama sanırım öyküler de dikkat çekici bulundu. Ben üstüme düşeni yaptım, yani yazdım. Has okurların beni anlayacağını umdum. Tepkilerden, anlaşıldığımı anladım, sevindim.
-Kitabınızdaki öyküleri bunca zaman hangi çekmecede ve neden sakladığınızı merak ediyorum. Önceleri sadece kendinize yazdığınız ama sabırla dokunmuş, yıllarca demlenmiş, kaleminizden süzülüp tortulanmış metinler miydi, yoksa bir anda mı dökülüverdi?
Bir yerlerde birikmiş, duruyormuş diyelim. Çekmecede filan değil. İki yıl kadar önce bir deneme yazıp yollamıştım Dünya’nın Öyküsü dergisine. Noktalama İşaretleri diye. Denemeye küçük öykücükler katmıştım. Öyle başladı, sonu geldi.
DİLDE SEÇKİNCİ OLMALIYIZ
-Genç bir dil değil sizinkisi. İlk öykü “Yağmur”daki karakter gibi “sonra niye bu eski sözcüklerle düşündüğümü merak ettim” sorusunu, siz de kendinize soruyor musunuz? Bugün pek de kullanılmayan eski kelimelerin benimsendiği bir üslupla yazmak biraz usul, erkân, solfej, makam ve ahenk hatırlatması için mi?
Yaşlı da değil. Dil önemli. İnsanoğlu mütemadiyen (karşılıkları: hiç ara vermeden, sürekli bir biçimde) zor zamanlardan geçmiştir, geçiyordur. Dille yansıtmaya çalışırız bunu ve diğer tüm hallerimizi. Bu ucu başı belirsiz dünyada, yazıyorsak, dilde seçkinci olmalıyız ki yazdığımıza değsin, her şey çoraklaşmasın. Mülkiyetimdeki başı okşanası sözcükleri, serâzat ortaya saçarken, onların öksüz kalmayacağına, kötü yola düşmeyeceğine, onlara okurun sahip çıkacağına güvenerek teselli buluyorum. (Bakın yine başıboş diyemedim.) Bir de dilde, bir tıkanıklık, nasıl söylesem bir düpedüzlük var son zamanlarda. Tabii bilmiyorum, bilgisayar çağında, sözcüklerdeki gizil ahengi aramak anlamlı mı. Yüz kırk “karakter”e sığışacağız neredeyse.
-Yağmur izleği diğer öykülerde de karşımıza çıkıyor. Bir bahar yağmuruna tutulma duygusu, aslında yağmur sonrası güneşin gücüyle tazelenmek, iyi ve umutlu şeyler yazma isteği mi? Peki, yağmur yağacak beklentisi karakterlerinizi ve kitabın sonunda okurunuzu bir çeşit arınmaya, katarsise ulaştırıyor mu?
Okurda bir arınma duygusu uyandırıyor mu, bunu bilmiyorum. Ama yağmura epey bir anlam yüklemişim. Zaten yağmurun kendisi mucizevî bir şeydir. Düşünsenize, gökten başınıza küçük su damlacıkları düşüyor! Şu her şeyin insanları bulanıklaştırdığı, boğduğu ortamda biraz umut iyidir. Karamsarlık, kaskatılaştırır ve kimsenin buna ihtiyacının olduğunu sanmıyorum. Bir de insan ne kadar bastırılırsa bastırılsın, yağmurla, güneşle, ardıçla, kediyle kendine bir nefes borusu icat ediyor, dardan düze doğru.
ÖYKÜCÜ BİR BAKIMA GÖZLEMCİDİR
-“Komşu” ve “Bakkal” bağlamlı öyküler… Semih’in yüzüne bakakaldığı o kadın, Büyük İbrahim Mahallesi’ne yeni taşınan komşudur. Karakterleriniz o kadar tanıdık ki, sayfalar ilerledikçe aynı mahallenin fertleri, birbirinin komşuları olduğunu anlıyoruz. Öykülerinizi neden böyle bir atmosferde anlatmayı istediniz?
İstanbul’un ve diğer büyük kentlerin böyle mahalleleri var. Bizim göçebe bir geçmişimiz olunca, her an her yerde benzer mahalleler kurduk, kuruyoruz. İçimiz içimize sığmıyor. Diyelim kırk elli sene önce yerleşilmiş yeri “kentsel dönüşüm” ile yeniden yerleştiriyoruz. Buraların öykü için çok bereketli alanlar olduğunu düşünüyorum.
-Karakterleriniz farklı dünya görüşünden olsa da, içsel hesaplaşmalarındaki sorgularında uzlaştıkları noktalar var. Adalet, iman gibi manevi değerlerin satılabilir olması, hamlıkların piyasaya sürülmesi, övünme ve yüz kızartısı, rüşvet, derinliklerin şiddetle ve sığlıklarla doldurulması, bahçeli evlerin üstten bakan binalara dönüşmesi, rezidans reklamları... Gücünü kuvvetli gözlem yeteneğinden alan, ironik öyküler mi bunlar?
Gözlem, öykünün can damarlarından biri. Öykücü bir bakıma gözlemcidir de. Bir çocuğun küsüşünü, bir amirin azarlamasını, bir gelinin şaşkınlığını, bir sıvanın çatlağını, kara taş üstünde gezen kara karıncanın ayak sesini, şimşeği, dalgayı, kırılganlığı, fokurdayan tencereyi, üşüyen âşığı, postalı... gözler. Gözlem yaparken türlü hallere giriyorsunuz tabii. İki büklüm de oluyorsunuz, sırtüstü yatıp göğe bakmayı da deniyorsunuz ve hayatın alacakaranlık dehlizleri sizi bir yerlere götürüyor. Uzaklara. Oralarda ironi var mı bilmiyorum. Ya da olsa olsa, alt dudağı kanayan bir ironidir belki.
-Metinlerarasılığın sık kullanıldığını görüyoruz. Yazar ve şair adları, kitaplar, mitolojik figürler, müzik parçaları, türküler, marşlar, dizeler hemen her öykünün örgüsünde okura göz kırpıyor. Sizi iyi bir okur ve ödüllü bir yazar mertebesine ulaştırmış birbirinden değerli isme, bu yolla vicdan borcunuzu ödediğinizi düşünüyorum; katılır mısınız?
Borç ödemek demeyelim. O gerçekten değerli şair/ yazarlar da sanırım kimseyi borçlandırmak istememişlerdir yazdıklarıyla. Ama dediğiniz doğru, onlar kişiyi, yazar mertebesine de, okur mertebesine de ulaştıran ulularımız. Gözlerimizi bağlıyorlar, içimize sızıyorlar. Hele iletişimin bu kadar kolay olduğu çağda, unutulmanın da olağanüstü hız kazandığı günümüzde, onları adıyla sanıyla anımsamayı, akılda tutmayı istediler, buna gereksinme duydular öykülerdeki kimi kişiler.
HERKESİN İHTİMAMA İHTİYACI VAR
-“Forum” öyküsünde DTCF’nin mimarı Bruno Taut’a, bulvarın uğultusuna, troleybüslere, kenti kaplayan sise, ıhlamur ve atkestaneleri arasındaki kuşlara, Radyoevine, Hergele Meydanı’na, Gazi Lisesi’ne, öğrenci yurtlarına, Dörtyol’a birer selam çakmışsınız. Ankara’ya ve öğrencilik günlerinize bir gönderme, özlem var gibi...
Ankara, İstanbul’la birlikte, taşradaki öğrencilerin, yeni yetmelerin idealindeki kentlerden biriydi. İçimde birazcık uçma arzusu, biraz okunup edebiyatçı olunur yanılgısı, biraz kariyer hırsının zayıflığı, o zamanlar etkisi yitmemiş bohemlik filan, Ankara’ya gelmiştim. Her şey hem sönümlendi, hem devam etti. Hüseyin Cöntürk’ün, Bilge Karasu’nun bulunduğu edebiyat toplantılarına katılınca, ertesi yıl DTCF Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü değiştirdim. Sonra ‘forum’ların arkası geldi. Bilinçlendik, öfkelendik. Yürüyüşler, işgaller, hapishaneler. Ankara beni ödüllendirdi. Çankaya’da, Kızılay’da, Ulus’ta Tunalı’da çalıştım. Mamak’ta, Dörtyol’da, Ayrancı’da, Etlik’te oturdum. Ulucanlar’da, Mamak’ta yattım. Âşık oldum. Meclis Bahçesindeki Halkevi’nde türkü söyledik. Çocuklarla İnekli Vadi’de yürüdük, Atatürk Orman Çiftliğinde dondurma yedik. Saray Sineması’nda Büyük Sinema’da film seyrettik. Her yerini bildim. Daha ne olsun. Özlem var elbet.
-Bu kente -Ankara’ya- neden ihtimam göstermemiz gerektiği konusundaki -ki ihtimam güzel ve kırılgan bir sözcüktür sizin satırlarınızda- düşüncelerinizi sorarak söyleşimizi noktalayalım.
İhtimam gibi sözcükler gerçekten kırılgandır zamanımızda. Sermayenin, maddenin dünyasına göre değildir. Hırsın ve hoyratlığın egemen olduğu şimdiki zamanlardan gitgide uzağa, sürgüne gönderiliyorlar ki, Taif Zindanı’na ya da Sinop Kalesi’ne varmalarına bir kaç menzil kalmıştır. Benim ve kahir azınlığın çabası, varıp yolda onlara yetişip, hal hatır sormak, biraz ekmek, su filan vermek ve hayatta tutmak için onlara (ve onlarla) öykü anlatmak oluyor. Tabii bu duygular kentler ve her şey için geçerli. Bu hır-gür içinde herkesin ihtimama ihtiyacı var. Da gösterebiliyor muyuz?