SANIRIM 1984 yılıydı. Türkiye’den Avrupa Birliği’nin başkenti Brüksel’e göçmüş bir Süryani aileyi ziyarete gittim.
Okur yazar olmayan anne-baba, altı çocuk ve dört kedi, aşağı yukarı 25 metrekarelik tek bir odada yaşıyorlardı. O sırada kedimi yeni kısırlaştırmıştım. Aileye de aynısını yapmalarını önerdiğimde beklemediğim bir tepkiyle karşılaştım. ‘Allah’ın işine karışılmaz’ dediler bana.
Orada ne mi arıyordum? Bu ailenin yaramaz bir erkek çocuğu vardı. Bir gün evi yakmaya kalkışıyor, ertesi gün ayakkabıları toplayıp kaynayan kazana atıyordu. Başa çıkamayan anne-baba ise her seferinde oğlanı bir temiz dövüyor, çocuk sokağa kaçınca peşinden koşup yakaladıklarında da evire çevire pataklıyorlardı.
Bir gün Brüksel polisi evin kapısına dayandı. Komşuların şikáyeti vardı. Bu evde çocuk dövülüyordu. 5 yaşındaki oğlanı alıp götürdüler ve devletin korumasına aldılar.
20 yıl önce tanık olduğum bu olay tüm boyutlarıyla beni çok etkiledi.
* * *
Avrupa düzeyinden bakınca küçük Sıla’nın, onu öldüresiye döven annesinden alınmasından daha doğal ne olabilir? 20 yıl önce yukarıda anlattığım olayı yaşayıp üzerinde düşünmeseydim, belki bu kadar rahat olamazdım. 3.5 yaşındaki kız çocuğuna devlet tarafından sahip çıkılmasını normal karşılıyorum.
Her şey evde başlıyor. Erkekler, kadınlara nasıl davranıldığını önce kendi evlerinin içinde izliyor. Kadınsak boyun eğmeyi annemizde görüyoruz. Evin içinde şiddeti kanıksamışız. Öyle ki, yüzü gözü şiş karakola sığınan kadını ‘Hadi barışın’ diye dayakçı kocasına teslim eden polis, görevini yapmış sayar bizde. Hatta gözü morarmış kadına ‘Hak ettim’ dedirtip muhabire fotoğrafının çektirildiğini bile gördük.
Devletin gözleri morarıncaya kadar dayak yiyen bir canlıyı evimizden kurtarabilmesi için mağdurun ille de sarışın, mavi gözlü, tatlı bir kız çocuğu olması gerekmemeliydi.
* * *
Doğru olan yapıldı. Ya bundan sonrası? Evinde dayak yiyen bütün çocukları, genç kızları ve kadınları devlet korumasına alamayacağımıza göre başka çözümler üzerinde durmalıyız. Bunların en başında da belediyelerin yoksul ailelere yönelik sosyal danışmanlık hizmetlerini örgütlemesi geliyor. Bazen bu ihtiyaç, peynir ekmekten daha önemli olabilir.
Küçük kızının gözlerini morartan anne ile babasının bu tür bir destek ve eğitim almaları gerekiyor.
Aile içi şiddetin engellenmesi, sağlıklı bir toplum olabilmek için şart. Korkularını yenmiş, kendine güvenen, sorgulayan bireylerden oluşan bir toplum... Bunu hedeflerken, ‘AB’nin yolu Diyarbakır’dan geçer’ diyenlerin yanıldığını da anlıyorum. AB’nin yolu her yerden önce kendi evimizin içinden geçiyor.