12 Temmuz 2003
<B>BAŞKA </B>hiçbir yere benzemeyen bir ülkede yaşamak. Bu ülke kimi zaman kurşun ağırlığıyla çöker üstümüze. Sonra bir de bakmışız, mavi sularda süzülen yelkenli hafifliğiyle ufka doğru yol almaktayız. Başbakan'ın çevresinde bir Malezya hayranlığıdır gidiyor. Biz Malezya'ya benzeyebilir miyiz?
* * *
Türkiye bugün ekonomisini toparlamak için Malezya'nın bir dönem yaptığı gibi finans piyasasına dışarıdan sıcak para girişine kapılarını kapatabilir mi?
Önce bir soru: Küreselleşme çağında olmak ne demek? Finansal küreselleşme, dünya üzerindeki sermayenin istediği ülkeye istediği anda sıcak para olarak girebildiği, canı istediğinde de çekip gidebildiği bir sistemi ifade ediyor. Türkiye gibi ekonomisi istikrara kavuşmamış ülkelerde sıcak para her zaman risk yaratır. En ufak sarsıntıda bu paranın kaçıp gitmesinden çok zarar gördük. Krizlere girdik.
En son krizin getirdiği sonuç bugün tüm yasaları değiştirebilecek çoğunlukla iktidardadır. Peki ya çare? Malezya gibi olmak mı? Sıcak parayı yasaklamak mı? Yoksa finansal küreselleşmenin nimetlerinden yararlanabilecek bir ülke konumuna geçmek mi?
* * *
Şayet demokrasiniz güçsüz, partileriniz oligarşikse, denetim mekanizmalarınız şeffaf değilse, uluslararası sermaye bizim neyimize? Eski sistemde devam edeceksek kovalım gitsin sıcak parayı, rahat edelim.
Yok eğer bu ülkede gerçekten bir şeyler değişsin istiyorsak, o zaman demokrasimize çekidüzen verip şeffaf denetim mekanizmalarını işletmekten başka çaremiz yok.
Hayat bize bunu da öğretiyor.
Geçmişin beceriksiz iktidarları ekonomiyi öyle kötü yönettiler ki, yurtdışından gelen sıcak paraya bel bağlamaktan başka çareleri yoktu. Kısa vadeli sermaye girişlerine dayalı ekonomik modelle geldiğimiz nokta ise ortada.
Halkın parasını kendi yandaşlarına ulufe gibi dağıtan bir sistem küreselleşmeye direnemezdi. Türkiye, ekonomiyi açıp siyaseti değişime kapalı tutmuş olmanın sancılarını hálá çekiyor. Ömür boyu parti liderlerinin, seçmen desteğinin menfaat ilişkilerine bağlı olduğu, parti içinde kapıkulluğunun egemen kılındığı her sistem küreselleşmenin esiri olmaya mahkûmdur.
* * *
IMF'siz günlere dönmek için tek çare demokratikleşmedir. Demokratikleşmeden anlamamız gereken ise en başta halka ait paraları kendi destekçilerine dağıtan sistemin şeffaf denetim mekanizmalarıyla tasfiyesidir. Amaç gerçekten bu ise IMF de, AB de Türkiye için bu yolda önemli birer itici güçtür.
Gelin kendimizi Malezya ile, İskoçya ile, Korsika ile kıyaslamaktan vazgeçelim. Burası her şeyiyle kendine özgü bir ülke. Bunun farkına ve tadına varalım. Oyunu demokrasinin kurallarıyla oynayan global oyuncuyu kimse yenemez.
Yazının Devamını Oku 5 Temmuz 2003
<B>SOKAKTAKİ </B>insan için Avrupa Birliği hálá uzak bir kavram. AB üyeliğinin ön koşulu olan Kopenhag siyasi kriterleri Türk halkı için yeterince ilginç bir irtibatlanma noktası oluşturmuyor. AB uzanma mesafemizde değil. Ve bu sadece bize özgü bir sorun sayılmaz. Selanik'teki son AB zirvesi şehre 140 kilometre uzaklıkta, gözden ırak bir tatil beldesinde yapıldı. İnsanlar yaklaşmasın diye zirveye giden yollara adım başına birer polis dikilmişti. Neyse ki AB'nin halkla yakınlaşmasını isteyenleri sevindiren bir olay oldu: Küreselleşme karşıtları zirvenin kapısına dayandılar. Halkla temasın her türlüsü AB için değerliydi!
Bize gelince, Avrupa Birliği ekranlarda öyle anlatılıyor ki, AB üniforması giymiş bir adamın evimizin zilini çalıp elinde para dolu bir çantayı kapımıza bırakacağını sanmaya başladık. AB kimseye böyle para dağıtmıyor. Sanırım AB'nin ne olduğu kadar ne olmadığını da yazıp çizmek gerekiyor.
* * *
‘‘Neden AB'de olmalıyız?’’ sorusuna iki yanıtım var. Bir: Küreselleşmenin yıkıcı dalgalarına karşı direnç kazanmak için. İki: Teknoloji ve bilimde dünyanın gerisinde kalmamak için.
Pek çok kişi ve kurumun gündeminde olan AB yardımlarını ele alalım. Bu yardımların asıl amacı 2010'a kadar bilim ve teknolojide ABD ile rekabet edebilen Avrupa toplumunu oluşturmak. Bu görkemli hedefin bir de aracı var: 6'ncı Çerçeve destek programı.
Brüksel'deki karar alıcılar Türkiye'yi de bu programa dahil ederek gelecekte birlikte yürümek istediklerinin mesajını verdiler.
6'ncı Çerçeve ile üye ve aday ülkelere AB'nin beş yılda akıtacağı para 17.2 milyar Euro. Türkiye'de gerçekleştirilen ve Brüksel'e kabul ettirilen projeler ne kadar iyiyse, ülke olarak bu toplamdan alacağımız pay da o kadar artıyor.
6'ncı Çerçeve'de amaç Ortak Avrupa Araştırma Alanı'nı yaratmak. Bu alanda farklı ülkelerin kuruluşlarının bir araya gelerek ortak araştırmalar yapılması, bilginin paylaşılarak çoğalması amaçlanıyor. Bu nedenle de 6'ncı Çerçeve projelerinde birkaç AB üye veya aday ülkesinin bir araya gelmesi isteniyor.
* * *
Peki ama her isteyen her alanda 6'ncı Çerçeve yardımlarından yararlanabilir mi? Hayır. Öncelikli alanlar var: Yaşam bilimleri, genom bilim, biyoteknoloji, bilgi toplumu teknolojileri, nano teknolojiler, akıllı malzemeler, havacılık-uzay, gıda güvenliği, sürdürebilir kalkınma ve bilgi toplumu yurttaş yönetişimi gibi... 6'ncı Çerçeve'de irtibat kuruluşu TÜBİTAK.
KOBİ'lerin bu yardımlardan alacakları pay yüzde 15. Türkiye ekonomisinin motoru olan KOBİ'ler için büyük fırsat. Üniversiteler ve araştırma enstitüleri, kamu ve sanayi kuruluşları ile işbirliği halinde çalıştıklarında Türkiye'den parlak projeler çıkabilir.
Yoksa halkımız haklı mı? AB denince bunlar da en az Kopenhag Kriterleri kadar ilginç değil mi?
Yazının Devamını Oku 28 Haziran 2003
<B>OSMANLI </B>padişahları kendi zamanlarının hükümdarlarına hediye sandığı gönderirken içine <B>‘‘don’’ </B>da koyulurdu. En güzel kumaşlardan yapılmış en ilginç tasarımlı donlar Osmanlılarınkiydi. ‘‘Don’’ kelimesinin ‘‘donanmak’’ ve eşanlamlı olarak ‘‘giysi-giyinmek’’ anlamına geldiğini bilmeyen bazı mühim Türk aydınları, akılları sıra bu fırsatı yakalayıp sarayla ve kültürümüzle alay ederler. Bu aynı ekip Büyük Petro'ya ‘‘deli’’ dendiği için de dalga geçer, ama ‘‘deli’’nin ‘‘cesur’’ anlamına gelen bir iltifat olduğunu bilmeyecek kadar cahil ya da kendi kültürlerine ilgisizdirler.
Delilik ya da cesaret hepimize lazım ve sözü getireceğim yer moda. Bu hafta İstanbul'da dünya modacılarını ve giyim sektörünü bir araya getiren uluslararası bir kongre ve bir de fuar yapıldı. Gelen modacıların çoğu Fransızdı. Başta Fransız Moda Federasyonu'nun Başkanı olmak üzere, katılan Fransızların hepsinin moda merkezi olarak Paris'e sahip çıktıklarını duyduk. New York'un adını bile işitmek istemiyorlar. İçlerinden biri (Jean Paul Knott) yaratıcılığın sadece Paris, Londra ve Milano'da olduğu görüşünde. Böyle bakınca da İstanbul'un moda merkezi olma şansı yok tabii.
Bu yorum karşısında sordum: 30 yıl önce Milano var mıydı? Yoktu tabii ki. Altta kalmamak için bir başkası ‘‘Ama Milano'dan evvel Roma vardı’’ diye lafa karışacak oldu. İşte buna verilecek çok iyi bir cevabımız var: Orası Batı Roma ise Doğu Roma'nın merkezi burası; İstanbul!
İstanbul, dünya hazır giyimcilerinin kongresinde geleceğin moda merkezlerinden biri olmak iddiasıyla ortaya çıktı. Tepki gelmesi doğaldı. Herkes kıskançlıkla kendi konumunu korumaya çalışıyor. Özellikle Fransızlar bir zamanlar tek olan Paris'e yeni rakipler çıkmasından hazzetmiyorlar.
Biz kendimize bakalım. İstanbul nasıl moda merkezi olacak? Bunun içi boş bir slogan olarak kalmaması lazım. Açılışlarda yaptıkları konuşmalarda ‘‘İstanbul'u moda merkezi yapacağız’’, ‘‘Türk markaları geliyor’’ diyen hazır giyim sektör liderlerinin heyecan verici söylemlerinin arkasında durmaları gerekir. Sektör temsilcileri olarak bir araya gelip 10 yıllık bir strateji ve eylem planı çıkarmadan bunu yapamazlar.
* * *
Markalaşma 10 ile 20 yıl arasında zaman alan bir süreç. Bizden bir örnek: Ece ve Ayşe Ege kardeşlerin Dice Kayek markası 1992'de beyaz gömlek koleksiyonuyla adını duyurdu. İki kardeş bundan önce de beşer yıl tasarım sektöründe ter dökmüşlerdi. 2003'e geldiğimizde Ayşe Ege artık kendi markasının yanında ünlü Japon markası Hanae Mori'nin de tasarım direktörlüğünü yapan küresel bir tasarımcı. Ve başlangıçtan bu yana geçen süre 20 yıla yakın...
İstanbul'un moda merkezi olması, işi şansa bırakmadan yapılacak planlamaya bağlı. Tasarımcı istihdam edip tasarım yönetimi yapmadan marka olunamaz.
Bugünün dünyasında moda sektöründe tüketici taleplerini bireyselleştirebilenler kazanıyor.
Türk hazır giyimcisi bugün artık ‘‘farklı olmaya cesaret etmek’’ noktasında ki, moda da zaten budur.
Yazının Devamını Oku 21 Haziran 2003
<B>AVRUPA </B>Birliği Türk demokratikleşmesine destek mi köstek mi? AB'nin, burada algılandığı kadarıyla Türkiye'deki insan hakları ihlallerini inatla sadece etnik bazda eleştirmesinin özellikle Kürt meselesinde sağlanabilecek ilerlemeyi geciktirdiği kanısındayım. Bir konu daha var: Brüksel'dekiler Türkiye'deki AB yanlılarının işini zorlaştırmamak istiyorsa, MGK meselesini de yeni bir takıntı halinde sunmamalı.
AB'nin bir diğer zayıf noktası, Türkiye'de yakın temasta oldukları sivil toplum kuruluşlarının seçiminde de hayli özensiz davranmış olması. PKK'nın devamı olarak bilinen KADEK, Avrupa Parlamentosu'na komşu karargáh açmışken AB'nin Türkiye'de sivil toplum kuruluşlarıyla ilişkisinde kendini etnik dezenformasyona karşı koruması beklenirdi.
* * *
İnsan hakları meselesinde AB'nin bu tek boyutlu yaklaşımı terk etmesini kendi imajı açısından oldukça önemli buluyorum. Geçtiğimiz günlerde AB, Türk kamuoyuna dönük bir iletişim çalışması başlattı. Bu çalışma için yapacağım öneri, AB'nin ilk iş olarak Türkiye'ye yansıyan insan hakları bakış açısını bir an evvel değiştirmesidir. Evet, Türkiye'de insan hakları ihlalleri var, ancak bundan mustarip olanlar sadece Kürtler değil. AB'nin birilerinin dolduruşuna gelmemeye özen göstermesi şart.
İletişimcilerin diliyle söylersek, AB'nin Türkiye ile ilişkilerinde ‘‘algı yönetimi’’ne ihtiyacı var. Ancak bu ‘‘algı yönetimi’’ çalışması AB'nin kendine dönük olarak da yapılmalı, çünkü madalyonun her zaman için iki yüzü var.
* * *
Peki ama AB'nin son dönem Türk demokratikleşmesinde hiç mi payı yok? Kuşkusuz var. Ancak bu etki çok daha hızlı olabilirdi. Bir tarafta AB'nin meseleleri tek boyutlu algılaması, diğer taraftan bazı Türk kamuoyu önderlerinin paralel tutumu, içimizdeki AB karşıtlarının ekmeğine yağ sürdü ve karşıt lobiyi güçlendirdi.
Ankara'nın AB'ye tam üyelik başvurusunda bulunduğu 1987 yılından bu yana 1982 Anayasası'nda birey lehine önemli değişiklikler meydana geldiyse bu bir tesadüf olamaz. Ancak şunu da belirtmekte yarar var; AB henüz ufukta bile yokken kabul edilen bir 1961 Anayasamız vardı bizim. O anayasa Kopenhag kriterlerine uyumlu bir anayasaydı!
* * *
Yine de Sezar'ın hakkını Sezar'a verelim. Anayasal düzeyde asıl değişikliklerin 1995'te başlaması da tesadüf değil. Aynı yıl başlayan Gümrük Birliği ile beraber sadece gümrük sınırları kalkmadı, Türkiye'de temel hak ve özgürlüklerde de ilerleme sağlandı. 3 Ağustos 2002'deki AB uyum paketinin arkasında da AB vardı.
Devlet Bakanı Cemil Çiçek bundan böyle AB'ye uyumun tek bir paket halinde yapılamayacağını, çünkü bazı önemli konularda Anayasa değişiklikleri gerekeceğini duyurdu. Önümüzde bizi bekleyen 90'a yakın yeni kanun, 400'e yakın da idari düzenleme bulunuyor. AB yolunda çok kritik bir döneme girdik. AB'nin kendi söylemine özen göstererek Türkiye'deki değişime yardımcı olmasını diliyoruz.
Yazının Devamını Oku 14 Haziran 2003
<B>VAKTİYLE </B>Türkiye'nin bir cumhurbaşkanı talihsiz bir açıklama yapmış ve <B>‘‘Demiryolu sosyalistlerin tercihidir’’</B> demişti. 1980'lerin ikinci yarısındaydık. Aynı cumhurbaşkanı bu sözleri sarf ettikten kısa bir süre sonra Paris'e gidip Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı'na katıldı. O sırada birileri Türk cumhurbaşkanını alıp Paris-Lyon seferini yapan trene bindirince işler değişti. Bu tren, Çetinkaya'dan Malatya'ya ayrılıp Kurtalan'a uzanan Doğu Ekspresi'ne hiç benzemiyordu. Rüzgár gibi uçuyordu.
Turgut Özal'ın kafası o günden itibaren farklı işlemeye başladı. Avrupa ülkeleri için trenin stratejik bir yatırım olduğunu gördü. Ankara-İstanbul Hızlı Tren Projesi gündemimize işte böyle girdi.
* * *
Son günlerin en önemli haberi neydi, derseniz benim seçimim İstanbul ile Ankara arasını 3 saat 10 dakikaya indiren ‘‘hızlandırılmış’’ tren projesinin temelinin geçtiğimiz 8 Haziran'da atılmış olmasıdır. Bugün Cumhuriyet Ekspresi ile Ankara'ya altı buçuk saatte varıyoruz. Demek ki bu süre yarıya inecek. Yukarıda hızlı yerine hızlandırılmış kelimesini bilinçli olarak kullandım, çünkü söz konusu tren, Ankara-İstanbul hattı için çeşitli kaynaklara göre 9 ile 15 milyar dolar arasında yatırım gerektiren Paris-Lyon modelinden farklı. Burada sözü edilen yatırım tutarı 1 milyar doların da altında. Sürenin kısalmasında önemli etkenlerden biri virajları hızlı alabilen, devrilme riski olmayan, sallanan vagonların devreye girmesi.
Sonuca bakarsak -ki öyle yapmalıyız- 3 saat 10 dakikada Ankara-İstanbul arasını kat etmenin keyfini kim yadsıyabilir? Hızlı trenin ilk seferi 1 Aralık 2005 tarihinde yapılacakmış. O hattın yataklı vagoncu eski yolcularından biri olarak şimdiden yer ayırtma imkánı varsa biletimi almak isterim. Üç kişilik.
* * *
Ankara'ya hayatımda ilk gidişim trenle oldu. 60'lı yıllar... Babamı önden Meclis'e yollamıştık. Ailece İstanbul'u terk ediyorduk. Annem, ben ve kurallara aykırı olarak yanımıza gizlice aldığım yavru kedim Haydarpaşa'dan yataklıya binmiştik. Yatakları yapmaya gelen kondüktörün cebimden çıkan miyav sesini duymazlıktan gelişini unutmadık.
Üç bilet derken, annemle bana, 1 Aralık 2005'te yedi yaşında olacak olan oğlum da katılmalı. Kedi meselesini sonra çözeriz!
Oğluma anlatmam gerekecek: Annesi onun yaşındayken, Ankara çok uzaktı. Rötarlarla 14-15 saati bulabilen yolculuklar sadece Ankara'yla İstanbul'u değil, yönetenlerle yönetilenleri ruhen de ayırıyordu.
İki şehrin arasındaki bu ruhsal uzaklığın bedelini hepimiz çok farklı biçimlerde ödedik. Hálá da ödüyoruz.
Oğluma milletlerin millet olmasında trenlerin oynadığı rolü anlatacağım. ‘‘Tren uygarlıktır’’ diyeceğim. Bu, muhtemelen onun ilk Ankara seyahati olacak.
Yazının Devamını Oku 7 Haziran 2003
<B>HEMEN </B>herkes Merkez Bankası'na hücum ediyor: Faizleri düşür! Düşür ki dolar kendine gelsin. Görmüyor musun? İhracatçının bileklerinden kan akıyor! Memleket elden gidiyor, sen hálá TL de TL diye tutturmuşsun, elinde tokmak, doların kafasına indirip duruyorsun. Ortalık toz duman. Bu kadar kargaşada net görüş sağlamak kolay değil. Yine de olayların önüne arkasına bakmakta yarar var.
Birinci tespit: Dolar kuru düşükse bunun suçunu Merkez Bankası politikalarına atmak mümkün değil. Sorun Merkez Bankası'nda mı yoksa hükümette mi? Eğer bir suçlu aramak gerekirse, öncelikle ekonomi politikalarının uygulayıcısı olan hükümete bakmak gerekir. Şu anda kuru Hazine ile hükümetin birlikte belirlediğini söyleyenlere kulak kabartmakta bence sakınca yok. Bu mu dalgalı kur?
İkinci tespit: Bankacılık sisteminin eski sorunu ‘‘açık pozisyon’’lar hálá devam ediyor. Açık pozisyonculardan kaynaklanan gelir transferi de sürüyor. Ama devlet de bütçesini aynı şekilde yönetmeye çalışıyor. Gerçekte en büyük açık pozisyon devlete ait. Bu durumda kurlar aniden yükselirse kamu borçlanma sistemi çöker.
Üçüncü tespit: Oralıkta birtakım ‘‘beklenti anketleri’’ dolaşıyor. Bunlar kime sorularak yapılıyor? Eğer bankaların hazine yöneticilerine soruluyorsa, adamların kendi açık pozisyonlarına göre beklenti bildirmelerinden daha doğal ne olabilir?
Dördüncü tespit: Özel bankalar ne yapıyorlar? Birkaçı dışında çoğu açık pozisyondan medet umuyor. Çoğu bankadaki bireysel danışmanlar tarafından vatandaşa dolarını bozdurtup bono alması için akıl satılıyor. Çünkü faizlerin düşmesi demek bankacılık sisteminin altüst olması demek. Yurtdışından gelmiş olan ‘‘sıcak para’’ pılısını pırtısını toplayıp giderse herkes birlikte yanabilir.
Beşinci tespit: Türkiye'nin ihtiyacı olan şey büyüme. Ancak bu kurlarla ne Türkiye'ye yatırım gelir, ne de ihracat gerçek potansiyelini gösterebilir.
Altıncı tespit: Hükümet IMF'nin 5'inci ve 6'ncı gözden geçirme paketlerini birleştirir ve işi eylül ayına sarkıtıp IMF programından kopma yönüne doğru kayma gösterirse ortalık yine karışır, kurlar yukarı fırlarken bono faizleri de artar.
SONUÇ: Kamu borçları sorunu rayına oturtulup bankacılık sistemi adam edilmeden Türkiye demokratik bir ülke olamaz. Ekonomi ve siyaset ayrılmadan, siyasal rant sistemleri çözülmeden demokrasiye ulaşamıyoruz. Küresel finans hareketleri sıcak parayı yüzümüze doğru üflüyor. Küreselleşmenin yıkıcı etkilerine direnemiyoruz, çünkü kamu borcuna bulaşan herkes, adı konmamış bir ittifak içinde. Kuru yüksek tutanlar, para geldi, geliyor mesajlarıyla etrafı şenlendirenler. Onlar ne kadar AB yanlısı gibi görünürse görünsünler, aslında Türkiye'yi içine kapamak isteyen küreselleşme düşmanlarının ekmeğine yağ sürenler. Çünkü halk haticeye değil neticeye bakıyor.
Yazının Devamını Oku 31 Mayıs 2003
<B>ENERJİ </B>Bakanı <B>Hilmi Güler, </B>Mavi Akım Doğalgaz Anlaşması'yla ilgili olarak çok ilginç bir açıklama yaptı geçenlerde. <B>‘‘Elimizde anlaşmaların orijinalleri yok, aradık bakanlıkta bulamadık’’ </B>dedi. Mavi Akım şu anda Türkiye'nin enerji anlaşmaları içinde en tartışmalı olanı. Bu hattan gaz alımı Türkiye tarafından bir süredir durduruldu. Çünkü bizim bu gaza ihtiyacımız olmadığı anlaşıldı. Üstelik de fiyatı fahiş.
Peki ama biz bunun böyle olduğunu bilmiyor muyduk? Elbette biliyorduk. Üstelik her taraftan uyarılar yapıldı. Enerji uzmanları, basının pek çok kalemi bıkıp usanmadan yazdık. Kimimiz bu yüzden işimizden gücümüzden bile olduk. İnsan haklı çıkınca sevinir, ama inanın bunun sevinilecek yanı yok. Keşke haksız çıksaydık da bu hoyrat anlaşma Türkiye'nin elini kolunu bağlamasaydı.
Suyun altından gelen hattın pahalı olduğu, bedelinin tüketiciden çıkacağı uyarısı defalarca yapılmıştı, ama o dönemde Mavi Akım etrafında horon tepen çıkar grupları daha güçlüydü. Şimdi bu yüzden Ruslarla kavga etmenin de anlamı yok. Çünkü burada asıl suçlanması gerekenler, kendi içimizdeki işbirlikçiler. Ruslar elbette kendi çıkarlarını düşünecek, kim olsa öyle yapar. Ama bizim içimizdeki iştahı dinmek bilmeyen çıkar çevrelerine ne demeli?
* * *
Öncelikle Enerji Bakanı'na bir önerimiz var: Sayın bakan pekálá anlaşmanın orijinallerini kim kendisine teslim etmediyse o görevliler hakkında suç duyurusunda bulunabilir.
Ortada bir anlaşma var. Bu anlaşmaya göre ilk altı aylık deneme süresinde Türkiye gaz alımını tek taraflı olarak durdurma hakkına sahip. Nitekim bu hakkını kullandı da. Ancak altı ay göz açıp kapayıncaya kadar geçecek. Sürenin bitiminde yeniden pahalı doğalgaz alımı başlayacak mı?
Şu anda tek çare Ruslarla pazarlığa oturmak. Ruslar fiyat indirebilir; çünkü sonuçta Rus imajı da bu yüzden fazlasıyla zedeleniyor. Örneğin, Almanlara doğalgazı kaça satıyorlar? Türkiye'ye sınırda teslim ettikleri bin metre küpü 133 dolarlık fiyat (Bazı kaynaklara göre 2002 ortalaması) Almanlar için de geçerli mi? Ayrıca bizim santrallara teslim edildiğinde bu gazın fiyatı kaça fırlıyor? Arada kimler ne kazanıyor?
Ortada haksız bir fiyat olduğu kesin. Ancak sektörde şeffaflık olmadığı için bunu ispat etmek de neredeyse imkánsız. Anlaşmalar gizli tutulduğundan Uluslararası Enerji Ajansı rakamları çoğu kez yetersiz. Her durumda uluslararası ticaret hukuku açısından zor bir vaka ile karşı karşıyayız.
* * *
Kuşbakışı bir değerlendirme en büyük sorunun ‘‘şeffaflık eksikliği’’ olduğunu gösteriyor.
Tüketemediğimiz kadar gaz alıyoruz. Pahalı alıyoruz. Durduk yerde Ruslarla aramızı bozuyoruz. Neden? Çünkü birileri kapalı kapıların arkasında ve tüm uyarılara rağmen sırf kendi cepleri dolsun diye Türkiye'yi stratejik ve ekonomik yük altına sokmuşlar.
Tekrar ediyorum: Ruslardan değil, kendi içimizdeki işbirlikçilerinden hesap soralım.
Yazının Devamını Oku 24 Mayıs 2003
<B>NAZIM Hikmet'</B>in sevdiğim dizeleridir: <B>‘‘Ben babamdan ileri, doğacak çocuğumdan geriyim.’’ <br><br></B> Belki de ‘‘doğmamış çocuğumdan’’ demiştir, yanlış hatırlıyor olabilirim.
En büyük hata vardığımız noktadan ilerisinin olamayacağını düşünmek. Okulda olduğumuz yıllarda annelerimizle aramızdaki kuşak farkını kendi çocuklarımızla yaşamayacağımızı düşünürdüm. Şimdi çok şaşkınım. Dokunmatik bir çocuğun annesiyim. Halbuki biz elektrik düğmelerini çeviren kuşağız!
Ders verdiğim üniversitede her sene farklı kodlanmış öğrenciler çıkıyor karşıma. Aynı yaş grubunun özellikleri her sene değişiyor. Teknoloji, ekonomik durum, dünyanın gidişatı, doğal afet, giyip çıkardıkları, yedikleri, içtikleri, dinledikleri, okudukları. Bunların hepsi bir araya gelip davranışları belirleyen dış kodlama sistemlerini oluşturuyor.
Hayat bize en değişmeyen gerçeğin değişim olduğunu öğretirken, değişime direnmek de insanoğlunun değişmeyen özelliği olarak sürüyor. Değişimi görmezlikten gelmek ise tüm ilişkilere zarar veriyor.
* * *
Değişimi kavramamak bağlamında bugün sadece Avrupa Birliği ile ilişkilerden iki satır söz edeceğim. Sanılıyor ki hálá karşımızda iki kutuplu dünyanın Avrupası var. AB'yi eski haliyle algılayıp orada meydana gelen değişimi görmekte zorlanıyoruz. Bu yüzden de AB ile sağlıklı diyalog kuramıyoruz.
Irak Savaşı AB'deki değişim konusunda gözümüzü açmış olmalıydı. Bu son savaş, Amerika-Avrupa ilişkilerini derinden değiştirdi. Fakat bununla kalmadı. Avrupa'nın kendi içindeki siyasal dengelerini de bozdu.
Böyle olması ne ifade eder? Irak Savaşı sırasında olan bitene bakıp ‘‘Avrupa dağıldı, AB yok oldu’’ diye düşünenler haklı çıkmayacaklar. Zira AB'nin 2010 yılında küresel rekabette bir numaralı ekonomi olmak hedefi değişmedi. Bu hedefin ardındaki siyasal irade azalmadı. Bunun için hazırlanan planı (Lizbon Stratejisi) uygulamaya devam ediyorlar.
Algılamakta güçlük çektiğimiz bir başka gelişme de AB'nin kurumsal yapısının yeni oluşan AB anayasası ile değişmekte oluşu. AB'nin siyasal kimliği de değişimden payını alıyor. Önümüzdeki bir yıl içinde karşımızda AB olarak 25 üyesi olan yeni bir muhatap bulacağız.
* * *
Dünyadaki tüm ülkeler yeniden strateji belirliyor. Türkiye de bunu yapmalı. Ancak strateji değiştirmek demek, AB ilişkisine boşverip yerini sözgelimi Ortadoğu ile ikame etmek olamaz. Avrupa Birliği ne kadar değişirse değişsin, Türkiye'nin dış ilişkilerindeki ağırlığını koruyor. ABD ile stratejik ilişkimizin sürmesi, AB ilişkisinin sonu anlamına gelmiyor.
Babamdan ileri, oğlumdan geri ve işte dünya değişiyor.
Yazının Devamını Oku