6 Eylül 2003
<B>AVRUPA </B>Birliği ile Türkiye'yi bağlayan anlaşma 1963'te imzalandığında zamanın başbakanı <B>İsmet Paşa </B>sormuş: <B>‘‘Bu trenden istediğimiz zaman atlayabilir miyiz?’’ </B>Kurmaylarından <B>‘‘Evet’’ </B>cevabını alınca basmış imzayı. O gün bugün tren ilerliyor. Türkiye'de ‘‘inelim’’ diyen güçler zaman zaman seslerini daha fazla duyuruyorlar. Aynısı AB'de oluyor, ‘‘Atın şu Türkleri ilk istasyonda’’ diyenler çıkıyor. Fakat tren Brüksel yönünden ayrılmıyor.
Şu anda Türkiye hiç olmadığı kadar Avrupa gündeminde. Nedir bu merakın nedeni? Çünkü Türkiye'yi İslami kökenli bir parti yönetiyor. AB ülkelerine giden herkes aynı soruyla karşılaşıyor: ‘‘İslamcı hükümet ne yapacak?’’ İslamcı hükümetin Avrupacı kesildiğinin Avrupa kamuoyu henüz farkında değil. DBR'nin Genel Müdürü Neslihan Tokcan bizim sektörde yurtdışı medya ile yakın temasta olan biri. O da bu soruyla karşılaşanlardan. Üstelik soruyu soran sokaktaki sıradan AB vatandaşı değil, Avrupa medyasının dümenini tutan patronlar ve yöneticiler.
* * *
İslami kökenli bir parti ‘‘Ben değiştim’’ mesajını kadrolaşmadan imam hatiplere uzanan çeşitli nedenlerle kendi ülkesinde anlatamıyorsa, Avrupa'da algının böyle olmasında şaşıracak şey yok aslında. Türkiye'nin iktidarı, AB'deki karar oluşturucuları iknada zorlanıyor.
Bir başka açı: Gidip o ülkeleri yönetenlerle aynı sofrayı paylaşmak dış kamuoyunun bakışını değiştirmeye yetmez. Çünkü sonuçta sofrada karşınızda oturan adamın Türkiye algısı da gazetecilerin yazdıklarına bakarak oluşuyor. Türkiye'yi doğru okuyan Avrupalı medya mensuplarının sayısı ise 15 üye ülkeyi toplasan 15 etmez.
Neden Türkiye imajını değiştiremiyoruz? Bu sorunun bir diğer yanıtı da‘‘Neden ağaç ithal ediyoruz?’’ sorusunun yanıtıyla aynı. Burası Türk fındığı denilen ağacı bile İtalya'dan ithal eden bir ülke de ondan!
Bizim insanlarımız imaj peşinde koşarken de ‘‘Hemen ekelim hemen biçelim, sonra da tarlayı dinlendirelim’’ mantığıyla koşuyor. Oysa bu uzun soluklu bir iş. Fidanı büyütmek vakit isteyen, yatırım isteyen, sabır isteyen bir sanat. Bizim gösterişe dayalı işleri seven devlet erkanımıza göre değil.
* * *
Kaldı ki fidanı düzenli sulayacaksın ki büyüsün. Bizim siyasetçimizde tutarlılık da yok. Olsaydı eğer Tayyip Erdoğan Almanya seyahatinin orta yerinde ‘‘Bizi AB'ye almazsanız İslam ülkeleri alternatifimiz var’’ diyebilir miydi?
Başbakan'ın yabancı yöneticilerle fotoğrafının bizim gazetelerde boy boy basılmasının Türkiye imajına hiçbir katkısı yok. Bir Alman meslektaşımla konuştum. ‘‘Cemalettin Kaplan'ı bile iade edemiyoruz Türkiye'ye çünkü Türkiye'de adil yargılanacağına dair ikna olmuş değiliz’’ dedi. Karşımızdaki zihniyet bu! Cemalettin Kaplan Türkiye-AB ilişkilerinde demokrasi kıstası olabiliyor.
Türkiye'de AB treninden atlamayı düşünen kesim kadar trenin daha hızlı yol almasını isteyenleri de bütün bunları düşünmeye davet ediyorum.
Yazının Devamını Oku 30 Ağustos 2003
<B>OKUMAYA </B>başladığınız yazı, bugün Taksim Meydanı'nda yapılan <B>‘‘Ya istiklal, ya ölüm’’</B> temalı gençlik yürüyüşünün çağrıştırdıklarından yola çıkılarak yazıldı. Önce bir soru: Küreselleşmeden anlaşılan şey sınırların kalkması ve yeryüzünün tek bir pazara dönüşmesi mi? Hemen sormak gerekiyor: Eğer öyle ise dünyamız neden hálá bir ittifaklar gezegeni?
Avrupa, Amerika ve Uzakdoğu. Türkiye olarak bu üç kutuplu dünyanın neresindeyiz? En yakınımızdaki bölgesel ittifak Avrupa. Avrupa Birliği ‘‘kale’’ değilse bile sınırları var.
* * *
Birinci saptama: Avrupa Birliği tarzındaki bir bölgeselleşmenin bir noktadan itibaren küreselleşmeye tepki olduğunu söyleyebiliriz. Avrupa Birliği'ne neden katılmamız gerektiğini soranlara ‘‘Küreselleşmenin yıkıcı etkilerine karşı direnç sağlamak için’’ cevabını vermem bundan.
İkinci saptama: ‘‘Teknolojide geri kalmamak için AB'ye girmeliyiz.’’ Bu yazıda asıl değinmek istediğim de bu konu. Avrupa Birliği teknolojik işbirliği alanında şimdiden bize önemli kapılar açıyor. Üye olduğumuz zaman Avrupa Birliği'nin teknoloji programlarının tümünde yer alacak ve dünyanın birinci liginde oynayacağız. Bu, kendi başımıza ve dışa kapanarak yapabileceğimiz bir ilerleme değil.
Bugün genç arkadaşlarımız Taksim Meydanı'nda yürüyen ‘‘Ya istiklal, ya ölüm yürüyüşü’’ yapıyorlar. Korkarım onların kastettiği anlamda bir ‘‘istiklal’’ maalesef bugünün koşullarında ölüme sebebiyet verebilir. Bugün ülkeler, egemenliklerini kendi iradeleriyle birleştirerek daha büyük bir güç sahibi olmanın peşindeler.
* * *
Konuyu Avrupa Birliği'nin Çerçeve Programları'na getirmek istiyorum. Bugün Türkiye'de teknolojiyle uğraşan hemen herkesin ortak araştırma geliştirme çalışmalarını özendiren bu programlardan haberi var. Ancak medyamızda bir yanlış yapılıyor. Sürekli olarak bu programın parasal boyutu vurgulanıyor. Oysa, bir firmanın şu anda 6'ncısı uygulanan çerçeve programlarına başvururkenki beklentisi paradan çok daha değerli.
Firmalar bu sayede kendi başlarına geliştiremeyecekleri teknolojileri başka ülkelerden gelen ortaklarla birlikte geliştirmeyi, stratejik ortaklıklar kurmayı hedefliyorlar. Ülkemizdeki teknoloji firmalarının ve üniversitelerin bu tür açılımlar geliştirmeye kuşkusuz büyük ihtiyaçları var.
Üniversitelerimiz de AB ile işbirliğinde aktif. Örneğin Işık Üniversitesi'nin rektörü Prof. Sıddık Yarman, AB projelerine katılarak okulunu bilgi toplumu için bir e-Avrupa merkezine dönüştürmüş.
Bu kısacık yazının özeti: ‘‘Ya teknoloji, ya ölüm’’dür.
Yazının Devamını Oku 23 Ağustos 2003
<B>BANA </B>hayvanat bahçeni söyle, senin kim olduğunu söyleyeyim. İnsanları, çocukluk anılarında hayvanat bahçesi ziyareti olanlar ve olmayanlar diye ikiye ayırmam gerekeceğini hiç düşünmemiştim. Hayvanat bahçesi deyip geçmeyin, bir kültürden ve kentlilikten söz etmekteyiz. Gülhane Parkı'nın Gülhane Parkı olduğu günlerde babamın elinden tutup oraya gitmek ne büyük heyecandı. Benim Gülhane Parkı dendiğinde belleğime kazınan ilk imge kuyruğundaki renkleri sonradan ömür boyu her yerde aradığım görkemli bir tavuskuşuydu. Sonra, bütün bir kenti yerle bir eden değerler erozyonuyla birlikte Gülhane Parkı'nın hayvanları da yok oldu. Çarpık kentleşme dedikleri gelişme, bir sürü başka şeyle birlikte Gülhane Parkı'nı da yıktı, orasının kimliğini halk konserlerine teslim etti.
Yıllar önce kendi gittiğim hayvanat bahçesine oğlumu götürememenin ezikliğini duyuyorsam, kaybolan değerlerimizle ilgilidir bunun öncelikli nedeni.
Bir kent belediyesi insanlarına hayvanat bahçesi sunmaktan acizse, orada iyi gitmeyen bir şeyler var demektir. Kentleşmenin doğru geliştiği kentlerin hepsinde hayvanat bahçesi vardır. Avrupa'dakilerin en ünlülerinden Viyana Hayvanat Bahçesi, Schönbrunn Sarayı'nın bahçesinde 250 yıl önce açılmış. Prenslerin himayesinde kurulmuş ilk hayvanat bahçeleri. Gülhane'deki eski hayvanat bahçesinin Topkapı Sarayı'na bitişik konumu da tarihsel olarak bir rastlantı olmasa gerek.
* * *
Bana hayvanat bahçeni söyle senin kim olduğunu söyleyeyim. Bunu kentlere uyarlarsak bugün Türkiye'nin en büyük hayvanat bahçesi Gaziantep'te. Burası Türkiye'nin en büyük doğal hayatı koruma alanı.
Gaziantep'teki 5 bin 400 hektarlık Burç Ormanı, bugünün İstanbul Valisi Muammer Güler'in Gaziantep'te vali olduğu günlerde doğal hayatı koruma ve hayvanat bahçesi yapılmak üzere İl Özel İdaresi tarafından 40 yıllığına belediyeye kiralanmış. İçinde nostaljik fayton turu atılan, trenle gezilen hayvanat bahçesine ayrılan kısım 600 dönüm.
Gaziantep'i ve belediye başkanını kutluyoruz.
* * *
Gaziantep hayvanat bahçesine gıpta ederken İstanbul'da Gaziosmanpaşa-Habibler arasında açılacağı duyurulan Avrupa'nın en büyük hayvanat bahçesi ve safari parkını da heyecanla bekliyoruz. O parkın açılacağı güne kadar İstanbul için ‘‘metropoldür’’ diyemeyiz.
Özel girişim olan Darıca'daki Kuş Cenneti ya da yeni adıyla Boğaziçi Hayvanat Bahçesi de olmasa biz Gülhane Hayvanat Bahçesi kuşağı, çocuklarımızın önünde başımız eğik gezecektik.
Kentli olmanın birinci koşulu çocukluğunda hayvanat bahçesine gitmiş olmaktır. Ne demiştik? Bana hayvanat bahçeni söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim.
Yazının Devamını Oku 16 Ağustos 2003
<B>ERDOĞANLAR'</B>ın düğünü, kılık kıyafet konusunu birinci sayfalara taşıdı. Haberleri tatilimi geçirdiğim kasabanın kumsalında okudum. <B>Berlusconi </B>gelinin elini öpmüş, derdi Avrupa basınına düşmüş! Erdoğan Ailesi bunu sorun etmiyor, Türk kamuoyu önemsemiyor, onlara ne? Türkiye'nin Avrupa kıtasında algı ve imaj sorunu yeni değil. Ama değişiklik olsun derseniz, şezlong kitaplarım arasında Osmanlı'nın Alacakaranlığı da var. Abdülhamid'in maiyetinde Fransızca öğretmeni ve gazeteci Ronald Bareilles'in anılarını içeren bu kitap 1875-1933 yıllarını kapsıyor. İçerden bir bakış ve mükemmel bir kavrayış. Okudukça hayretlere düşüyorsunuz. O gün bugün çok fazla değişen bir şey yok. Örneğin, ‘‘Osmanlı görevlisi olmak güç iştir. Bazı yetkiler verilir verilmez çevresi, çıkar sağlamak için kendileri de işe karışmak isteyen yeni arkadaşlarla sarılıyordu. Görevli yüksek kademelere çıktıkça, çıkarlar daha belirgin, talepler de daha güçlü ve tehlikeli hale geliyordu’’ diye yazmış Ronald Bareilles.
* * *
Osmanlı bürokratı, yazarın gözünde yüksek çadırda ağsız gösteri yapan bir sirk akrobatıdır.
Mezopotamya petrollerinin paylaşımından Bakü'ye, Bağdat demiryoluna uzanan kitabın Kürtler ve Ermenilerle ilgili bölümleri kadar Atatürk reformlarına bakışı da ilginç:
Atatürk'ün reformları Batı'da şüpheyle karşılanmıştır. Çok eşliliği kaldırmak, Arap alfabesi yerine Latin harflerinin kabulü, Batılı giysilerde direnmesi. İsyanlar beklendiğini hatırlatan bir dostuna şöyle cevap verir Ronald Bareilles:
‘‘Sultan Mahmud da dirençle karşılaşmıştı ama reformlarını dayatarak bunlara son verdi. En güç olanı da memurlarına bol elbiseleri bıraktırtmaktı. Yaşlı bir Fener Rumu, Deniz Kuvvetleri'nde çevirmen olan babasının, sarayın gönderdiği pantolonu giymek istemediğini anlattı. İlk gördüğünde şaşkınlığından istavroz çıkarmış. Karısı onu yatıştırmaya çalışmış ama dinlememiş. ‘Olamaz, benim yaşımda bir adamı hokkabaz gibi gülünç bir kılığa zorlamak çılgınlık' diye tekrarlıyormuş. Alafranga giyinme zorunluluğu bu zavallı Rum'u utançtan titretiyormuş.’’
* * *
Sultan Mahmud dönemindeki reforma gösterilen tepkilerden örnekler veren Ronald Bareilles’in anılarından devamla:
‘‘Yunanlılar gibi birçok Ermeni de benzer tepki vermiş. Zabel Essayan'ın büyükbabası, Avrupalı gibi giyinmeyi asla kabul etmediği için üç yıl hapiste kalmış.’’ (Z. Essayan, Silidar Bahçeleri, Paris 1994).
Bugün bazı Müslüman kadınların başörtüsüne gelip takılan büyük reformun öyküsü, Osmanlı zamanında bir medeniyet projesi olarak başlatılmış. Bilmekte zarar yok.
Bir de Diana meselemiz var ki ona da değinmeden edemeyeceğim. Tayyip Erdoğan kral mı ki Reyyan Uzuner Prenses Diana'mız olsun? Başımı kaldırıp kumsalda güneşlenenlere bakıyorum. Siz buradaki genç kızlarla dalga mı geçiyorsunuz?
Yazının Devamını Oku 9 Ağustos 2003
<B>TÜRKİYE'</B>de ne kadar çok sayıda siyaset insanının partisiz kaldığının farkında mısınız? <B>Ali Müfit Gürtuna'</B>dan <B>Celal Doğan'</B>a, <B>Tarhan Erdem'</B>den <B>Erdal İnönü'</B>ye uzanan bir partisizler ordusu var karşımızda. Bir başka deyişle partisini arayanlar ordusu. Ve bir yanda da ezici çoğunluğuyla cemaatler konfederasyonu görüntüsündeki AKP. Karşısında doğru dürüst muhalefet olmayan bir iktidar. AKP siyasi parti değil gevşek bir konfederasyon. Böyle olduğu içindir ki en hayati meselelerde bile her kafadan farklı bir sesin çıkabildiği bir ‘‘parti’’.
Tabanları altlarından kaymış bir sürü başka parti.
İktidarda sivilleşmeyi, demokratikleşmeyi ve Avrupa Birliği'ni savunan cemaatler topluluğundan ayrılıp biraz da öte tarafa bakalım. Muhalefet partisi olarak karşımızda Batılı sol partilerin yaptığını başarıp kendini revize edememiş, ‘‘kabuğunu değiştiremeyen yılan ölür’’ misali tarihsel bir CHP.
Türkiye'de yıllardır siyaset sahnesini seyrettiğimiz koltuklarımızdan kalkıp doğru bakış açısını bulmamız gerekiyor. Bunu yapmayı başardığımızda siyasetin bittiğini göreceğiz. Siyasetin bitmesi, eskinin güç denizlerinin kuruması anlamına gelir. Toplumda yeni güç dengeleri oluşmaya başladı bile. Yıllar boyunca, bilimden modaya kadar her alanda siyasi gücün etkili olduğu bir toplum, siyasetin bitmesiyle birlikte büyük bir evrime giriyor.
İyi bir yere doğru gittiğimize dair işaretler var. Askerle AKP arasında sürtüşmeye yol açan sebeplerin de zaman içinde önemini yitireceğini sanıyorum.
* * *
Siyaset sektörü gözden düşerken eğlence sektörü yükselişe geçiyor. Reina, Laila, Havana gibi eğlence mekanları bugünün Türkiyesi'nin global markaları. Beko ve Mavi Jeans kadar Reina da aynı derecede önemli bir global marka. Ayrıca, global bir siyasetçimiz yok, ama eğlence yerimiz var!
Bizim eski koltuğun görüş açısını değiştirmeden baktığımızda kabul edilmesi rahatsızlık veren gerçekler bunlar.
Yapılacak bir şey yok! Evet Reina çok ciddi bir global marka. Zaten sahipleri de bunun farkında olmalılar ki bir gecelik hasılatlarını tekerlekli sandalye alımı için Sakatlar Derneği'ne bağışlayarak kurumsal kimlik güçlendirmesi yapıyorlar. Aferin onlara.
Sadece Türkiye'de değil bütün dünyada siyaset gerilerken insanlar eğlence sektörüne yöneliyor. Türkiye de bu değişimden payını alıyor.
Sol ya da sağ illüzyon peşinde koşmanın anlamı yok. Siyasette parti arayıp da bulamayanlarla Reina'ya sinir olup boşuna kendi kendini hırpalayanlara gerçeği görmek için koltuk ve perspektif değiştirmeyi öneriyorum.
Yazının Devamını Oku 2 Ağustos 2003
<B>SAMİ Kohen, Mehmet Barlas </B>ve <B>Semih İdiz'</B>le NTV'deki Basın Odası programında Irak'ı tartışıyorduk. Irak'a demokrasi getirmenin kolay olmayacağını söyledik. Mehmet Barlas ise aksini savundu.
Dün gazetelerde bir haber: Irak'ın Şii bölgesinde bir kadın, hákimlik görevine atanınca kıyamet kopmuş. Kadın avukatlar bile protesto için sokağa dökülmüş! Sonunda kadının hákim yapılmasından vazgeçilmiş.
Kadınlara nasıl davranıldığı, bir ülkenin demokrasiye yatkınlık düzeyini ortaya koyan önemli bir gösterge. Geçenlerde Türkiye'deki AB temsilcisi Hansjörg Kretschmer ile görüştüm. Kretschmer, AB yolundaki engelleri sıralarken kadının konumundan söz etti. Ceza kanunundaki erkeği kollayan maddeler AB üyeliği önünde engel. Bunlar yazılı olmayan Kopenhag kriterlerine giriyor ki, Avrupa toplumları nezdindeki etkisi MGK'nın oluşumu meselesinden çok daha büyük.
* * *
Bu konuya nereden geldik derseniz, yılbaşından bu yana Ercan Kumcu'nun Hürriyet'in ekonomi sayfasındaki köşesinde her pazar, bilim dünyasının kadınlarını, özellikle de matematikçi kadınları tanıtan yazılar yazması ilgimi çekiyor. Önce Vahap Munyar'ı arayıp ne düşündüğünü öğrendim. Bir ekonomi editörü için sayfasının en itibarlı köşelerinden birinin kadın konusuna ayrılmasında işbirlikçilik yapmak cesaret işidir. O sayfaları bir dönem ben de yönettim, en azından etraftan laf ederlerdi, buna eminim.
Hadi diyelim Vahap Munyar kız babasıdır, iki oğlan çocuğu babası Ercan Kumcu'ya ne oluyor, diye de düşünmek mümkün. Nitekim Vivet Kanetti de Ercan Kumcu'yu Habertürk'teki programına davet edip aynı soruyu sormuş: ‘‘Kız babası mısınız?’’ Ama hayır -sözüm meclisten dışarı- o, kız babasıyım diye ortalarda dolaşıp kadınlara hoş görünmek isteyen sahte feministlerden değil.
* * *
Ercan Kumcu'yu Merkez Bankası'nda başkan yardımcısıyken tanımıştık. Esas eğitimi iktisat olmakla beraber matematik felsefesine özel ilgisi olan Kumcu, kadın matematikçileri incelerken yaşamöykülerinin bir bütünsellik sunduğunu görmüş. Bilim kadınları hayatta vardıkları noktaya gelebilmek için büyük mücadeleler vermişler. Çoğunun ortak noktası, bir noktadan sonra yılmaları. Toplum ve aile baskısı karşısında geri vitese takmaları.
Sütununu matematikçi kadınlara ayırdığı için hemcinslerim adına Ercan Kumcu'ya teşekkür borçluyum. Ama bundan yararlanacak olanlar sadece kadınlar mı? Matematikle uğraşmak insanları daha mantıksal düşünmeye ve olayları daha az çelişkili yorumlamaya sevk ediyor. Çelişkileri net bir şekilde görünce de olayları ille de her seferinde kendi çıkarımız doğrultusunda yorumlama ádetimizden vazgeçebiliriz.
Kadın sivil toplum kuruluşlarını Kumcu'ya ödül vermeye davet ediyorum.
Yazının Devamını Oku 26 Temmuz 2003
<B>KAZIKLANMAK </B>kötü bir duygu. Üstelik kazığı atan devletse, daha da kötü. Söz konusu olan domates tezgáhında kazık yemekten farklı bir durum. Pazarcıyı değiştirebiliriz, ama devlet değiştirme imkánımız yok. Ek gelir, ek kurumlar, ek emlak, ek taşıt, ek cep telefonu diye uzayıp giden bir ek vergiler listemiz var. Kuzu kuzu gidip bunları ödüyoruz. Bazen faka basıyoruz, ödediğimizle kalıyoruz.
Bu duruma biz alıştık, ama yabancılar alışamadı. Türkiye'deki büyük bir yabancı şirketin başındaki yabancı müdür yakınıyor: Yüzlerce aracımız için gidip ek vergi yatırdık. Şimdi ne olacak?
Bu gidişle ‘‘Yabancı sermaye neden gelmiyor?’’ diye hayıflanmaya devam edeceğe benzeriz. 2002'de koskoca Türkiye'ye gele gele 600 milyon dolar yabancı sermaye gelmesinin izahı ne olabilir?
* * *
Evet, Yabancı Sermaye Kanunu nihayet geçti, evet bir Yatırım Ajansı nihayet kuruluyor, ama uygulamaya bakın. Hangi Avrupa Birliği ülkesinde bizim taşıt vergisi komedisinde -rezaletinde de diyebiliriz- tanık olduğumuz türden olaylar yaşanabilir? Oralarda böyle bir şey olsa insanlar ayağa kalkar.
Bizim milletçe bir kuzu kuzuluk özelliğimiz var, ama asıl değinmek istediğim konu bu değil. Çin'e bakıyoruz, 105 milyar dolar yabancı sermaye çekmiş diye gıpta ediyoruz. Bize yılda gelen yabancı sermaye miktarının 1 milyar dolar civarında dolaşıp durmasını neyle açıklayacaksınız? 36 ile 40 milyar dolar arası yabancı sermayenin aktığı İspanya'ya öykünmeye devam edelim. Dönemsel bakarsak 1989 ile 2001 arasındaki 12 yılda Polonya'ya 41 milyar dolar yabancı sermaye gitti, bize gelen ise toplam 9.4 milyar dolar.
Yabancı sermayenin bir ülkeye gelmesi için ön şart güvendir. Bizde en başta devlet bu güven duygusunu vermiyor. Adli sistem için de benzer bir durum söz konusu. Eğer yabancı sermaye mahkemelerde haklılığını ispat edemiyorsa, vergi uygulamalarında devlet güven telkin etmiyorsa, bir dediği diğerini tutmayan bir bürokrasi varsa, adamlar ne yapsın?
* * *
Ödenen ek vergiler için çare bulunur, bütün bunlar geride kalır. Ancak mesele bu kadar basit değil. Çünkü kol kırılıyor ama bugünün dünyasında yen içinde kalmıyor. Yabancı sermaye için ek taşıt vergisi olayı önemli bir gösterge.
Önümüzdeki sonbaharda İstanbul'da Dünya Bankası'nın da ön ayak olduğu büyük bir Yatırımcı Konseyi toplanacak. Dünyanın önde gelen şirketlerinin CEO'larının beklendiği bu toplantı geçen yıla planlanmışken yapılamadı. Önümüzdeki günlerde olumlu birkaç mesaj veremezsek fiyaskoyla karşılaşabiliriz. Başbakan'ın çıkıp özellikle içeri dönük olarak ‘‘Yabancılara iyi davranın’’ mesajını vermesi havanın dönmesi için iyi bir başlangıç olabilir.
Yazının Devamını Oku 19 Temmuz 2003
<B>ZİNCİRLİKUYU</B>-Maslak hattı için <B>‘‘İstanbul'un Manhattan'ı’’ </B>diyenler var. Zincirlikuyu şehrin önemli kavşak noktalarından biri. Zincirlikuyu Mezarlığı işte bu kavşak noktasında. Sosyal kültürümüzde mezarlıklarla iç içe yaşamak olağan sayıldığından, buraya kadar sorun yok. Kentsel kültür çevresi olarak İstanbul'da 204 mezarlık olduğunu hissetmeden yaşarız.
Şimdi konunun tuhaf olan tarafına geliyorum.
Geçenlerde devasa bir kapı yapıldı bu mezarlığa. Paris'teki Zafer Takı mı desem, Beyazıt'taki üniversite kapısı mı desem, karar veremedim. Kapının yapılmasıyla birlikte onca zaman kendi halinde durup kimsenin gözüne batmayan mezarlık caddeden gelen geçenlere ‘‘Hey şişşt, ben buradayım’’ demeye başladı.
Ama bu da yetmedi. Bir sabah baktık ki, o koca kapının üzerinde herkesin okuyabileceği kadar büyük harflerle bir yazı: ‘‘Her canlı ölümü tadacaktır.’’
O yoldan her sabah geçen biri olarak güne ölümün tadının ekşi mi yoksa acı mı olduğunu düşünerek başlamak son derece moral bozucu.
Bu cümle Kuran'daki bir ayetten alınma. Büyükşehir Belediyesi basın danışmanlığının bize verdiği bilgiye göre oraya komisyon kararıyla yazılmış. İşin içinde Fen İşleri de varmış. Birtakım adamlar bunun gerekli bir hatırlatma olduğuna karar vermiş.
Büyükşehir basın bürosundan bize anlatılmaya çalışıldığı kadarıyla bu yazının mezarlık kapısında yer alması, vergi dairelerinin kapısına ‘‘Vergi kutsaldır’’ ya da spor salonlarının kapısına ‘‘Ben sporcunun zeki, çevik ve ahlaklısını severim, İmza K. Atatürk’’ yazmasından farksızmış!..
* * *
İşin içine ölüm ve ayetler karışınca hassas bir alana girilir. O nedenle bu yazıdan önce Belediye'nin vatandaş ilişkilerini yönlendiren Beyaz Masa ve Müftülük de arandı.
Beyaz Masa'nın söylediğine göre iki psikolog bu konuda iki ayrı görüş bildirmiş. Biri olumlu, diğeri olumsuz... Olumlu görüşteki psikolog bunun sigara paketlerinin üzerinde yazılan ‘‘Sigara sağlığa zararlıdır’’ yazısıyla aynı etkide olduğunu söylemiş.
Diğer taraftan konu internetteki sağlık sitelerine de girmiş. Uzman psikologlar ‘‘Panik, korku ve moral bozukluğuna yol açan o yazı hemen kaldırılmalı’’ demekteler.
Müftülük ise tabutların üzerindeki örtülerde de aynı cümlenin yazdığını hatırlattı. Bu arada ek bir bilgi olarak da o yeşil örtülerin Çin malı olduğunu öğrendik...
* * *
Dün sabah yine o yazının önündeyken trafik sıkıştı.
Neyse ki mezarlıktan hemen sonra sağımda İlhan Koman'ın sonsuzu yakalayan Akdeniz heykeli belirdi. Çetin Altan bu heykelin buradan sökülüp Akdeniz'de bir plaja konmasını istemişti. Kusuruma bakmasın, heykelin yerinden taşınmadığına bir kez daha sevindim. Akdeniz Heykeli sonsuzluk duygumu güçlendirdi. Zaten ölüm de sonsuzluğa geçiş değil miydi?
Yazının Devamını Oku