20 Aralık 2003
<B>FENERBAHÇE'</B>nin borsaya açılması, kulüp açısından stratejik bir karar. Aynı zamanda Fenerbahçe televizyonunun ocak ayında yayına girecek olması, marka olarak Fenerbahçe'deki yeni bir konumlandırmanın göstergesi.
Merak ettiğim mesele, bunun ne kadarının bir marka vizyonu dahilinde planlı ve programlı olarak yapıldığı. Bu girişimlerin arkasında uzun vadeli bir strateji var mı, yok mu?
Fenerbahçe bütçesinin, kuruluşunun 100'üncü yıldönümü olan 2007'de 70 milyon dolar olarak hedeflendiği basına açıklandı. Birinci soru: Şirketin mali değeri marka değerindeki bir artışla da desteklenecek mi? Desteklenecekse bu nasıl yapılacak? Çünkü ikisi aynı şey değil. Ve borsaya açılan bir şirketin, ikisine de dikkat etmesi gerekiyor.
Türkiye sınırları içinde Fenerbahçe en güçlü Türk markalarından biri. Türkiye dışına çıkıldığında ise şimdilik Galatasaray'ın markası daha güçlü.
Markalar dünyasında konu futbolsa, kalıcılık sağlamak diğer ürünlerle kıyaslandığında çok daha zor. Birkaç sezon üst üste UEFA kupalarında ve Avrupa şampiyonalarında olmayan bir takım, marka değerinden ciddi kayıplara uğrayabilir.
O halde futbolda öncelikle sorulması ikinci gereken soru da şu: Yediğim gollerden etkilenmeyecek bir marka oluşturmam mümkün mü? Bu sorunun cevabı özellikle de borsaya açılan bir kulüp için önemli.
* * *
Futbolda her sezon başarılı olunmadan da kárlı bir marka olarak kalmak için mutlaka stratejik çalışma yapmak gerekir. Bunu başarmak ise tek başına yurtdışından marka guruları getirerek yapılacak iş değil. Zaten şirket dışından yardım alarak markanın ancak yarısını oluşturabilirsiniz. Dünyanın en iyi reklamcısını alsanız, yanına en parlak iletişimciyi ve görsel ekibi de koysanız yetmez. Şayet işletmeniz ve kulübünüzü yöneten ekip sağlam değilse markanızı kalıcı kılmanız mümkün değil.
Bunun tersini de düşünebiliriz. Stratejik marka yönetimine boşvermişsiniz. İletişiminiz zayıf. Taraftarla duygusal bağ kuramayan bir kampanya yürütüyorsunuz. Ama kulübünüzün başında cüzdanı şişkin bir yönetici var ve bir tek ona güveniyorsunuz. Ya da tüm beklentiler durmadan değişen teknik direktörlere bağlanmış.
Kalıcı bir marka oluşturmanız bu şekilde de mümkün değil. Skordan etkilenmeyen markaya ulaşmada salt vitrin değişikliği yetmez.
* * *
Futbolda dünya markası olmak için yeşil sahadaki başarının yanına bir de holding anlayışıyla ticari başarıyı eklemek şart. Fener'in borsaya açılımı bu açıdan önemli bir işaret. Ama rakamlar da yetmiyor. Fenerbahçe'nin bugünden itibaren yapması gereken, Fener Cumhuriyeti'ni kalıcı bir dünya markası yapacak olan vizyonu oluşturmak. Varsa bunu açıklamak.
Yazının Devamını Oku 13 Aralık 2003
<B>TÜRKİYE'</B>nin önemli bir sorunu da strateji oluşturması gereken insanların <B>‘‘önlem alınsın’’</B> demekle iş yaptıklarını sanmaları. Özellikle Çin konusunda yazılıp çizilenler ve verilen demeçlere bakarsanız, bunun ne kadar yaygın bir tavır olduğu ortaya çıkar. Çünkü biz hálá Çin'den ‘‘sarı tehlike’’ diye söz ediyoruz!
Unutmayalım ki sözcüklerin de hafızası ve taşıdıkları anılar var.
Irkçılık kokan ve 19'uncu yüzyılın sömürgecilik kafasını yansıtan bu iki sözcüğün ötesinde modernleşen bir ülke var karşımızda.
Türkiye'de kimse Çin'le ilgili strateji geliştirmiyor. Kulaktan dolma bilgilerle ‘‘sarı tehlike’’ hamasetinde pozisyon alınıyor ve önlem isteniyor, hepsi bu.
Asıl tehlike burada. Çünkü önleme değil stratejiye ihtiyaç var.
Diğer taraftan da Çin'i sadece tekstildeki bir tehdit gibi yaşıyoruz. Oysa Dünya Ticaret Örgütü'nün kotaları kaldıracağı 2005'te dünyada sadece tekstil kotaları sıfırlanmayacak. Kotaların kalkacağı tam 762 ürün grubu var. Bunun ancak 60 kadarı tekstil kotası.
Çin sadece kılık kıyafet üretmiyor. Günümüzde Çin, küresel tabirle bir ‘‘world factory’’ yani dünya fabrikası. Çin'de makine de üretiliyor, elektronik ürün de yapılıyor. Çin'in 1.3 milyar nüfusu var. Askeri harcamaları 2002'de önceki yıla oranla yüzde 18 arttı. Çin geleceğin en büyük uydu filosuna sahip olacak.
Ve Çin'in Avrupa pazarında gözü var.
Avrupa'nın da Çin pazarında gözü var.
* * *
Avrupa Birliği uzunca bir süredir tekstil sektörünü gözden çıkardı. AB dışındaki ülkelere ticari taviz vermesi gerektiği her durumda bunu tekstil alanında yaptı. Bu bilinçli bir stratejiydi. AB tarımda vermediği tavizi tekstile kaydırdı.
AB tekstil sektörü bu duruma fazla tepki göstermedi. Çünkü aralarında üretimini Çin'e kaydıran markalar vardı. Bunlar Çin mallarının AB'ye serbest girişine destek verdiler. Ayrıca Çin'de alım gücü yükselen bir kitle var ve Avrupa markalarının tüketicisi olmaya başladı bile. 1.3 milyar nüfusun onda biri bile devasa bir yeni pazar.
Çin ile AB, uydu teknolojilerinde işbirliği yapıyor. AB ve Çin 1998 yılından bu yana her yıl ortak zirvede buluşuyor. Çin'in AB'ye ihracatı son 12 yıl içinde sekiz kat artarak 80 milyar Euro'ya yükseldi. AB ülkeleri ise Çin'e 39 milyar dolarlık mal satıyor. Bu miktar ABD'nin önünde, Japonya'nın arkasında.
* * *
Çin hükümeti, AB'ye yönelik bir ‘‘strateji belgesi’’ hazırladı. Buna göre Çin, gelecek 5 yıl içinde en büyük ticaret ve yatırım ortağı olmasını bekliyor. AB ise Çin'le ilişkilerine ağırlık verdiği son sekiz yılda beş kez Çin politikasıyla ilgili belge yayınladı.
Ben de Türkiye'nin Çin stratejisiyle ilgili bir belge arıyorum.
‘‘Sarı tehlike’’den başka bir şey bulamıyorum.
Yazının Devamını Oku 6 Aralık 2003
<B>GENÇLİĞİNİN </B>bir bölümünü <B>‘‘içerde’’ </B>geçirmiş bir dostum, bombalama eylemlerini yapanlar açıklandığında şöyle dedi: ‘‘Bunlar eski solculara benziyorlar.’’
Aklıma üniversite yıllarım geldi. Marksist literatürün önemli kitaplarına gömüldüğüm günlerden birinde bizden büyük solcu bir ağabey, bana ‘‘Önce inanacaksın, sonra okuyacaksın’’ demişti.
‘‘Bu okuduklarım Kuran değil’’ yanıtını vermiştim ona.
O sırada sağcı gençler de önce inanıyor, sonra okuyorlardı.
Zaten İslamcı teröristleri eski solculara benzeten dostumun saptaması bence eksik:
Bunlar eski sağcılara da benziyorlar.
* * *
Teröristlerden birinin gençliğinde solcu olduğunu oğlu söyledi. Diğer teröristlerin de yaşı tutsaydı, içlerinden 80'li yılların eski sağcıları da çıkabilirdi. Öyle anlaşılıyor ki Türkiye'de bir zamanlar aşırı solda ifadesini bulan bağnaz ve Batı düşmanı tepkiler, bugün dini fanatizm ile ifade edilir hale gelmiş.
Evet terörün çapı ve tipi değişti ama teröristin portresi değişmemiş. 70'li yıllarda TİP'li gençleri Ankara'da evlerinde öldürenler, 80'lere gelirken kentlerde kahve tarayanlar, bombalı pankartları okullara asanlar, mesela yazar Ümit Kaftancıoğlu'nu bir sabah işine giderken kızının gözleri önünde tarayarak yok edenler...
Sağcısı, solcusu hepsi terör eylemleriyle toplumun lanetini almışlardı. Ama yaşamlarına bakıldığında, aileleri araştırıldığında ortaya ‘‘canavar portreleri’’ çıkmadı. Teröristlerin zihninde ortak olan tek şey, kör bir inanç, biriktirilmiş nefretlerin üstüne serpiştirilmiş trend haline gelmiş ideolojilerdi.
60'lardan itibaren dünyada sol dalga hákim olmuş, bunun karşısında sağ dalga gelişmişti. Solun ve sağın terör örgütleri de bu dalgalar doğrultusunda güçlendiler.
Türkiye, 90'larda terörün İslam ideolojisinden kuvvet alan biçimiyle tanışmaya başladı. Uğur Mumcu'yu, Ahmet Taner Kışlalı'yı, Turan Dursun'u yok edenleri unutmayalım. Terör biçim değiştiriyorsa bunun sebebi teröristlerin karakter özellikleri değil, global planlardaki değişimler.
* * *
Bugün tek kutuplu sandığımız dünya, öteki kutbunu yaratmaya çalışıyor. ‘‘Öteki’’ kutup, Müslüman ülkeler. Bu noktada, İslam bir ideoloji haline getiriliyor, terörist bu ideolojinin yardımıyla devşiriliyor. Bu kez teröristin karşısında güçlü devletler var. Bu yüzden terör eylemlerinin türü de farklı.
Türkiye'ye bölgede ne tür misyonlar biçilmiştir?
Sivrisineğin değil, bataklığın özelliklerini anlamak gerekiyor. Terörist sivrisinektir, terör ise bataklık. Bataklığı kurutmak için terör eylemlerinin hizmet ettiği uluslararası planları anlamaya çalışmalıyız.
Yazının Devamını Oku 29 Kasım 2003
<B>THE </B>Economist dünyanın en saygın haftalık dergisi diye bilinir. İngiltere'de yayınlanır. Piyasa ekonomisini savunur. Dünyayı yönetme ve izleme iddiasında olan herkes tarafından da okunur. Niyetim reklam yapmak değil, tam tersine. The Economist'in her yıl dünyayı genel anlamda değerlendiren bir tür ‘‘yıla bakış’’ sayısı yayınlanır. ‘‘The World in 2004 - 2004'te Dünya’’yı alıp okudum. Her yıl olduğu gibi kısa kısa ülke değerlendirmeleri yapmışlar. Türkiye'ye bakınca (s. 97) şaşırdım. Siz de şaşıracaksınız:
2004'te Dünya'da The Economist Türkiye'de önümüzdeki yıl milli gelirde yüzde 4,5 oranında küçülme bekliyor! Önce 4.5 rakamının önüne yanlışlıkla eksi işareti konulmuş sandım, ama yazının tümünü okuyunca hata yapmadıklarını anladım. Dergideki Türkiye enflasyon beklentisi ise yüzde 39.4. Derginin hiç tereddüde yer bırakmayan ifadesine göre 2004'te Türk Lirası'nın ani değer kaybına uğraması ve yüksek enflasyonun yeniden durgunluğa yol açması bekleniyor.
Açıkçası ben etrafımdaki ekonomistlerin hiçbirinden böyle bir 2004 analizi duymadım. Türkiye ekonomisiyle ilgili okuduğum son raporlarda da böyle beklentiye rastlamadım. Ekonominin hálá hassas dengelerde yürüdüğü konuyu izleyen herkesin malumu olmasına rağmen The Economist'in tahminleri ancak bir kriz durumunda ortaya çıkabilecek rakamları içeriyor.
The Economist bu kadar kesin bir dille kullanabildiği bilgileri muhtemelen geçen yaz The Economist Intelligence Unit tarafından açıklanan Türkiye ekonomisine ilişkin kötü senaryodan aldı. Bu senaryo Türk-Amerikan gerginliği üzerine kuruluydu. 2004 yıllığına kötü senaryoyu aynen alıp yapıştırmak The Economist açısından önemli bir gazetecilik hatası oluşturmuş.
* * *
The Economist'in günahı boynuna, bu kadar önemli bir yayında çıkan Türkiye ekonomisi beklentisi eğer yanlışsa neden kimse konuşup tartışmıyor? Ekonomi yönetimi bunun farkında değil mi? Basın danışmanları dış yayınları takip etmiyor mu? Neden bu kadar içe dönük yaşıyoruz? O dergide çıkan o iki satır yazının etkisinin ne kadar büyük olabileceğini kimse hesap edemiyor mu?
Abarttığımı düşünenler çıkabilir.
Küçücük dergi notuna neden taktı bu kadın, diye geçirebilirsiniz içinizden. Haklı da olabilirsiniz. Biz değil miyiz İstanbul'daki terör olaylarıyla ilgili haberleri de Amerikan gazetelerinden naklen takip eden? Elin Amerikalı muhabiri en doğal gazeteci refleksiyle koşup Bingöl'e gitmişken dokuz günlük bayram tatili telaşesine kapılmış olan Türk medyası değil de kimdi?
Ama artık bayram bitti. The Economist'teki Türkiye beklentisi yanlış veya bayatsa derhal düzelttirilmeli. İnanın etkisi terör kadar kötü olabilir.
Yazının Devamını Oku 22 Kasım 2003
<B>BU </B>yazıyı gazeteci değil, okur kimliğimle yazıyorum. İstanbul'daki terör olaylarını aktarış şekli yüzünden benim de medyaya eleştirilerim var. Ceset ve kan görüntüsü yayınlamaktan vazgeçmek için ille de RTÜK'ten açıklama gelmesini mi beklemeliydik? Türk medyasındaki otosansür eksikliği çok önemli bir uygarlık düzeyi göstergesi.
Gazeteler İstanbul bombalarını 11 Eylül'e benzetmişler. 11 Eylül'de İkiz Kuleler yıkıldığında New York'ta tam 2 bin 823 kişi öldü. Soruyorum: Siz hiç Amerikan medyasında ceset fotoğrafı gördüğünüzü hatırlıyor musunuz? 11 Eylül'de, bizdeki gibi, yüzleri paramparça olmuş ya da son nefesini veren insanların fotoğraflarını basmayı meslek başarısı gibi sunanlar oldu mu?
* * *
Bombalar patlarken Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne üyelik tarihine ilişkin tahminde bulunmaktaydım.
The Economist Dergisi, AB Genişleme Süreci ile ilgili bir araştırmayı kamuoyuna duyuruyordu. Bu amaçla Dünya Gazetesi'nin Marmara Oteli'nde düzenlediği panelde konuşmacıydım. Saat 11.00 civarında dinleyiciler arasında bulunan Hürriyet'ten Cüneyt Uzunoğulları'nın panelimizi yöneten Prof. İlter Turan'a bir not bırakıp gitmesi gözümden kaçmadı. Cüneyt yazılı soru bıraktıysa neden kalkıp gitmişti?
Saat 12.00'de panel bittiğinde olayı öğrendik. Meral Gezgin Eriş'e dönüp ‘‘Batılı bir Türkiye görmeye tahammülleri yok’’ dedim. Bana hak verdi.
Otelden çıkıp bir taksiye bindim. Yollar bomboştu. Radyoda yeni bombalar patladığına ilişkin haberler veriliyordu. Şoför korkudan ana arterleri terk edip Mecidiyeköy'deki ara sokaklara girdi. Panik havası hákimdi, herkes şoktaydı.
Sabah uyandığımda kararlıydım. Teröre pabuç bırakmayacaktık. İlk iş oğlumun yuvasına faks gönderip panik içinde okulu cuma gününden tatil etme kararlarını onaylamadığımı bildirmek oldu.
* * *
Yine medyaya dönersek, bazı televizyon kanallarındaki programlarda komplo teorileri üreten tımarhanelik adamlara rastlıyoruz. Bu hasta ruhları oralara çıkarırken medyamızın editoryal süzgeçleri hiç mi çalışmaz?
Psikolojik tedavi görmesi gereken paranoyakları ekranlarda baştacı edenler teröristle aynı safta güreştiklerinin farkında değiller.
Türkiye olarak dünyanın merkezindeyiz. Stratejik önemimiz azalmadı, arttı. Bombaların sebebi de bu.
Demokratik, laik ve halkı Müslüman bir Türkiye'nin barış içinde yaşaması Batı için hiç olmadığı kadar önemli. El Kaide kafası Türkiye'nin İslam álemi için ne kadar etkileyici bir örnek olduğunun farkında.
Bombalar patladığında Türkiye'nin AB üyelik tarihi için tahminde bulunuyordum. O tarih şimdi artık daha da yakın.
Terör bugüne dek Türkiye'yi dize getirmedi, bundan sonra hiç getiremez.
Yazının Devamını Oku 15 Kasım 2003
<B>AVRUPA </B>önündeki engeller yetmedi, şimdi de türbanla uğraşıyoruz. Bu kez sorun sadece bizden kaynaklanmıyor. Türbanı Avrupa tartışıyor. Ve tartışan Avrupa içinde iki ülke öne çıkıyor: Fransa ve Almanya. Her ikisi de Türkiye'nin AB'ye alınmasında diğer üye ülkelere kıyasla çok daha belirleyici ülkeler. Tek başına Almanya'nın Türkiye konusundaki ağırlığının, diğer tüm üye ülkelerin toplamına eşit olduğunu düşünenler bile var.
Ufukta görünen o ki, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Hayrünisa Gül'ün başörtüsü davasında ne karar alırsa alsın, Avrupa'nın çekirdeğini oluşturan bu iki ülkede de hákim görüş, türbanın devlete ait alanlara girmemesi yönünde.
Bu iki ülke için konuşursak, gerek politikacıları gerekse kamuoyları türbanı bireysel özgürlükler kapsamında algılamakta zorlanıyor. Onlar için türban kadın özgürlüğünü kısıtlayan bir simge. Hem de kadını ikinci sınıf vatandaş yapan bir simge.
Bu görüşe katılırsınız katılmazsanız. Mesele bu değil. Sorun, Türkiye'de türbanın kamusal alanda serbest bırakılmasının çekirdek Avrupa'da iyi karşılanmayacak olması. Türkiye örneğinin kendileri için emsal oluşturmasını istemeyeceklerdir.
* * *
Bir de Türkiye cephesine bakmamız gerekiyor. AKP iktidarı AB'ye üyelik yolunda ciddi bir siyasi iradeye sahip olduğunu gösterdi. Ancak aynı iradeyi türbanı yasaklayan bir AB için de gösterebilecek mi?
Önümüzdeki dönemde türban meselesinin Türkiye-AB ilişkilerine de dolandığını görüp şaşırmayalım.
Bu filmde herkesin mutlu sonu farklı. Bakalım sonunda kim sevinecek.
Tempo'ya demeç veren Sudan asıllı yazar Cemal Mahcub'un mutlu sonuna ne dersiniz? İslam'ın er geç modernleşeceği görüşünde olan Mahcub'a göre modernleşme arttıkça, kadınlar da türbanı atacaklar.
* * *
Modernleşme nedir? Mahcub'un bu tahlili ile Nilüfer Göle'nin ‘‘modern mahrem’’i pek bağdaşmıyor. Göle'nin kitabındaki tezi hatırlarsanız, başı bağlı kızlar sosyal yaşama girerek türbanla birlikte modernleşiyorlar.
Pek çok farklı soru sorabiliriz: Türbanlı kızlar günümüzün hippileri mi? Türban siyasal simge mi? Türban takarak sokağa çıkan ve üniversiteye gitmek isteyen kadın modernleşen toplumun bir parçası mı, yoksa bilinçli ya da bilinçsizce erkek baskısına boyun eğen ikinci sınıf kadını mı simgeliyor?
Biz ne yaparız bilemem, ama Almanya ve Fransa'da türbanla özgürlüğün yan yana koyulabileceğine ihtimal vermiyorum. Her iki ülke için de türban sadece kadının ikinci sınıflığına atıfta bulunmuyor, bir yandan unutmak istedikleri sömürgeci geçmişi, diğer yandan da ister istemez birer göçmen toplumu olduklarını hatırlatıyor.
Bana gelince, gönlüm özgürlüklerden ve modernleşmeden yana. Türbanın modern evrimle yok olacağı günü hiç olmazsa oğlumun görmesini dilerim.
Yazının Devamını Oku 8 Kasım 2003
<B>BERLİN<br><br>GECE </B>yarısı, Alman kanallarının birinde halkın katıldığı bir tartışma programı. Konu türban. Konuklardan türbanlı kız Türk, başı açık diğer kadınların çoğu Arap, söz alıp <B>‘‘Karımın başını bağlatırım’’ </B>diyen erkek katılımcılar Türk... Ertesi gün, Heinrich Böll Vakfı'nın düzenlediği toplantıda ‘‘Avrupa Birliği Yolunda Türkiye’’yi tartışıyoruz. Konumuz ‘‘İlerleme Raporu ve Uygulama’’. Yeşiller Partisi'ne yakın olan bu vakfın yöneticilerinden Ralf Fücks'un açılış konuşmasında söylediği ilginç: ‘‘Müslüman bir toplumun AB'ye alınması, Avrupa'nın kendi değerlerine sahip çıkmasıdır.’’
* * *
Claudia Roth, Alman Dışişleri nezdinde İnsan Hakları Sorumlusu. Yıllardan beri Türkiye'yi izleyen bu Yeşil milletvekili ‘‘Türkiye'de reformlar beklediğimizden kat kat hızlı oldu’’ diyor. Roth'a göre Kopenhag Kriterleri'nin Ankara'nın, İstanbul'un, Diyarbakır'ın ve Bodrum-Türkbükü'nün (!) kriterleri olacağı günler çok yakın.
Avrupa Parlamentosu Yeşiller Danışmanı Ali Yuttagül ise ‘‘Her iş bitti ve biz ‘Kürtçe isim nasıl yazılır, x'le mi, w ile mi?' noktasına geldikse, bu çok büyük bir ilerlemedir’’ görüşünde.
Alman Parlamentosu İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Christa Nickels de Türkiye’yi şaşırarak izleyenlerden. ‘‘Türkiye'de gardiyanlara insan hakları eğitimi veriliyor. Bir yıl önce duysam inanmazdım’’ diyor Nickels.
Bütün bunları duymak da beni şaşırtıyor. Her yurtdışı toplantıda üzerimize yağan eleştiri okları yok olmuş. Ancak bu sefer de konumuz insan hakları iken iş geldi ‘‘türban’’a dayandı. Acaba neden?
* * *
İnsan hakları uygulamaları diye başlayan bir toplantının ‘‘türban’’a odaklanması boşuna değil. AB'de son yıllarda bir ‘‘Müslüman azınlık’’ ortaya çıktı. Din meselesini bireysel özgürlükler çerçevesinde çözmeyi başaran Batı, aniden ‘‘türban’’ sorunuyla karşı karşıya.
Bugün için AB'nin ‘‘türban’’ meselesini nasıl çözeceği ise belli değil. Şu anda ‘‘türban’’da farklı uygulamalar görülüyor. Örneğin, İngiltere'de türbanın gerçeğini takan Hintli erkek güvenlik görevlileri ile başı örtülü kadın polisler var.
Her ülke farklı bir çözüme gidebilir. İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Nickels, ‘‘Biz Almanya'da türbanı sadece bir din özgürlüğü meselesi olarak değil, dinin devlete siyasi etkisi olarak da tartışmalıyız’’ görüşünde.
Sonuç olarak başörtüsü özellikle iki ülkenin, Almanya ve Fransa'nın gündeminde giderek daha fazla yer kaplayacak. Bu tartışma, Türkiye-AB ilişkisini mutlaka etkileyecektir.
Berlin izlenimlerimi özetlersem; birincisi Avrupa'nın türban meselesini nasıl çözeceği önemli. Şimdilik ağır basan yaklaşım, türbanın devlete giremeyeceği, devleti temsil eden işlerle bağdaşmadığı şeklinde.
İkincisi, Alman seçimleri 2006'da. O tarihe kadar iktidarda olan sosyal demokrat-yeşil koalisyon Türkiye'yi AB üyesi yapmakta kararlı. Hıristiyan Demokratlar ise farklı düşünüyor.
Türkiye, Batı ve Doğu arasında bir ‘‘turnike’’ olacaksa, Almanya'daki iktidar Türkiye'nin Batı'ya entegrasyonu için gereken bedeli ödemeye hazır görünüyor.
Yazının Devamını Oku 1 Kasım 2003
<B>WOODY Allen'</B>dan alıntı: <B>‘‘Ben ölümden korkmuyorum. Sadece geldiği zaman orada olmak istemiyorum.’’ Woody Allen nereden mi çıktı? Şu aralar gösterimde olan filmi falan da yok ama yine de bu cümleyi hatırladımsa sebebi var.
Bizim durumumuz da biraz bu yukarıdaki örnekte yansımasını bulan Tevrat mizahı gibi. Türkiye'yi kastediyorum:
‘‘Biz kendimizi dünyanın merkezi gibi görmüyoruz, ama ne yapalım ki biz oradayız!’’
Kötü de yönetilsek, iyi de yönetilsek fark etmiyor. Değişmeyen bir özgül ağırlığı var Türkiye'nin...
* * *
Dünyanın merkezinde olma konumundan kaynaklanan özgül ağırlığımızı ağır entelektüel toplarımız reddetme eğiliminde olsalar da herkes onlarla aynı fikirde değil. Özellikle son üç aydır, Türkiye konusunda gerçek bir metamorfoza uğrayan Avrupalı liderler var. Bunların içinde en şiddetli Türkiyeci kesilenler Almanya ve Fransa'dalar. Bir örnekle anlatayım:
Alman Dışişleri Bakanı Joschka Fischer, geçenlerde Stern dergisinin iki muhabiriyle İtalya'daki tatili sırasında göl kenarındaki çok hoş bir restoranda mum ışığında saatler süren bir yemek yedi. Her şeyin konuşulduğu bu yemekte Fischer denk getirip iki lafın başında Türkiye'den bahsetti. Örneğin muhabirler Japonya ya da Meksika'yı mı sordular, Fisher ‘‘Bu vesileyle belirtmeliyim ki, Türkiye mutlaka AB üyesi olmalıdır’’ diyerek cevabına eklemelerde bulunuyordu.
Son zamanlarda Fischer vesile üzerine vesile yaratıp bunu hep yapıyor. Almanya'yı bilenler bunu söylemenin siyaseten rizikolu olduğunu da bilirler. O halde şu soruyu sormalıyız kendimize: Bıçak sırtında yürüyen bir koalisyona rağmen Fischer bu rizikoyu neden alıyor? Amaç Türkiye'yi memnun etmek mi?
* * *
Yakın zamana kadar Alman siyasetçilerin hemen hepsi Türkiye'nin AB bağlamında uzun vadede başlarına bela açacağını düşünüyorlardı. Ta ki son Irak savaşına dek. Ancak Irak'taki gelişmeler nedeniyle Almanya ve tabii Fransa da şoke oldu. Özellikle Almanlar, Ortadoğu ve Kafkaslar'ı kapsayan stratejik planları nedeniyle Türkiye'ye ne denli ihtiyaçları olduğunu fark ettiler.
Peki ama bu resmi Amerika nasıl seyrediyor?
AB bağlamında Amerika için İngiltere ne ise Türkiye de o. Biri batı kanadında, diğeri doğu kanadında AB'nin özel ‘‘uç’’ üyeleri. Bir ucunda İngiltere, diğer ucunda Türkiye olan bir AB, ABD'yi daha az korkutacaktır.
Demek ki değişen bir şeyler var: Aynı anda hem Almanya, hem Fransa, hem de Amerika kendi stratejik çıkarları için AB'yi Türkiye'de görmek istiyor.
Aniden Türkiye, paylaşılamayan sevgili...
Kendini dünyanın merkezi olarak görmüyor, ama orada!
Yazının Devamını Oku