3 Eylül 2005
<B>KATRİNA </B>Kasırgası’nın New Orleans’ta cazı susturduğu o eylül sabahı İstanbul’da boğucu bir sıcak hava vardı. Nemden bunalan babam, Saatli Maarif Takvimi’nin yaprağını koparırken ‘Eskiden 15 Ağustos oldu mu, İstanbul’da plajlar kapanırdı’ diye hatırladı.
Dünkü haberlerde New Orleans’ta yağma ve tecavüzlerin başladığı bildiriliyordu. Süper güç Amerika, nasıl bu kadar güçsüz olabilirdi? Susuzluktan kavrulan kucak bebekleri, perişan durumda yaşlılar, çaresizlikten ağlayan kadınlar... Biz ki 17 Ağustos 1999 depreminden beri buna benzer görüntüleri kanıksamış sanırdık kendimizi, ah, New Orleans’lı kardeşlerimiz, nasıl kurtarabiliriz sizi?
* * *
Amerika’yı vuran kasırgayı özellikle İslam áleminde ‘Tanrı’nın Başkan Bush üzerindeki laneti’ diye yorumlayacak olanlar da çıkar elbette. Böylesi bir yorum, ilkelliğin karanlık çıkmazlarına sığınmak olur.
Ama bakın, ‘doğanın gazabı’ diyenlere katılırım.
Dünyanın iklimi değişti, çevre politikaları değişmedi. Küresel ısınmanın baş sorumlularından Amerika, bunu önlemeyi amaçlayan Kyoto Protokolü’nü imzalamayıp masadan kalktı.
Bugün çeşitli ülkelerden pek çok saygın bilim insanı, sera etkisiyle küresel ısınmaya yol açan gazların artışı ile Kartina Kasırgası arasındaki ilişkiye işaret etmekte. Avrupa’nın göbeğindeki, Bangladeş’teki ya da Türkiye’deki iklim felaketlerinin de sorumlusu aynı.
Küresel ısınma denilen olay, buzulların erimesi, okyanusların yükselmesi gibi ciddi sonuçlara yol açıyor. Amerika’nın sözcülüğünü yaptığı ‘sanayi lobisi’ ise ‘Çevreyi korursak ekonomik büyüme yavaşlar’ diye ortalığı bulandırıyor.
Sanayi lobisinin uzun yıllardır öne sürdüğü ‘Çevreyi korumak, ekonomik büyümeyi yavaşlatır’ savının üzerinde bir haftadır dehşetengiz bir kasırga esiyor. Katrina yüzünden petrol fiyatları 70 dolar sınırını zorluyor. Bunun sadece Amerikan ekonomisine değil, petrol ithal eden tüm ülkelere yansıması var. Katrina’nın yan etkileri, merkez bankalarının faiz oranlarından tutun da, uçak fiyatlarının artışından dolayı turizm sektöründeki kárlılık düşüşüne kadar çok çeşitli alanlarda kendini hissettiriyor.
Doğanın öfkesi sadece Amerika’yı değil, hepimizi birden etkiliyor. Bunun farkına varırsak, belki biz de çevre konusunu daha ciddiye alırız.
* * *
Küresel ısınmadan biz de payımızı alıyoruz.
Hem de ne pay...
Siyasetçilerimizi geniş ufuklu düşünmeye davet ediyoruz. Katrina Kasırgası, Meksika Körfezi kıyısındaki Amerikan petrol rafinelerini yerle bir etti. Petrol fiyatları daha da arttı. Ama sanayi lobisi bizim burada da ‘Çevre, kalkınmayı yavaşlatır’ demekte ısrarcı.
İstanbul plajları 15 Ağustos dedin mi kapanırdı eskiden... Ya şimdi?
Yazının Devamını Oku 27 Ağustos 2005
<B>FORMULA </B>1’den 10 üzerinde 10 almışız... Türkiye’nin nelere muktedir olduğunu da bu sayede göstermişiz dünyaya... İtiraf edelim ki, kendi kendimizi kutlamayı seven bir milletiz.
Açıkçası, Formula’dan pek anlamam. Ancak ülke tanıtımının sadece Formula ile yapılamayacağını bilirim. Tanıtım topyekûn yapılabilecek bir iştir.
Uzatmadan meseleyi hemen Atatürk Havalimanı tuvaletlerine getirmek istiyorum. Oradaki tuvaletlerden dışarıya doğru kesif bir amonyak kokusu yayılıyor. Bu kokunun Türkiye sınırlarını aştığına emin olabilirsiniz; çünkü insanoğlunun koku hafızası çok güçlüdür.
Hele iç hatlarda durum daha da felaket. Kokunun yanında bir de eskimiş ve rengi kaçmış yer karoları, pis fayanslar, iğrenç ve döküntü bir görünüm...
Türkiye seramik üretimiyle övünüyor; ama dünyayla ilk temas kurduğu yer olan havaalanlarındaki vitrini koku ve pislikten geçilmiyor. İstanbul ve Türkiye marka olacak ise işe nereden başlanacağı belli! ‘Tuvalet Formulası’ açılsın, birincilik kupasını Atatürk Havalimanı alır...
* * *
Benzin istasyonlarındaki tuvaletler ite kaka bir derece düzeldi; ama sorun tam olarak çözülmüş değil. Çünkü en iyi malzemeyle en ergonomik tuvaleti inşa etsen bile insan faktörü var devrede. Örneğin, pek çok benzinci tuvaletinde tuvalet káğıdı ve havluluk boş duruyor; çünkü benzinliğin yöneticisi muhtemelen evinde de tuvalet káğıdı kullanmıyor.
Umumi tuvaletleri kullananlar gökten zembille inmiyorlar, onlar bu ülkenin insanları.
Tuvaletlerimizin pisliğini yoksullukla izah edebilir miyiz? Sanırım ikna edici bir neden değil yoksulluk. Kimse Türkiye’de yoksulların uçakla seyahat ettiğini söylemesin. Uçakla seyahati seçen insanların fakir olduğuna kimi inandırabilirsiniz?
* * *
İnsanımıza temizlik yıllar boyunca sadece iman yoluyla öğretilmiş. Etrafa ‘Temizlik imandan gelir’ yazıları asılmış.
O zaman şu soru geliyor akla: ‘Tuvaletlerimizi kullananlar imansız mı?’ Temizlik ile iman arasında bire bir ilişki varsa o zaman Türk tuvalet kullanıcılarının yüzde 99.9’unun inançsız olduklarını düşünmek lazım.
Nasıl olmuş da çeşmeler, hamamlar ülkesi iken bu hale düşmüşüz? Tuvaletlerimizle uygarlık kelimelerini yan yana getirmek bugün pek mümkün görünmüyor.
Tuvalet eğitimi için önce aileleri eğitmek gerekiyor. Silahlı Kuvvetler de bu konuda bugüne dek üzerine düşeni yapmadı. Askerdeki pis tuvaletler baş askerlik anısı olarak anlatılıp durmazdı yoksa.
Eğitim şart. Benzin istasyonları örneği ortada. Oralardaki tuvaletler yenilendi; ama sorun çözülmedi. 70 milyon kişinin günde ortalama bir kilodan 70 milyon kilo dışkı ürettiği bir ülkede tuvalet kültürü eğitiminde çok gerideyiz.
‘Temizlik imandan gelir’ diye levha asmak yeterli değil. Temizliği akılla ve eğitimle bulmamız gerektiğini anlama zamanımız geldi. Bir toplum aklı rehber almadan hiçbir sorunun altından kalkamıyor.
Yazının Devamını Oku 20 Ağustos 2005
YENİ evli genç bir arkadaşım anlatıyor: ‘Haftalık dergiler artık 1 milyona alınıyor. Hep dergi okumak isterdim, ama haftada 5 milyondan ayda 20 milyon bütçe ayıramazdım. Şimdi 4 dergi 4 milyona, rahat alıyorum.’Tempo Dergisi geçen hafta önce 100 bin bastı. Yetmedi, hafta sonu için ek 25 bin adet daha baskıya girdi. Fiyatın talep üzerindeki etkisinin bu denli belirleyici olduğu bir periyodik yayıncılık olayı en azından benim tanık olduğum dönemde görülmedi. 1960’taki ihtilal öncesindeki siyasi krizde geçici olarak iki kez 120 binlik dergi tirajına ulaşılmış. Demokrat Parti iktidarının basına sıkı sansür uyguladığı o tarihlerde tiraj patlaması yaptıran olaylar İnönü’nün Uşak’ta saldırıya uğraması ve yine İnönü’ye Topkapı’da suikast girişimi haberleri. Kim ve Akis dergileri bu sayede 120 binlik tirajları görmüşler, ama ortam o zaman çok farklı. 2005 yazının dergi tirajı patlamasına baktığımızda şunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Demek ki Türkiye’de insanlar dergi okurlarmış. Ve dergi satın alma işi direkt para ile ilgiliymiş.Dergilerimiz çok da haksızlığa uğradı. İçerikleri iyi değil diye suçlandılar. Neden satmadıkları üzerinde epey kafa patlatıldı. Fakat kimse de çıkıp, ‘Burası Türkiye kardeşim, milletin arzuhalciye ve sağlık raporuna verecek parası olmadığından evlenirken nikah kıyamıyor, çocuğuna bu yüzden nüfus kağıdı çıkaramıyor’ diye başlayan bir zincirden söz etmedi. Dergilerin hakkı yendi. Oysa dergi okumayı seven, olaylara haftalık bakmayı seven bir kitle hep oldu. Dergiler kötü değildi, ama büyük ölçüde yazının girişinde genç arkadaşımın anlattığı nedenle satmıyordu.* * *2005 Ağustos ayında dergi tirajları bize Türk milleti okumaz yargısının kırıldığını ispatladı. Dergilere büyük ilgi varoşlardaki düşük gelir gruplarından geldi. Bu eğilimi varoşların kentli yaşama katılma isteği olarak okumak da mümkün. Ekonomik faktör elbette önemli. Dünyada genel trend ucuz ve kaliteli ürün çıkarmak. Her sektör için geçerli olan bu eğilim dergiler için de doğru. Aynı anlayış dergilere yansıyınca böyle bir patlama yaşandı. 100 binler aşıldı. Bu ucuzluk daha ne kadar sürebilir? Şu anda dergiler ‘business’ açısından optimum noktada değiller. O halde bu ucuzluk daha ne kadar sürebilir? Dergiler yarışında birinci olan Tempo Dergisi’nin Yayın Direktörü Kerem Çalışkan bu soruma ‘Reklam verenler halktaki bu ilgiyi fark edip desteklerse bu fiyatlarda devam edebiliriz’ cevabını verdi.Dergi okuru bütün ülkelerde özellikle Batı’da her zaman değerli bir okurdur. Dergi okumak, kentlilik göstergesidir, önemli bir tercihtir. Bu mecrayı tekrar kazanmak toplumsal açıdan küçümsenmeyecek bir ilerleme.
button
Yazının Devamını Oku 13 Ağustos 2005
<B>ÖNCE </B>bizim anılarımızı yok ettiler. Çocukluğumda babamın elinden tutarak gittiğim Gülhane Parkı Hayvanat Bahçesi göz göre göre ölüme terk edildi. İçindeki hayvanlar bakımsızlıktan öldü. Kentli bir park giderek lümpen istilasına uğradı. Şimdi de sıra çocuklarımızın anılarını yok etmeye geldi. Darıca’daki Boğaziçi Hayvanat Bahçesi belediyenin ilgisizliği karşısında kapanıyormuş.
Bu satırlar isyan duygusuyla yazıldı. Çünkü hayvanat bahçesine sahip çıkamayan bir toplumun üyesi olmaktan utanç duyuyorum.
Meslektaşımız Mine Kırıkkanat’ın donla denize giren adam karşısında duyduğu infiali de doğru anlamak lazım. Kentli değerlere sahip çıkamamanın verdiği üzüntüyle yazılmış satırlardır onlar. Plaj düşmanlığı ile ve beyaz don popülizmi yapanların empati kurması pek mümkün olmayan bir durum...
Tıpkı bu yazı gibi...
Donla denize giren adamla aynı yere ait olmak nasıl kolay değilse hayvanat bahçesine sahip çıkamayan bir şehirde yaşamak da kolay değil.
Plajlarımızın üzerinden yol geçirdiler, yeşil tepelerimizi işgal ettiler, köşkleri, yalıları yağmaladılar.
Şimdi de çocuklarımızın anılarını yok etmeye geldi sıra.
Okumuş yazmış takımının değerler erozyonunu durdurmada bu topluma pek bir katkısı olamadı.
İsyan bu yüzden büyük.
* * *
Darıca’daki Özel Boğaziçi Darıca Hayvanat Bahçesi yetkililerinin belediyeye yaptıkları başvurulara kimse zahmet edip yanıt bile vermemiş..
İçime doğmuş gibi bu sütunda 23 Ağustos 2004 tarihinde ‘Bana hayvanat bahçeni söyle sana kim olduğunu söyleyeyim’ başlıklı bir yazı yazmışım.
Hayvanat bahçesi bir kültürdür, kentli olmakla çok sıkı bağı vardır.
Yıllar önce kendi gittiği hayvanat bahçesine oğlunu götürememenin ruh ezikliğini taşıyan bir annenin şimdi de oğlunun aynı kaderin kurbanı olması karşısında hissettiklerini anlatmaya çalışıyorum.
Kentleşmenin doğru gittiği şehirlerin hepsinde de hayvanat bahçeleri vardır. Hatta her mahallede küçük bir hayvanat bahçesine rastlarsınız.
Avrupa’nın en büyüğü olacağı söylenip duran, İstanbul’un Habibler mıntıkası için planlanan hayvanat bahçesi projesi ile kimse gözümüzü boyamaya kalkışmasın.
Biz önce var olanı sahiplenmeyi bilelim.
* * *
Oğlumu neredeyse her hafta sonu Darıca’ya taşıdık. 300 kuş çeşidi, balıklar, Kaplan Erkan ve Kassandra’yı, zürafayı, ayıyı, maymunları orada tanıdık. Hayvanları ve dolayısıyla da insanları sevmeyi, korkmamayı, özgüveni, doğayı korumayı, televizyonda aptal diziler yerine coğrafya ve teknoloji kanalını seyretmeyi orada, kendiliğinden öğrendi oğlum.
Orada geçen anlarımızı filme aldık.
Yarın o filmleri tekrar seyrettiğimizde ‘Anne burası neden yok oldu?’ dediğinde çocuklarımıza ne cevap vereceğiz?
Doğru cevap ne olmalı sizce?
Gerçekten çok utanıyorum. Ve bu kadar duyarsız bir toplumda yaşadığım için de isyan ediyorum.
Yazının Devamını Oku 6 Ağustos 2005
<B>MİMARİDEN </B>insan ilişkilerine kadar hayatın her alanında ölçüyü kaçırmamak çok önemli. Ölçüyü şaşırdığınız zaman oranlar da şaşıyor. Oranlar bozulunca iyilikler ve güzellikler kayboluyor. Dış ilişkilerde de aynısı geçerli.
Başbakan Erdoğan, Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac’ın Türkiye’nin Kıbrıs’ı tanıması gerektiğine ilişkin sözlerini duyunca haklı olarak sinirlendi. Bu ne perhiz bu ne lahana turşusuydu.
Ancak Başbakan Erdoğan bir hata yaptı ve tepkisinde ölçüyü kaçırdı. Hata şuydu: Chirac tarafından gerçekten böyle bir demeç verilip verilmediğini iyice araştırmadı. Oysa çok kısa bir sürede Cumhurbaşkanı Chirac’ın böyle bir demeci olmadığı anlaşıldı.
Nitekim Paris’teki Başkanlık Sarayı’na yakın kaynaklar da bu sözleri doğrulamadılar. Tam tersine, ‘Cumhurbaşkanımız tatildedir. Kıbrıs ya da Türkiye’nin AB üyeliğiyle ilgili hiçbir açıklaması olmamıştır’ diye resmen yalanlamada bulundular.
Başbakan Erdoğan’ın tepkisi havada kaldı. Gereksiz yere belki de bir düşman kazanılmış oldu. Oysa öncelikle Chirac’ın bu sözleri gerçekten söyleyip söylemediğini soruşturmuş olsaydı, belki o zaman Chirac için bizim medyaya yansıyan şekliyle ‘Hafıza özürlü’ demekten imtina ederdi.
* * *
Chirac, Fransız kabinesine başkanlık etmiş, iddiaya göre Türkiye aleyhindeki sözleri de orada sarf etmiş. Elimizi vicdanımıza koyalım, kimbilir bizim Bakanlar Kurulu’nun kapalı oturumlarında neler söyleniyor. Orada söylenenlerle dış politika yapılmaya kalkılsa ortalık kan gölüne döner. Ve bu durum her ülke için geçerlidir.
Evet biz günlerdir gerçekte olmayan bir demeci tartıştık. Başbakanımız, olmayan bir demeç üzerine ortalığı kırdı geçirdi.
Türkler olarak henüz ‘sözlü kültür’ evresini atlatıp ‘yazılı kültür’ evresine geçemediğimiz için mi böyle oluyor? Yeni bir şey değil, bizde dedikodular yorumlanarak siyaset yapılıyor. En ciddi konular tartışılırken bile ‘Ahmet, Mehmet hakkında demiş ki’nin üzerine atlanıyor. Magazin haberi mantığıyla tüm bir ülkenin ve 70 milyonun çıkarları riske atılabiliyor.
* * *
Kıbrıs yüzünden AB ile müzakere sürecinin tıkanacağını söylemek için henüz erken. Eylül başında AB ülkeleri kendi aralarında bu yüzden çok sıkı kavga edecekler.
Türkiye’de o kavganın AB ilişkimizi kesintiye uğratması için dua eden çok. Hatta Özbek diktatörü Kerimov’un, ülkesindeki Amerikan üslerini kapatmasını örnek gösterip ekranlarda, ‘Biz de onlar gibi kahraman olalım, AB’ye posta koyup Çin ve Rusya ile ittifaka girelim. ‘Şanghay Altılısı’ diye ifade edilen Çin-Rusya-Kazakistan, Tacikistan, Kırgızistan ve Özbekistan’ın imzaladığı güvenlik anlaşmasına taraf olalım’ diyen uluslararası hukuk profesörlerine bile rastlanıyor.
Eğer AB ile sorun çıktığında B planımız bu olacaksa, teşekkürler almayalım. Ölçüyü şaşırmayalım.
Yazının Devamını Oku 30 Temmuz 2005
<B>ANAYASA </B>Mahkemesi Başkanlığı’na bir kadın başkan atandı. Cumhuriyetin aydınlık yüzü adına sevindik. Simgeselliği yüksek bir görevde bir kadının olması Türkiye’nin vitrininde fark yaratır. Bunu andıran bir duyguyu bir kadın başbakan olduğunda da yaşamıştık. Sonucu ne olursa olsun devletin tepe noktalarına geçme konusunda Türk kadınının önünde artık yeterli sayıda rol modeli var ve bu iyi bir şey.
Fakat...
Tüm dünyanın kadın nüfusuyla ilgili geçtiği sınavda sınıfta kalan iki örneğimiz var ki onlar değişmeden, Anayasa Mahkemesi Başkanlığı için ‘vitrin’ sözünü kullanmaya devam etmek zorundayız. Bunlardan birincisi, iş dünyamız. İkincisi, parlamentomuz.
Hafta başında Türkiye’nin ilk 500 şirketi açıklandı. Bunların kaçını en tepede bir kadın yönetiyor? Aile kanalıyla işin başında olan birkaç kadını çıkarırsak korkarım ki sonuç sıfır.
TOBB’dan talebimiz, gökdelen satın almaya ayırdığı kaynağın trilyonda biriyle de bir ‘kadın yönetici’ araştırması yaptırması... Ve felaketin net olarak ortaya çıkması... Bunu izlemenin farklı yöntemleri var. En çok kazanan ilk 25 CEO’yu izlemek, en büyük cirolu ilk 100 şirketi mercek altına almak ve ilerlemeyi yıllar içinde takip etmek gibi...
* * *
Bu haftaki The Economist Dergisi kadınların CEO’luğa nasıl yükseleceği konusunu kapak yaptı. İngilizce’den dilimize de giren ‘Cam Tavan’ sözcüğünün kurumsal hiyerarşide yukarı tırmanmada kadınların önüne çıkan engelleri anlatmak için ilk kez The Wall Street Journal’da kullanılmasının üzerinden 20 yıl geçmiş. 20 yılda az şey değişmiş. Ama dünya bizde hálá çok güçlü olan‘Kadınlar istemiyor ki’ söylemini terk etmiş.
Amerika’da 10 yıl önce bir devlet kurumu olan ‘Cam Tavan Komisyonu’ kurulmuş. Tüm çabalara karşın yine de değişim çok yavaş. İş dünyasında kadının ilerlemesi ile parlamentodaki kadın sayısı arasında birebir ilişki olmaması da ilginç. Örneğin Almanya’da parlamentodaki kadın oranı yüzde 30’un üzerinde ama iş dünyasında kadın müdür sayısı yüzde 7’lerde kalmış. Buna karşılık siyasette kadınların zorlandığı Amerika’da aynı oran yüzde 12’ye çıkmış. Bizi aratmayan ülke ise çok sevdiğimiz Japonya.
* * *
Türk parlamentosu geçen hafta havaya ateş açan iki erkek milletvekili ile kötü bir sınav verdi. Verdi de ne oldu? Yoksa Türkiye’nin saygı duymamız gereken toplumsal bir değeri midir havaya ateş açmak? Bir maç sonrası yazdığım yazıda Taksim’in göbeğinde havaya ateş açanları eleştirdiğim için gelen telefonları unutamam. ‘AB’ye geleneklerimizi koruyarak girelim, AB kültürüne katacağımız çok şey var’ derken bu noktaları da gözden kaçırmayalım.
Anayasa Mahkemesi vitrini çok güzel, ama havaya kurşun sıkan iki milletvekili daha gerçek...
Yazının Devamını Oku 23 Temmuz 2005
<B>ANTALYA </B>basınının <B>Tanju </B>abisi (İyidoğan), TRT arşivini karıştırırken 1992 yılına ait bir habere rastlamış. Haberde o yıl Antalya’ya 200 civarında uçak indiği yazıyormuş! Ve o zaman bu oldukça büyük bir haber olabiliyormuş. 2005 yazında Antalya Havaalanı’na 90 saniyede bir uçak iniyor. 1992’de yılda inen uçak sayısı ile bugün bir günde gelen eşit.. Temmuz başındaki rekor bir pazar günü dış hatlar terminaline inen 442 uçak ve 43 bin 500 yolcu...
Bu rakamlar tek bir şeyi gösteriyor, Türkiye turizmde büyük bir devrim yaptı.
Ve devrim hiçbir zaman tek başına gerçekleşmez. Beraberinde kültürü, yaşam biçimlerini de etkiler. Son 15 yılda Türkiye bu anlamda bir kültür devrimi yaşadı. Bu devrimin etkilerini giderek daha da fazla hissedeceğiz. Turizme açık olan bir ülke, zihniyet olarak kapalı kalamaz. Turizm kültürel değerler alışverişi için eşsiz bir fırsat sunarak barışa da hizmet ediyor. Tek dikkat edilmesi gereken, turizm yatırımlarını kıyılarımızı betonlaştırmadan yapmak.
Turizmde yıllık doğal büyüme oranı yüzde 25 gibi yüksek bir orana oturuyor. 30 milyon turist hedefine ulaşılması zor değil. Ve bu sayının içinde 1 numaraya Ruslar oturacak. Bu da Türkiye’nin dış ilişkilerini dolaylı olarak etkileyebilecek bir gelişme.
* * *
Her gelen turisti Türkiye’nin potansiyel marka elçisi gibi düşünmek lazım. Turist Türkiye’yi metrodaki afişte değil, bire bir gerçeğinde yaşıyor. Geçen hafta Fransa’dan gelen bir dostum, Paris Havaalanı’ndan bir İstanbul rehberi almış. Kapakta kırmızı fesli bir adamın fotoğrafını basmışlar. Arkadaşım bütün gün dolaştı, İstanbul’da bir tek fesli göremedi. İstanbul rehberinin kapağındaki fes klişesi de böylece anlamını yitirdi.
Türkiye önyargısının en zor kırılacağı İstanbul rehberi örneğinin gösterdiği gibi Batı’daki yayınlar ve medya. Yabancı gazeteciler gelirler ve editörlerini en fazla tatmin edecek fotoğrafı ararlar. Aradıkları ya fesli bir adamdır, ya da Midnight Express filmindeki gardiyanın Galata Köprüsü’nde yürüyen bir kopyası.
* * *
Peki ama bizim hiç mi günahımız yok? Her şey dahil sisteminde gelen turistlerin güneyde otellerin dışına pek çıkmamalarından esnaf şikáyetçi. Ama çıktıklarında ne oluyor? Turist de esnaftan yaka silkiyor.
Sultanahmet civarını örnek verirsek, bir turistin sözel tacize uğramadan beş metre yürümesi imkánsız. Turistleri dükkánlara sokmak için her türlü numara deneniyor.
İstanbul Kültür ve Turizm İl Müdürlüğü bu konuda bir eğitim düzenleyip esnafı eğitse ne iyi olur. Şimdilik sadece havaalanındaki taksi şoförlerini eğitmişler, sırada Sultanahmet’teki taksiciler var. Sultanahmet esnafının eğitimine öncelik verilmesi daha doğru olabilir.
Marka elçilerimiz olan turistlerin sokakta rahat yürümelerine izin vermek de bir kültür devrimi olacak.
Yazının Devamını Oku 16 Temmuz 2005
<B>ACABA </B>onlar hayatlarından memnun mu? <br><br>Sebebi her ne olursa olsun tesettür giysisiyle denize girmek zorunda kalan genç kızlardan ve kadınlardan söz ediyorum. Denize girmek istiyor; ama babası mayo giymesini yasaklıyor.
Denize girmek istiyor; ama erkek kardeşi mayo giymesini yasaklıyor.
Denize girmek istiyor; ama kocası mayo giymesini yasaklıyor.
Denize girmek istiyor; ama inançları yasaklıyor.
Ve sonunda astronot giysisi kumaşından yapılma o çizgi roman kıyafetini, bir su ninjasına benzemeyi dahi göze alarak giyiyor.
Denize girmek istiyor; ama alternatif çözüm olarak üretilen kıyafetini Ahmet Hakan kardeşimiz sakil buluyor. ‘Denize girmeseniz ölür müsünüz?’ demeye getiriyor.
Yok ya?
* * *
İyi de, bu kadınları bu hale sokan her kim ve her ne ise siz neden onu sorgulamıyorsunuz? Bundan álá özgürlük kısıtlaması ve yasakçılık olur mu? Ve ayrıca neden o kadınlara o kılıkta yüzmenin, güneşin altında oturmanın nasıl bir his olduğunu sormuyoruz?
Hemen hepsi, giysilerin içine yüzerken su kaçtığını, aslında hiç de rahat etmediklerini söylüyorlar. Tabii zahmet edip soruşturursanız.
İçlerinden ‘inançlarım nutku’ çekenleri de çıkacak arada elbette...
(Bu arada; yaptığı filmi beğenmeyip Hollandalı sinema yönetmeni Theo van Gogh’un sokak ortasında boğazını kesen radikal İslamcı Faslı genç, bu hafta çıkarıldığı mahkemede ‘Bunu inançlarım nedeniyle yaptım’ dediğinden beri benim ‘inançlarım’ gerekçesine olan alerjim yeniden nüksetti, bunu da belirtmekte yarar var.)
Bu zorlama özel plaj kıyafetiyle kıyıda oturan kadınlar, elbiseyle denize giren fukara takımından değil. Tam tersine üst gelir grubundan. Bir kere o özel kıyafet, Türk standartlarına göre oldukça pahalı. Bunları giyenler de tatil köylerindeler. Üstelik normal mayoyla denize girseler kimsenin ilgilenmeyeceği kadınlar, böyle dikkat çekiyorlar. Örneğin, 6.5 yaşındaki oğlum bile ‘x ışını teleskobu’ ile tesettürlü giysinin ardını görebileceğini iddia ediyor.
Geçen hafta sonu Mudanya ile Gemlik arasındaki pet şişeli, bol çöplü bakımsız halk plajlarını dolaştım, oralarda böyle giysilerle denize giren kimse görmedim; ama Antalya’da çokmuş. 20 yıl önce Balkan göçmenlerinin yaşadığı Kurşunlu Köyü’nde elbiseyle denize girerlerdi, bugün köyün tüm genç kadınları mayolu.
* * *
Kadınların tesettürlü giysiler içinde denize girmek zorunda kalmaları, sebebi her ne olursa olsun benim için adil değil.
Alay etmek de çözüm değil.
Bence bunu da Türkiye’nin marjinal renkleri diye düşünüp geçelim.
Ve geçen yüzyılın başında Fransa’nın güneyinde, ilk kez kadınlar denize girmeye başladıklarında giydikleri fırfırlı uzun şortları hatırlayalım.
Bu bir süreç...
Ve biz bu konularda rahata, huzura ne zaman ereceğiz biliyor musunuz? Erkekler, kadınların giysileri üzerinde ahkám kesmeyi bıraktıkları gün.
Yazının Devamını Oku