18 Şubat 2006
CAĞALOĞLU Yokuşu’nu tırmandığımız seksenli yıllarda evden çıkarken taktığı başörtüsünü gazetenin kapısında çıkaran bir meslektaşımız vardı. Ailesinin çok mutaassıp olduğu söylenen muhabir arkadaşımız sonradan kendisini başka diyarlara attı, çok başarılı bir gazeteci oldu. Müdireliğini yaptığı yuvaya gelirken yolda taktığı başörtüsünü okulda açan öğretmenin hikayesi bir süredir kamuoyunu meşgul ettiğinden aklıma bu gerçek hayat hikayesi geldi.
Üstelik çocukluğumun bir bölümü Göztepe ve Erenköy’ün muhafazakar muhitinde geçtiği için bu hikayelerden dağarcığımda bol miktarda var.
Başörtüsü meselesinin bireysel-toplumsal gelişmişlik düzeyi ile ilgisi olduğuna ve erkekler bu konuda "Başörtüsünü sancak yapan Eliftiniz... Siz iffet ve namus timsalleri... Sizler bacılarım..." diye başlayan romantik şiirler yazıp kızları gaza getirmekten vazgeçtiklerinde meselenin kendiliğinden çözüleceğine inanmaya devam ediyorum.
Bizim gazeteci arkadaşımızın evinden çıkıp Cağaloğlu’na gelmesinin ailesi tarafından öne sürülen koşulu başını bağlamasıydı. Aynı durum milyonlarca kadın için geçerli. Bu anlamda kadınlar üzerinde büyük bir baskı var. O nedenle de başörtü meselesine yaklaşımı bir laiklik ve dindarlık kavgası olmaktan çıkarıp, kadın özgürlüğü boyutunda ele almalıyız. Bunu yaparken de bazı başörtülü kızların ve kadınların erkek egemen bir ortamda sokağa çıkma, çalışma, okula gitme gibi özgürlüklerini başlarını kapayarak elde etmelerindeki çelişkiyi görebilmeliyiz.
Mesele bu çelişkinin nasıl çözüleceğidir.
Toplumların ekonomik ve kültürel gelişmesi daha ileri bir aşamaya ulaştığında başörtüsünden kaynaklanan sorun da kendiliğinden hallolacaktır. Türkiye gelişiyor, kadınlar kimliklerini erkeklere endekslemekten vazgeçiyor. Sonunda göreceksiniz, başörtüsü hayatımızın önemsiz bir ayrıntısı haline gelecek.
Gelişmiş Türkiye’de kadınlar başörtüsünün iffet sembolü olduğunu kendilerine yutturmaya çalışan erkeklere inanmamaya başlayacaklar. Bir kumaş parçasına yüklenen anlamlar aklıselim sahibi kadınları kandıramayacak. Başörtüsü romantizmi ancak küçük bir azınlığın ilgi alanı olmayı sürdürecek.
Bugün örtülü olarak rahat ettiklerini söyleyen akıllı kadınlar bunun sebebini sorgulayacaklar. Nedir kendilerini rahat ettirmeyen?
Gelişmiş toplumlarda erkeklerin kadınlara gözünü dikip bakması ayıptır. Bizim çoğu erkeklerimizin ise kadınları gözleriyle soymasına başörtüsü de çarşaf da mani değil.
Erkekler geliştikçe ve ezikliklerinden kurtuldukça kadınlar da özgürleşecek. Bireylerin eziklikten kurtulması ise burasının bir güven toplumu olması ile yakından ilgili. Güven toplumu olmak ekonomik gelişmişlikle ilgili.
O nedenle de diyorum ki, Türkiye’de kişi başına milli gelir 15 bin doları bulduğunda türban bizim için önemsiz bir meseleye dönüşecektir.
Yazının Devamını Oku 11 Şubat 2006
HER ay kira öder gibi ev sahibi olma sistemini getirmesi umulan mortgage yasası üç yıldır gündemimizde. Ancak yasa bir türlü çıkmıyor. Ankara’dan gelen bilgiler, sorunun "tüketicinin korunması" etrafında düğümlendiği yönünde. Tüm gelişmiş ülkelerde mortgage için ödenen kredinin faizi, gelir vergisinden düşülüyor. Amaç, bireysel birikimlerin konuta kayması. Bizde bu teşvik atlanmış. Ayrıca konut kredisinin fonlamasını sağlayan bonolara da yüzde 15 stopaj uygulanması, ek maliyet getiriyor.
Bu kadarla kalmıyor. Türkiye riskli ülke. Mortgage’tan yararlananlar ani bir krizde işsiz kaldıklarında ne olur? Türk banka sistemi büyük risk altına girer. Mortgage’ın ekonomiye olan yararları saymakla bitmez; ama işin tüm cephelerini düşünmek gerekiyor. ABD 1929’dan sonra, mortgage sistemindeki aksaklıklar yüzünden ikisi büyük, ikisi küçük dört ekonomik sarsıntı geçirmiş. Kriz ortamlarında işlerini kaybeden insanların taksitleri ödeyememeleri, iflasına ihtimal verilmeyecek şirketleri bile batırmış.
* * *
Babası emekli memur, eşi çalışan, üniversite mezunu ve yabancı dil bilen genç bir dostum, gazeteleri dolduran ev ilanlarını önüme koyup bana şu soruyu sordu:
"Her ay evimize 2 bin YTL para giriyor ve ne zaman gazeteyi açsam karşıma ’Ev Alma Rehberi’ türü yazılar çıkıyor. Evler şöyle konforlu, taksitler şu kadar uzun... Kara kara düşünüyorum yine de. Ev kiram 600 YTL. Buna yakıt, aidat vs ekleyin... İşe öyle çapulcu kıyafetiyle gelinmez, üst baş taksitleri 50 YTL..."
Eh bu arkadaşlar hafta sonu eve tıkılacak değiller, ayda iki kez çıksalar, iki kişi 200 YTL de o ediyor. Yiyecek içecek, yol masrafı vs. derken babadan ona kalan tek şey güler yüz olan genç dostumun canı sıkılıyor.
Üstelik bazı uzmanlara göre mortgage sisteminde evin değerinin yüzde 25’i peşin ödenecek. Genç arkadaşımın beğendiği evin fiyatı 100 bin YTL. Ödenmesi gereken peşinat 25 bin YTL. Hadiborç harç buldu bu parayı diyelim. Geriye kalan 75 bin YTL’nin 20 yıl, yani 240 ay boyunca taksitleri 900 YTL civarında. Çok sıkarsa kemeri belki olur; ama herkes onun kadar şanslı mı?
* * *
Asgari ücretin 380 YTL olduğu güzel ülkemizde her sayfadan evler fışkırıyor. Fiyatlar 400-500 bin YTL. Bu evleri asgari ücretli alamaz, genç arkadaşım da daha uzun bir süre alamaz. O halde kim alır?
Yoksa benim genç arkadaşımın temsil ettiği kitle mi azınlıkta? Mortgage gelince genç arkadaşım gibileri ev alabilecek mi sahiden, yoksa bu da mı bir "dezenformasyon", yani insanları bilgiyle yanıltma süreci? Kitleler hayal kursun diye mi bütün bunlar?
İstanbul’un her iki yakasında da gökdelenler hızla yükseliyor. Her aileye iki anahtar bitti, şimdi de ailenin her ferdine iki anahtar devrine mi girdik? Bu kadar büyüdü mü bu ülke? Topladıkları kiralarla geçinen rantiye nesiller mi yetiştiriyoruz yoksa?
Yazının Devamını Oku 4 Şubat 2006
DANİMARKA’da yetişmiş bir dostumuz var. Çocukluğu orada geçtiği için hálá Danimarka dilindeki karikatür dergilerine abone. İşte bu dergilerin birindeki çizgi hikayede Jesus isimli bir kahraman var. Jesus, İsa anlamına geliyor. Hz İsa’nın temsili resimlerindeki halinin tıpkısının aynısı olan Jesus, insanlar arasında saçı başı dağınık yarı çıplak dolaşıp çeşitli komik yorumlarda bulunuyor.
Batılılar İsa filmlerini, rock operasını, uzunçalarlarını, tiyatro ve müzikallerini geçen yüzyılın ikinci yarısında yapabildiler. Bunlar aylarca tartışıldı. Şimdi artık kimse o olayları hatırlamıyor, ama 1970’lerin Jesus Christ Superstar şarkısı unutulmadı. Marie Magdelana’nın "Her şey yolunda şarkısı" romantizmi ile belleklere kazındı.
Deep Purple grubundan Ian Gillan Jesus’u ilk seslendiren sanatçıydı. Müzikal, Broadway’e çıkmadan 3 milyon kopyası satılmıştı bile. Müzikalin filmiyle ilgili okuduğum bir eleştiride 1970’te 12 yaşında olan yazarı filmin etkisiyle dört kez vaftiz olduğunu itiraf ediyordu!
* * *
Bugünün dünyasının bir Muhammed süperstara ihtiyacı olabilir mi? Bunu yapmadığınız zaman birileri onu terörist kılığına sokup karikatürünü çiziyor, ortalık birbirine giriyor.
Sanki dünya savaşına doğru gidiyoruz. Öyle ki insanları sakinleştirmek için Birleşmiş Milletler Genel sekreteri Kofi Annan’ın dün yaptığı gibi sağduyu çağrısında bulunması gerekiyor.
Fikir ve düşünce özgürlüğüne inanan biri olarak Avrupa medyasında Hz. Muhammed karikatürü etrafında oluşan provokatif davranışları kınıyorum. Üstelik, birbiri ardına olay karikatürü yayınlamalarını entelektüellik adına sorumsuz ve utanç verici buluyorum.
Bu yaklaşımdaki nüansı görmek lazım. Karikatürü düşünce özgürlüğü içinde ele alabilirsiniz, ancak Fransa’da varoşlar yanarken, İngiltere’de bombalar patlarken, Ortadoğu diken üzerinde otururken ve Filistin’de Hamas iktidara geçmişken düşünce özgürlüğü adına savaş kışkırtıcılığı yapmaya kimsenin hakkı olmamalı.
* * *
Bizim buralarda karikatür hassas mesele. Karikatürcülerin duayeni sayılan Semih Balcıoğlu’na son olaylar hakkında ne düşündüğünü sordum. "En iyisi bu soruyu Başbakan'a sormak. Bizden çok karikatürü o düşünüyor. Çok toleranslıdır kendisi" cevabını aldım.
Çuvaldızı böylece kendimize batırdıktan sonra Avrupa’ya dönelim. Hz. Muhammed karikatürünü birbiri ardına yayınlamaya başlayan Avrupalı meslektaşlarımızın gerçekten düşünce özgürlüğü refleksiyle hareket ettiğinden ne yazık ki emin değiliz. Buradan baktığımızda daha çok kültürel olarak önyargılı bir kitle refleksi görüyoruz.
Yazının Devamını Oku 28 Ocak 2006
1991’de yayınlanmış olan "Avrupa Rüyası" adlı bir kitabım var. Kitabı basan AFA Yayınları kapandı, bende sadece birkaç kopyası kaldı. Subaşı Camii’nde kadın-erkek yan yana namaz kılınması ve kadınların başının açık olması, bana işte o kitabı hatırlattı. Kitabın girişindeki "Ütopya" bölümünde Brüksel’de Büyük Cami’de Türk kökenli Belçikalılardan oluşan bir pop grubu, ilahilerin rock ritminde söylendiği bir konser verir.
Bu camide kadın-erkek yan yanadır. Aynı zamanda kültür merkezi olarak faaliyet gösteren caminin başına bir kadın yönetici atanmıştır. Cami cemaatini oluşturan kadınlar, "İslamiyet’in tarihsel bir perspektif içinde yeniden düşünülmesi" konulu konferans dizilerini başlatırlar. Başörtüsü tartışmaları ise devam etmektedir, kitapta açıkça söylenmese de yıl 2010-2015 civarıdır.
İnsan genç olunca 20-25 yıl sonrası çok uzak gibi görünür. İşte 2006’ya geldik bile. Üsküdar’daki Subaşı Camii’nde kadın-erkek yan yana namaz kılınması olayını herkes farklı yorumladı. Her evde farklı görüşler oluştu. Örneğin, bizim evde ben o grubun çok iyi ettiğini düşünüyorum ve yaptıklarını bir reform hareketinin başlangıcı olarak görüp destekliyorum. Babam, dini aidiyet etrafında toplanan bir grubun kendini Atatürkçü olarak nitelemesine kızarak tepki gösterdi. "Atatürkçülük onlara mı kaldı" görüşünde. Oğlum henüz 7 yaşında olduğu için sadece gazetedeki fotoğrafı incelemekle yetindi ve kafasına bir imge olarak yerleştirdi. Oğlumun babası ise böyle namaz kılmanın Müslümanlığa uymadığı görüşünde. Fotoğrafların etkisi, sarf edilen onca sözden, yazılan sayfalarca yazılardan daha etkili olacak. Bugün gazete giren her evde çocuklar o fotoğrafı gördüler. Onların imgelemini değiştirmek için artık çok geç.
* * *
Kadın-erkek yan yana saf tutmayı desteklemekle birlikte olayı bir reform sürecinin parçası olarak ele alırsak, arada bir aşamanın atlandığını düşünüyorum, o da namaz kılma biçimiyle ilgili.
Müslümanlıkta, Hıristiyanlıktan farklı bir durum var. Kiliseye gidenler birer banka ya da sandalyeye oturuyorlar. Dualarını oturdukları yerden yapıyorlar. Müslümanlıkta ise "secdeye kapanmak" gerekiyor. Kilisede kadın-erkek yan yana sandalyede oturmak ile camide kadın-erkek arka arkaya secdeye kapanma pozisyonuna geçmek arasında şekilsel olarak önemli bir fark var.
Bu sorun nasıl çözülür? Namaz ayakta kılınacak ise hiçbir sorun yok. Aksi halde camilerde sıralar arasına bölmeler koymak bir çözüm olabilir. Ya da camilerimizin insanların sadece tek bir sırada yan yana durabildikleri ve İslamiyet’in özüne de uygun biçimde tam eşitlik içinde oldukları bir mimari çözüm üreterek.
* * *
Benim ütopyamdaki cami cemaati kadınlar, ibadetin Allah ile insan arasında kişisel bir ilişki olduğunu söylemekteydiler.
Yazının Devamını Oku 21 Ocak 2006
DOĞAN Yayın Holding’in önceki günkü "Trends Buluşması"ndan çıkarken hepimize Doğan Kitapçılık’tan bir armağan verildi. Kitabın adı, "Doğal Tedaviler ve Yoga Terapisi/Ve Tanrı Mucizeyi Yarattı". Başta şaşırtıcı gelebilir, ama bence iyi düşünülmüş bu armağan bireysel mutlulukların öne çıktığı dünyadaki "trend"lere iyi uyuyor.
Trendler ya da eğilimler... Son zamanlarda "trend"den üretilmiş bir de "trendsetter" kelimesini kullanmaya başladık. İddialı bir sözcük, "eğilim oluşturan" anlamına geliyor. Dünyada trendsetter kişiler olabildiği gibi trendsetter ülkeler ve kentler de var. Bu sonuncular siyasal ve ekonomik eğilimlerde öncülük yapabiliyor.
* * *
Yaşamın bireysel mutlulukların etrafında örülmesi eğilimi siyaseti de etkiledi. Avrupa’da bu trendin siyasetteki izdüşümünü Almanya ve İngiltere’deki kimi siyasetçilerin yeni söyleminde gördük. İşçi Partili İngiltere Başbakanı Tony Blair’in "Yeni Sol"un öncülüğünden sonra "huzur" gibi bir kavramdan söz etmesi sol kanatta pek çok şeyin değiştiğinin habercisi oldu. Nitekim CHP de isabetli bir seçimle Sufilikte karar kılmış olmalı ki, son bayramda Mevlevi broşürü yayınladı!
Alman siyaset yelpazesinde ise hem solda, hem de sağda yeni eğilimler son seçimlerde çok belirgin biçimde ortaya çıktı. Sosyal demokratlar ilk kez "aile dostu" bir tavır sergilemeye başladılar. Almanya’da son zamanlarda evlilik bağını reddetmeyen gerçek entelektüel bulmak hayli zordu. Beraberlikler ne denli uzun süreli olursa olsun devletin ve kilisenin onayına ihtiyaç duyulmuyordu. Bundan sonrası için bir şeyler değişmeye başlıyor. En azından çocuk bakımı gibi kavramlar sosyal demokratların da sözlüğüne girdi.
* * *
Aileci trend Japonya’da baş gösterdi. Ancak "aile dostu" olmanın milleti zorla nikah masasına oturtmaktan başka anlamları var. Japon hükümeti şirketleri erkek çalışanlara "babalık izni" verilmesi konusunda uyardı. Aynı eğilim Alman Başbakanı Merkel’in programında da yer aldı.
Kuşkusuz "aile dostu" trendin geri planında demografik eğimler rol oynadı. "Avrupa yaşlanıyor, buna karşılık yeterince çocuk doğmuyor. O halde en iyisi aileyi tekrar yüceltmek" denildi.
Yine Almanya’dan bir başka eğilim, trend dilinde "multi generational" denilen, birkaç neslin bir arada yaşadığı aileler oluşmasına teşvik kararı. Çocuk ve yaşlı ebeveynlerin bakımı gibi sorunlar hem devleti hem de bireyleri o kadar yordu ki sonunda çekirdek aile mitosu yıkılmaya yüz tuttu. Bunun yerine torunların, büyükanne ve dedelerin birlikte yaşadıkları biz Türkler için çok tanıdık bir düzenin en sağlıklısı ve herkes için en mutlu çözüm olduğuna karar verildi.
Siyasetteki yeni yaklaşımlar bize "aile dostu" yaklaşımın yükseleceğini haber veriyor. Siyaset de zaten bireysel mutluluk peşindeki insanlara tedavi yöntemleri sunma sanatı değil midir?
Yazının Devamını Oku 14 Ocak 2006
AYAKLARIMIZIN altına kaygan tahta parçaları bağlayıp üzerimizde kat kat giysiler olduğu halde kendimizi karla kaplı bir dağ yamacından aşağı bırakmak herkes için akıl kárı olmayabilir. En azından ben bu fikirdeyim; ama böyle olması ailevi nedenlerle her kış kayak tatiline çıkmamı engelleyemedi ve bundan sonrası için de kış tatilini sıcak bir yerde geçirmemiz konusunda ümit yok.
Hal böyle iken kabul etmek gerekir ki kayak endüstrisi diye bir sektör var ve bu iş fakir köylüleri zengin edip ülke ekonomilerini ihya ediyor. Alpler’le tanışıklığım 1970’li yıllara dayanır. İsviçre’de olsun, Avusturya’da olsun her gittiğim dağ köyünün ya da kasabasının öyküsü şaşırtıcı derecede birbirine benzer. Bu son Kurban Bayramı’nı geçirdiğimiz İsviçre’nin Wengen kasabasının geçmişi de Alp Dağları’ndaki diğer yerleşimlerden farksız. 19’uncu yüzyıl ortalarının fakir mi fakir dağ köyleri bugün binlerce yatağı olan spor merkezlerine dönüşmüş.
* * *
Alp Dağları’ndaki ücra köylerin öyküsü bana her seferinde Doğu Anadolu dağlarındaki köyleri hatırlatır. Her gelişimde Doğu Anadolu’nun makus talihini kış sporlarıyla yenmesi gerektiği konusundaki inancım bir kez daha pekişir.
Bundan 150 yıl önce aynı yoksulluk, aynı perişanlık buralarda da varmış. İnsanlar açmış. Bugün kayak ve turizm sayesinde her yerden zenginlik fışkırıyor. Buna da önce o köylere devlet eliyle ya da kooperatif sistemleriyle ulaşımı sağlayarak, sonra da ahaliye pansiyonculuğu öğreterek başlamışlar. Bizim gibi beş yıldızlı oteller önden gitmemiş. Buralarda önce hem insan hem de çevre anlamında altyapı tamamlanmış.
* * *
Wengen denilen kasabada bu hafta sonu dünya kayak seçkinlerini buluşturan Uluslararası Lauberhorn kayak iniş yarışları düzenleniyor. Her taraf televizyoncu ve spor muhabiri kaynıyor. İsviçre telekomu büyük bir medya merkezi kurmuş. Kayak sporunun bütün yıldızları burada. Saatte 145 kilometre gibi ürkütücü bir hızla giden şampiyon kayakçılar için pistleri kim hazırlıyor dersiniz? İsviçre ordusu...
Hafta boyunca üniformalı İsviçreli askerlerin arı gibi çalışarak pistleri nasıl düzenlediklerini görünce Türk ordusunun da böyle bir görevi üstlenebileceği düşüncesi aklımdan geçmedi değil. Bir zamanlar kan dökülen, yakılıp yıkılan terör yuvası mezraların gelecekte birer kayak merkezine dönüşmesi ham bir hayal olmamalı.
Ortaçağ’da Augustin papazlarının sığınma yeri olan bu ücra dağ kasabası, ilk turistlerle 1850’lerde tanışmış. Wengen’de kış sporlarının başlangıcı 1909... Diyeceksiniz ki bizimle aralarında yüzyıl fark var. Evet, ama farkı kapatmaya bir yerden başlamaya da değmez mi?
Ben bu rüyanın gerçekleşeceğine inanıyorum.
Yazının Devamını Oku 7 Ocak 2006
YILIN birinci günü Edirnekapı Şehitliği’ndeki aile kabristanına gittik. Oradan ayrılmadan önce de Bruno Taut’un mezarına uğradık. Dünyaca ünlü bu Alman mimarın dikey Müslüman mezar taşları arasında kaybolmuş duran yatay mezar taşını bulmak kolay olmadı. Büyük dikdörtgen mermerin üzeri toprak, sonbahar yaprakları ve çam ağaçlarının dikenleriyle kaplıydı.
Mezarı temizlettik ve yıkattık. Beyaz mermer sadeliğin tüm haşmetiyle çıktı ortaya. Bruno Taut’un mezarının yerini belirlemek için etrafına dört servi dikmeye karar verdik.
Bruno Taut, Atatürk Katafalkı’nın mimarıydı. Cumhuriyet Türkiyesi, Marksist olduğu için Nazilerden kaçan bu ünlü Alman mimara kucak açmıştı. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Ankara Atatürk Lisesi, Trabzon Lisesi, Cebeci Ortaokulu onun eserlerinden bazıları.
1938 yılının Noel gecesi İstanbul’da ölmüş Bruno Taut. Bu topraklarda kalmayı vasiyet etmiş. Cumhuriyet de onu şehitliğine gömerek onurlandırmış.
Berlin’in bir bölümünün iskanında imzası olan Bruno Taut, Alman Sendikalar Birliği ile toplu konut projelerinde çalışmış. Moskova’da Ekim Devrimi’nin ilk sosyal konutlarını hazırlayan da o.
Bruno Taut yaşasaydı katafalktan sonra muhtemelen Anıtkabir’i de yapacaktı. Yine de Türkiye’de kaldığı iki yıla pek çok eser sığdırmış. Bunlardan biri de Boğaziçi Köprüsü’nün Avrupa yakası ayağına çok yakın konumdaki kendi evi. İstanbullular bu eve Japon evi ya da Çin evi adını takmışlar. Oysa bu evin ilginç bir öyküsü var. Bruno Taut, Türkiye’den önce kısa bir süre Japonya’da kalıyor. Japonya’da çalışırken Japon ve Türk mimarileri arasındaki ortak noktaları görüyor ve bunun üzerine kalkıp Türkiye’ye geliyor. Bu arada kendi için yaptığı evde Türk mimarisinin kökenlerine inen bir uygulamayı gerçekleştiriyor. Biz ise kalkıp bu eve Çin evi diyoruz!
* * *
Japonya’da Bruno Taut’un adı hálá anma günleriyle yaşatılıyormuş. Türkiye’de çok daha uzun süre kaldığı halde bizde unutulup gitmiş. Öyle ki Mimar Sinan Üniversitesi’nde ders verdiği Bruno Taut Atölyesi’nin adı kalkmış, 319 numara olmuş. Ne yazık.
Örneğin DİSK, Alman sendikalarıyla el ele verip sosyal konut konulu bir Türk-Alman Bruno Taut Mimarlık Ödülü yarışması açamaz mı?
Bruno Taut’un Türk mezarlığında hem de şehitlikte gömülü olması "buluşma noktaları"nın önemini hatırlatıyor. Giderek ayrışan kimlikler ve yok olan buluşma noktaları bizi nereye götürüyor?
Dinsel ve etnik kimliklerin öne çıktığı çağımızda insanı insan diye görmekten uzaklaşıyoruz. Bruno Taut’un Müslüman şehitliğindeki mezarı bize biraz da kimliğimizden önce insan olduğumuzu hatırlatıyor.
Yazının Devamını Oku 31 Aralık 2005
YIL sonları kişisel bilançolarımızı çıkarmak için fırsat oluşturur. Yılın başında neredeydik, bugün hangi noktadayız? Neler kazanılmış, neler kaybedilmiş? 2005 yılına hangi olay damgasını vurmuş? Bazen bir doğum, bazen bir ölüm, bazen aşk... Bazen küçük sevinçlerden, bazen de hüzünlerden birer demet. Kaygan olmayan eski bir şarap gibi damağınıza yapıştıysa giden yılın tadı, bilin ki acılar ağır basmıştır.
Türkiye’ye gelince, kuşkusuz herkes önemli gördüğü olayları kendi duyarlılığına göre sıralayacak. Geniş bir zaman dilimi içinde düşünürsek, bundan 50 yıl sonra hangi olaylar kalacak zihinlerde? İki tercihim var. Birincisi YTL’ye geçiş. İkincisi de AB ile müzakerelerin başlaması. Gerçi ‘Biz en çok neyi konuştuk?’ diye sorarsanız, sanırım doğru cevap Gamze Özçelik vakasıdır.
* * *
2005’in tam kapanışında iktidarın üniversitelerle kavgası, yepyeni bir boyuta taşındı. Bu kez konu AB fonları. Başbakan, üniversiteleri AB programlarından biri olan 6. Çerçeve için ayrılan fonları kullanmak amacıyla yeterli sayıda proje üretmemekle suçladı. Rektörler ise Başbakan’ın kamuoyunu yanılttığını, bu alanda AB üniversiteleri kadar başarılı olunduğunu söylediler.
Kim haklı?
Gerçekten de Türkiye, AB fonları için ayrılan paranın sadece yüzde 15 kadarını kullanabildi. Bu kadar düşük bir oranın başka ülkelerde pek örneği yok. Ancak Türkiye’de böyle olmasının tek sorumlusu üniversiteler olamaz. Zira AB için proje üretimi Türk üniversitelerine bırakılmış bir mesele değil. 20 yıl kadar önce başlayan çerçeve programlar, araştırma ve geliştirme alanında dünyanın en büyük destek programlarıdır. Amaçlarından biri de üniversite-sanayi işbirliğini desteklemektir.
Toplumun tüm kurumlarıyla bu işe seferber olması gerekiyor. En başta da iş dünyası ve sivil toplum kuruluşları geliyor. Bizde bu alanda en kötü sınavı küçük ve orta boy işletmeler verdi. Engelleyici faktör tembellikten çok, bir yandan dış dünyayla irtibatlı bir işe girişme karşısında duyulan korku, diğer yandan da bunun için yeterli dil ve interneti kullanmayı bilen yetişmiş insan gücü istihdam edilemeyişi.
6. Çerçeve 2006’da bitiyor, yerini 70.3 milyar Euro’luk bir bütçe öngörülen 7. Çerçeve Programı alıyor. Türkiye 6. Çerçeve Programı için gösterdiği acemiliğini nasıl yenecek de bu dev pastadan pay alacak? Kuşkusuz bu sorunun tek bir cevabı var: Eğitimle yeneceksiniz. İnsanları bu konuda bilinçlendireceksiniz. Yoksa kimse annesinin karnından AB için proje üretme yeteneğiyle doğmuyor.
Başbakan üniversitelere 6. Çerçeve’nin kullanımı konusunda bu kadar yüklenmekte haksız. 7. Çerçeve seferberliğini şimdiden başlatmak gerekiyor.
* * *
Yeni yılınızı yepyeni ve parlak ufuklarda dolaşmanızı dileyerek kutluyorum.
Yazının Devamını Oku