Zeynep Göğüş

Bir varilin anatomisi

15 Nisan 2006
ÖNCELİKLE, Gebze çıkışlı zehirli varil tartışmasının vatana ve millete hayırlı olmasını diliyorum. Türkiye-AB üyelik müzakereleri sürecinde Çevre başlığının görüşülmesine başladığı sırada varil skandalının patlaması çok iyi oldu. Bu tartışma AB uyumlu mevzuat çıkarmakla "uygulama"nın ne kadar farklı olabileceğini anlamamız için en somut örneklerden biri.

Türkiye’de AB uyumlu Tehlikeli Atıkların Kontrolü yönetmeliği yok mu? Var.

Tıbbi Atıkların Kontrolü Yönetmeliği yok mu? O da var.

Peki ya kimyasal atıkların kontrolü için yönetmelik var mı? Evet var.

O halde Avrupa Birliği’nin atık alanında öngördüğü üç temel yönetmeliğe de sahibiz diye övünebilir miyiz?

Tabii ki hayır! Çünkü bir taraftan yaşam kalitesinin yükseltilmesini ağzımıza sakız etmişken diğer taraftan da kendi toprağımızı ve suyumuzu zehirleme işlemi tüm şiddetiyle devam ediyor. Yönetmelikleri takan yok, denetim zayıf.

Kim yapıyor vatan toprağını ve suyunu kirletmek ahlaksızlığını?

Adı Çevre Bakanımızda gizli pek değerli Türk şirketleri. Allah bilir aralarında çevre örgütlerinin gani gani bağışçısı olup sosyal sorumluluk projelerine para akıtanlar ve bunun sayfa sayfa reklamını yapanlar bile vardır.

Atıkları ile vatanlarını kirletenler bunu bilinçsizliklerinden yapmıyorlar. Kirletiyorlar, çünkü atık toplamanın ve bertaraf etmenin maddi sorumluluğundan kaçıyorlar.

* * *

Bugün Türkiye’de lisanslı tek bir atık bertaraf etme merkezi var, o da İzmit’teki İzaydaş. Bu devasa kuruluş 33 bin tonluk imha kapasitesine sahip.

Tesis ve konum mükemmel, sorun İzaydaş’ın imha edecek atık bulamaması!..

Atıklarını İzaydaş’a getiren yok, çünkü ton başına talep edilen ücreti ödemek yerine pisliklerini toprağa gömmeyi tercih edenler çoğunlukta.

İyi de devlet hazinesinin parasıyla yapılan İzaydaş bugün işletme zararında ise borçlarını ödemeye giden para sizin benim paramız değil mi?

Bizde zerre kadar vatandaşlık bilinci olsaydı bu soruyu bugüne dek gümbür gümbür sorardık. Demek ki yokmuş.

* * *

Ve resmin öbür tarafı: Atığını İzaydaş’a getirmeyen Marmaralı sanayici kendini "Neden bir tek ben?" diye savunuyor. Marmara’ya yerleşik sanayici atık için imha bedeli öderken Orta Anadolu, Ege, Doğu, Kuzey, Güney Anadolu ne yapıyor?

Atık tesisini kuran namuslu ve vicdanlılara sözümüz yok, ama bölgede tesis olmayınca insanların eline koz vermiş olunmuyor mu?

Kimse Marmaralı sanayicinin eline bu tür yumuşatıcı sebepler vermemeli.

Avrupa Birliği’nin LIFE adlı çevre programlarından ve diğer fonlarından yararlanarak her bölgeye bir atık bertaraf merkezi kurmakla işe başlanmalı.

Bu işin çözümü Türkiye’nin tüm bölgelerinde İzaydaş’ların sayısını artırmak.
Yazının Devamını Oku

Etik zekálı lider

8 Nisan 2006
AKMESCİT’te, Bahçesaray’da, Akyar’da güllerin açtığı mevsim. 18 Mayıs 1944’ü 19’una bağlayan gecenin yarısında 200 bin kişi yük trenlerine dolduruluyor. Apansızın uykularından uyandırılıp sürgüne gönderilen Kırım Tatarlarından sadece biriydi Mustafa adlı küçük bebek. Gül parfümü çok gerilerde kalıyor.

Özbekistan’ın Andican kentinde devam etti hayat. Ama sıra üniversiteye geldiğinde Sovyetler’e düşman bir ırktan olduğu gerekçesiyle üniversiteye sokulmadı genç Mustafa.

Aralıklarla toplam 18 yıl en ağır koşullarda zindan, Sibirya’da sürgün, 303 gün süren açlık grevi... Ünlü Sovyet fizikçisi Andrey Saharov ve General Piyotr Grigorenko gibi önemli Sovyet aydınlarıyla dayanışma... 1968’de Çekoslovakya’nın Kızıl Ordu tarafından işgalini protesto... Kırım’da Türk Medeniyeti yazısı nedeniyle sonradan zar zor yazıldığı Taşkent Üniversitesi’nden atılma...

Mustafa Cemilev hiçbir zaman silaha başvurmadı.

Ve sonunda büyük demokrasi ve insan hakları mücadelesinde galip geldi.

* * *

Bugün Ukrayna’ya bağlı özerk bir cumhuriyet olan Kırım’da Tatar Milli Meclisi Başkanı olan Mustafa Cemilev, iki gün önce sona eren Dünya Demokrasi Kongresi’nin bitiminde Demokrasi Cesaret Ödülü’nü alırken 124 ülkeden İstanbul’a gelen 500 demokrasi eylemcisi tarafından ayakta alkışlandı.

Cemilev, İstanbul’da Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlık koruması altında dolaştı.

Cemilev’in ödül töreni sırasında mükemmel bir Türkçe ile yaptığı konuşmasında bağımsızlık için silaha başvuranlara gönderme vardı. "Masum bir tek insanın bile canını acıtmışsanız, bağımsız kalsanız bile o bağımsızlık mücadelesi hiçbir zaman zaferle sonuçlanmış sayılamaz" dedi.

"Her yol mübah" anlayışının hákim olduğu bir dünyaya ne müthiş bir ders.

* * *

Türkiye’de kimi araştırmalara göre yaklaşık 2 milyon Kırım göçmeni yaşıyor. Anadolu’da yüzlerce Tatar köyü var. O nedenle Mustafa Cemilev bizim de kahramanımız sayılır. Dünyada onun gibi lider çok az. Tatar Milli Meclis Başkanı, yüksek bir "etik zeká" sahibi.

Duygusal zekánın ardından ortaya atılan "etik zeká", yeni bir kavram, aynı başlığı taşıyan kitap Türkçe’de de yayınlandı. Kitapta liderlik başarısı ile sahip olunan etik zeká arasında bağ kuruluyor. Etik zeká sahibi bir lider, mücadelesini Mustafa Cemilev gibi ruhunu satmadan yapıyor. Silaha dokunmuyor. Onun nezdinde amaç ne kadar ulvi olursa olsun, hiçbir zaman araçları haklı kılmıyor.

Mustafa Cemilev, "Kırım’da ayrımcılığın önünü kesmek için elimizden geleni yaptığımız için bize teşekkür edilmeli" diyor.

Ve sonunda Dünya Demokrasi Ödülü’nü eli silahlı teröristler değil Mustafa Cemiloğlu kazanıyor. Dünya onu ayakta alkışlıyor.
Yazının Devamını Oku

Gayri safi mutluluk oranı

1 Nisan 2006
LISBON Council, Brüksel’de kurulu bir düşünce üretim kuruluşu, bir başka deyişle "think tank". Üç fikir girişimcisi tarafından kurulan Lizbon Konseyi’nin net bir amacı var; Avrupa Birliği’nin rekabetçi ve dinamik bir bilgi toplumu olabilmek için 2000 yılında Portekiz’in başkenti Lizbon’da yapılan zirvede almış olduğu kararların uygulanmasına yardımcı bir düşünce paylaşım ortamı hazırlamak.

Hafta ortasında Lizbon Konseyi’nin Brüksel’deki yemeğine katıldım. Brüksel think tank’ler açısından zayıftır. Aslında bu durum bütün Kıta Avrupası için geçerli. Anglosakson geleneğinin ürünü olan siyasi ve ekonomik araştırma kurumları ile düşünce platformlarına Kıta Avrupası’nda çok daha az sayıda rastlanır. Gördüğüm kadarıyla Brüksel’de bu açıdan bir kıpırdanma var ki böyle olması iyiye alamet. Umarım Türkler de AB üyeliği öncesindeki bu kritik dönemde Brüksel think tank’lerinin içinde aktif olmayı başarabilirler.

* * *

Lizbon Konseyi’nin öğle yemeklerinde her seferinde farklı bir konu tartışılıyor. Alkollü içki servisi yok, yemekler hafif. Davetliler toplam 20 kişi, üçte biri gazeteci, içte biri siyasetçi, kalanlar da değişik gruplardan kanaat önderleri.

Benim katıldığım toplantıda konuşmacı olarak ünlü bir istatistikçi olan Enrico Giovannini vardı. Ekonomik ve Kalkınma Örgütü’nün istatistik işlerinden sorumlu bu kişi kuruluşa üye ülkelerdeki en son rakamların yer aldığı raporu yorumladı.

Bütün OECD istatistiklerinde en arkadan gelen ülke Türkiye. Üstelik bazı istatistikler her ülke için var, bir tek Türkiye’nin hanesi boş. Bu durumdan sorumlu doğrudan kendiniz olmasanız bile insan üzülüyor. Sürekli olarak geride kalma, geriden koşma durumunun ruh halimize yansımaları mutlaka vardır.

İstatistiksel rakamlar şeffaflık demek, tabii üzerinde oynanmamış olanları. İstatistik ve demokrasi arasındaki ilişkiyi görmek gerek. Demokrasi havası arttıkça gizli kapaklı işler de geride kalıyor. "Toplumsal bilinç", "ortak akıl" gibi kavramların yaslandığı rakamsal destek noktaları istatistikler. Strateji belirlemek için de onlar gerek.

Ve bir iyi haber: Dünya İstatistik Kongresi gelecek yıl Türkiye’de yapılacak. İyi bir fırsat ve ister istemez rakamlarla barışmamıza yardımcı olacak çapta bir etkinlik.

* * *

Gerçek hayat rakamlardaki kadar basit değil ve Enrico Giovannni’nin söylediği gibi "Botswana ekonomik rekabette İtalya’dan geridir" demenin de anlamı pek yok. İstatistikler bir ülkenin kişi başına düşen mutluluk oranını ölçmüyor. "Gayri safi milli mutluluk hasılası" ile rakamların söylediği arasındaki ilişki tam olarak doğrudan orantılı olmayabilir.

Bu da bizim avuntumuz olsun.
Yazının Devamını Oku

Sevgisizler toplumu mu?

25 Mart 2006
BERLİNBEYAZ saçlı insanların hayatın nimetlerinden yararlanmayı sürdürmelerini izlemek bana çok iyi geldi. "Avrupa enerji yitiriyor, çünkü yaşlanıyor" demek de bir yorum elbette; ama o cumartesi akşamı Berlin’deki piyano barda diz dize, göz göze müzik dinleyen "kıdemli" Almanların enerji kaybına uğradıklarının kanıtını pek göremedim.

Kendinizi genç hissetmek isterseniz siz de benim gibi Berlin’e gidin. Ayrıca KA-DE-WE denilen çok katlı mağazadan alışveriş edin.

En iyisi şehrin batısında olmak, zira gençler doğudaymışlar.

Görkemli bir başkente dönüşme sevdası hayli yaşlandırmış bir dönemin marjinaller şehrini. Akşam piyano bara gittik, yaş ortalaması 55-60. Sabah şehrin merkezindeki otelimizde kahvaltıya indik, yaş ortalaması 70. Derken alışverişe gideyim dedim, torunlarına pahalı hediyeler alan büyükanne ve büyükbabalardan başkasını pek göremedim.

Hiçbir Avrupa şehri, kıdemli vatandaşlar konusunda Berlin’in eline su dökemez. En azından benim izlenimim bu yönde.

* * *

Almanya’daki 2.3 milyon civarındaki Türk ve artık Alman vatandaşı olan yaklaşık 839 bin Türk kökenliyi hedef alan, Hürriyet Almanya baskısı tarafından düzenlenen toplantı için Berlin’deydim. Kerem Çalışkan’ın "şef redaktör"lüğündeki Hürriyet Avrupa baskıları, Türk ve Alman taraflarını bir araya getiren toplantıları yeni başlatmış. Katıldığım toplantının konusu, Almanya’daki Türk gençlerinin mesleki eğitim sorunu idi.

Almanya, Türk gençlerinin kıymetini pek bilmiyor galiba. Oysa bu ülkede ciddi bir çocuk kıtlığı var. Hürriyet Berlin Temsilcisi Ahmet Külahçı, bizi parlamentonun yanında, Spree Nehri kıyısındaki basın merkezine götürdü. Buradan dışarıyı seyrederken parlamento bahçesindeki kreşi gördüm. Parlamenterler yeterli sayıda çocuk yapmayınca boş kalan kreşe gazeteci çocuklarını da almaya başlamışlar.

AB nüfusu azalıyor, ortalama ömür artıyor. 2050 yılında 15-64 yaş dilimindekilerin sayısı 48 milyon azalacakmış. 65 yaş üstündekilere ise 58 milyon kişi daha eklenecek. "Çözüm göçmen politikaları mı?" diye soruyor Almanlar. İyi de, bir taraftan Almanya’ya beyin göçünü teşvik ederken diğer taraftan bizim kalifiye genç Almanya Türklerini Türkiye’ye kaçırıyorlar; çünkü bu gençler birinci sınıf vatandaş oldukları yerde yaşamak istiyorlar. Kalanların çoğu mesleksiz Türk gençleri...

* * *

Frank Schirmacher,
46 yaşında ünlü bir Alman gazeteci. Ülkesi için genç sayılan bu yaşında Schirmacher’in geldiği duygu, ailenin çok ama çok önemli olduğu. Aile konusunu işleyen "Minimum" adlı kitabında Almanya için kullandığı tabir ise "sevgisiz egoistler toplumu".

Almanya, sevgi toplumuna dönüşmeyi başarabilecek mi? Hálá direnen aile ve komşuluk ilişkileriyle Almanya Türklerinin buna küçümsenmeyecek bir katkısı olabilir.
Yazının Devamını Oku

Paris-İstanbul 7 saat

18 Mart 2006
AVRUPA kentlerini saatte 350 km hızla giden trenlerle birbirine bağlama projesi olan Magistrale Koridoru, 1990’dan bu yana gündemde. Amaç, Paris’ten Budapeşte’ye uzanan çizgide Strasbourg, Stuttgard, Münih, Viyana gibi AB’nin önemli merkezleri arasındaki ticari ve kültürel bağların güçlendirilmesi. Hedeflenen gerçek "ortak yaşam" ancak kentler arası mesafe birkaç saate indiğinde oluşabilecek. Bu yüzden de Magistrale Koridoru, AB’nin öncelikli projesi. Bu hat üzerindeki belediyeler, ticaret ve sanayi odaları ile üye ülkelerin ulaştırma bakanlıkları ortak hedefleri etrafında bir Magistrale Kurulu oluşturdular.

Ulaşım ve kent tasarımcılarından oluşan bu uzmanlar kurulu, hızlı tren güzergáhı için araştırmaları üstlendi, planlamaları yaptı. Mesele ray döşemekten ibaret değil. Ulaştırma projelerinde toplumsal yaşama en yüksek katkının nasıl oluşacağını hesaplayarak ilerlemek gerekiyor.

* * *

Paris-Budapeşte arasındaki güzergáhın planlaması tamamlandı. Magistrale Koridoru’nun Fransa-Almanya-Avusturya ayağındaki birçok hat devreye girdi. Sıra Magistrale Atlası’nı hazırlamaya geldi. AB bünyesinde yürütülen bu çalışmada, hızlı tren hattıyla ilgili bugüne kadar yapılan çalışmaların yanında hattın geleceği de yer alacak.

İşte bu atlası hazırlama görevi Türkiye’ye hayranlık besleyen bir Alman profesöre verildi. Magistrale Uzmanlar Kurulu üyesi de olan Prof. Dr. Egon Martin, geçmişte iki kez Türkiye’ye gelerek İstanbul’un tarihi bölgelerinin ulaşım planlaması için çalışmıştı.

Prof. Dr. Egon Martin, en büyük hayalinin Magistrale hattının İstanbul’a bağlanması olduğunu söylüyor. Bunun için öncelikle hattın Budapeşte-İstanbul ayağının açılması gerekiyor. Prof, Egon Martin elini çabuk tuttu ve hazırlamakta olduğu atlasa kendi özverili çalışmasıyla hazırladığı Budapeşte-İstanbul güzergáhı planlamasını da kattı. Prof. Martin’in ürettiği çözümde İstanbul-Paris arası yedi-sekiz saate kadar iniyor.

* * *

Prof. Martin’in gelecek düşleri bu kadarla da sınırlı değil. 19’uncu yüzyılın sonunda yapılmış olan İstanbul-Bağdat hattının da yeni güzergáhın uzantısı olması gerektiğini söylüyor.

Prof. Egon Martin’e göre her geçen gün dünyanın dikkatini daha fazla çeken İstanbul, hızlı tren ağıyla birlikte Avrupa’nın doğuya açılan kapısı haline dönüşebilecek. İstanbul Boğazı’nda yapımı süren tüp geçidin planlamasında tren hattının da bulunması, Alman hocanın düşüncelerinin gerçekleşme şansını artırıyor.

Almanya’nın Siemens, Hertz, Mercedes gibi teknoloji dáhilerini yetiştiren Karlsruhe Teknik Üniversitesi’nden olan bu vizyon sahibi hocaya, Avrupa’nın geleceğine dair ulaşım atlasını hazırlarken İstanbul’u ve Türkiye’yi unutmadığı için büyük bir teşekkür borçluyuz.
Yazının Devamını Oku

Brüksel’de kadınlar günü

11 Mart 2006
BURADA insanı yağmurlu havalar mahveder! AB Komisyonu Başkanı Barroso’nun basın toplantısından çıkıp Avrupa Parlamentosu’na varana kadar sırılsıklam olmuştum bile. Öğle yemeğinde Karin Riis Jorgensen’in davetlisiyiz. Ardından 8 Mart nedeniyle "Türkiye’de Kadın" konulu panele katılacağız. Jorgensen Danimarkalı, Avrupa Parlamentosu’nda liberal ve demokrat milletvekilleri grubunun başkan yardımcısı.

Bizim ekipte milletvekili Semiha Öyüş, Arzuhan Doğan Yalçındağ, Ümit Boyner, Feryal Menemenli ve ben varız. Milletvekili ve benim dışımdakiler TÜSİAD adına katılıyorlar. Arzuhan Doğan Yalçındağ, kadınlarla ilgili sivil toplum projelerini anlatıyor. Ümit Boyner, Türkiye’nin Avrupa’daki imajından, Feryal Menemenli kadın girişimcilerimizden söz ediyor. Benim de kırsal kalkınma ve etnik yönden kadınları anlatmam istenmiş.

Diyarbakır’daki Kadın Merkezi’nin birbirinden ilginç projelerini sıralıyorum, yoruma hiç gerek kalmaksızın. Ankara’daki başarılı kadın kuruluşu Uçan Süpürge’nin "Yerel Kadın Muhabirler Ağı" projesine değiniyorum. Konu kadınlar ve politikaya da geliyor. Normalde kotaya karşı olduğunu söyleyen Karin -ki oturumu o yönetiyor-, bizleri dinledikten sonra kota karşıtı tavrını gözden geçireceğini söylüyor. Bu da bizim Avrupa kadın hareketine katkımız olsun!

* * *

Avrupalılar artık Türkiye’nin tüm yüzleriyle ilgili. Burada da modern yaşamlar ve kentli insanlar olduğunun nihayet farkına varıyorlar. Bunu keşfedip parlamentodaki toplantıyı düzenlediği için Jorgensen’e çok şey borçluyuz.

Toplantımızın tuzu biberi, Kıbrıslı bir Rum milletvekili oldu. Kendini işgal altındaki Kıbrıs’ın temsilcisi olarak tanıtıp bize "Siz güllersiniz" demez mi... Vitrinmişiz biz, neden doğulu kadın yokmuş aramızda? Çoğunluk değil miymiş onlar?

İyi de benim sülalem 500 yıldır Güneydoğulu. Üstelik Ziya Paşa’nın terkib-i bendini ezbere okuyan babaannem benden çok daha iyi bir hatipti... "Zerduz palan vursan..." diye başladı mı durmak bilmezdi.

Kıbrıslı milletvekilinin müdahalesi çok iyi oldu aslında, onca dinleyicinin önünde referandumla iki yıl önce reddettikleri Annan Planı’nı da hatırlatmak fırsatını vermiş oldu bize.

* * *

Kafalarındaki imaja uymayan Türk görmeye tahammülü olmayan Avrupalılar hálá var. Yıllardır seyrettikleri köy filmlerinden bıkmadılar.

"Vitrin" konusu ise hassas mesele. Doğrudur, Türkiye’nin aydın kadınları Cumhuriyet’in vitrini oldular çok uzun yıllar boyunca; ama artık 21. yüzyıl Türkiye’sinde kimse başkası adına konuşmuyor.

Kadın hareketi, erkeklerin siyasi dünyasına göre çok daha demokratik. Örneğin, "namus cinayetleri" Doğu’nun sorunu ve buna karşı mücadeleyi Doğulu kadınlar yürütüyor. Ankaralı kadın kuruluşları siyasi lobi ağırlıklı, İstanbul ise fikir düzeyinde etkili.

Avrupalılar, Türkiye’nin farklı yüzlerini tanımaya ancak başlıyorlar. Kendimizi anlatmak ve kafalardaki kalıpları kırmak için önümüzde uzun bir yol var.
Yazının Devamını Oku

AB’nin Nobel çabası

4 Mart 2006
ŞARAP kalbe iyi gelir mi? Avrupa Birliği bu basit sorunun yanıtını araştırması için üç kişinin çalıştığı mikro bir bağcılık işletmesine 1 milyon Euro’yu neden verdi? Ve neden aynı Avrupa dünyanın bugüne kadar gördüğü en büyük mali destek fonu olan 70 milyar Euro’luk 7. Çerçeve Programı hazırladı? Türkiye bunun neresinde?

Avrupa Birliği, Amerika ve Japonya karşısında "kendini yenileme" anlamında geri kaldığının farkında. Bizim şikáyetçi olduğumuz beyin göçünden Avrupalılar da şikáyetçi. En parlak genç beyinleri Amerika kapıyor çünkü Avrupa sosyal devleti yapacağım derken rekabetçilikten uzaklaşıyor. AB’nin en üstün tarafı olan sosyal paradigması Nobel çıkarmasına yetmiyor hatta bazı ağır kalıplar nedeniyle buna engel oluyor. Türk Bilişim Vakfı’nın Başkanı Faruk Eczacıbaşı’na göre Amerika "rekabet savaşçısı" yetiştirirken AB geri kalıyor.

İşte bu gidişata dur demek için Avrupa kendisine bir ortak araştırma alanı yaratma hedefi koydu. Bunu gerçekleştirmek için de kısaca AR-GE denilen araştırma ve geliştirme projelerine destek vermek için kesenin ağzını açtı.

* * *

AB’nin isteği dünya üzerinde bir güç olarak yer almak. Bugünün dünyasında o noktaya topla tüfekle değil bilim ve teknolojideki üstünlüğünüzle varıyorsunuz. AB bunun için ne lazımsa yapacağının mesajını bu işe 70 milyar Euro gibi devasa bir bütçe ayırarak veriyor.

Buradan çıkarak şunu da söyleyebiliriz: Türkiye için Çerçeve Programlar kanalı ile AB projesi üretip Avrupa Araştırma Alanı’na dahil olmak Avrupa Ordusu’na katılma iddiasından daha önemlidir. Biricisi bu kapı AB’nin bize gerçekten açık olan tek kapısı. İkincisi bilim ve teknolojide geri kalmamak için gidecek başka kapı da yok.

Özetlemek gerekirse, AB Nobel ödülü istiyor. Bilim alanındaki Nobellerin Avrupa eskiden üçte ikisini alırken giderek gerileyerek beşte birlere düşmüş. Fizik alanında kazandığı Wigner Madalyası ile Nobel’e en çok yaklaşan Türk olan Prof. Erdal İnönü, 300 yıldır AR-GE ile ilgilenmeyen Türkiye’de araştırma geleneği olmadığını, buna israf diye bakıldığını söylüyor. İnönü’ye göre AB Çerçeve Programları Türkiye’nin söz konusu zihniyet kalıplarını kırması için büyük fırsat.

* * *

Türkiye’nin küçük işletmelerinin AB projesi üretebilir noktaya gelmeleri para elde etmeleri açısından önemli değil. Bu noktada AB’den gelen fonların ruhunu iyi kavramak gerekiyor. Yeni fikirler üretip bunları başka AB ülkelerinden kuruluşlarla bir arada projelendirmek suretiyle hayata geçirmek. Dolayısıyla Türkiye dışına açılıp yeni pazarlarla tanışmak, farklı deneyimlerden yararlanmak, yeni düşünceleri paylaşmak. Eğer ekmek elden su gölden bir yaklaşımla cebinize para girsin diye AB fonları iştahınızı açıyorsa uzak durun, orada size mama yok.
Yazının Devamını Oku

Kraliçe’nin başı açık mıydı?

25 Şubat 2006
ÜRDÜN’ün genç kraliçesi için verilen davetten döndüğümde gazetede majestelerinin fotoğrafını henüz görmemiş olan herkes aynı soruyu sordu: "Kraliçe’nin başı açık mıydı?" Sinir bir soru; ama hayatın gerçeği de bu. Arap kraliçelerinin bizim lider eşlerimizden daha modern ve Batılı bir görüntü sunması bizi rahatsız ediyor. Müslüman áleminin Batı’ya açılan yüzü olma rolü elimizden çalınıyor.

Ve Attila İlhan artık yok; ama birisinin çıkıp "Hangi Türk kadını?" diye sorması gerekiyor.

Mehmet Yılmaz dünkü yazısında Kraliçe Rania’ya misyon yüklüyordu: "Dünya televizyonlarında boy gösteren kirli sakallı, korkunç görünüşlü Müslüman Arap imajını kırmak!.."

Ancak bu rolü olsa olsa Rania’nın kocası oynayabilir. Rania ise bizim bozulmasına katkıda bulunduğumuz Müslüman kadın imajını düzeltebilir.

* * *

Türklerin yüzyıllar boyunca "kavm-i necip-asil topluluk" olarak adlandırdıkları Araplara, 1. Dünya Savaşı’nda İngiltere ile beraber oldukları için duydukları kırgınlık bilinç altında sürüyor. Buna aynı dini paylaştığımız Arapların imajının Türklere olumsuz yansıdığına ilişkin inancımızı da ekleyin. Türkler, Araplara karşı karmaşık duygular içinde.

Bu duyguları sağlığa kavuşturmak için Arapları tanımamız lazım. Oysa biz henüz daha Mağrip (Kuzey Afrika), Maşrık (Suriye-Filistin-Lübnan-Ürdün) ve Körfez Arapları arasındaki derin farklılıkların dahi bilincinde değiliz. Bizde örtünme denince Türklere kültürel olarak en uzak ve Müslümanlığın en bağnaz uygulayıcısı olan Körfez Arapları model olarak seçiliyor. Tabii bu seçim sadece belirli bir zümreye ait. Önceki gün Ziraat Bankası şubesindeydim. Kuyruklardaki dar gelirli kadınların üçte ikisi başına eşarp bağlamıştı; ama hiçbirininki bandanalı yumurta kafa tarzı bir bağlama değildi.

İşin doğrusu, biz siyasal alanda bile Ortadoğu’yu Batılı kaynaklardan izliyoruz. Onun içindir ki Irak’taki bölünme bizi şaşırtabiliyor, HAMAS liderini Türkiye’ye getirmeyi yüzümüze gözümüze bulaştırabiliyoruz. Çünkü itiraf edelim ki Arap dünyasına sadece coğrafi olarak değil, içselleştirilmiş bir yukarıdan bakışımız var.

Evet ama Kraliçe Rania’nın başı açık işte...

* * *

On gün önce Ürdün’deydim. Ürdünlü kadınlar, Arap dünyası kadın ve gençlik hareketi içinde öncü rolde. Orada olduğum sırada Prenses Basma, Arap Gençlik Forumu’nu açtı. Ürdün Kadınlar Birliği, Arap dünyası sivil toplum kuruluşlarına öncülük eden toplantıya ev sahipliği yapıyordu. Kuzey Afrika ve Ortadoğu Ülkeleri İş Forumu’nda ise pek çok başarılı Arap işkadını dikkatimi çekti.

Kraliçe Rania’nın, Anne Çocuk Eğitim Vakfı’nın "7 Çok Geç" sloganıyla başlattığı 0-6 yaş çocuk eğitimi kampanyasına verdiği destek çok değerli. Kibar Kraliçe, her ne kadar televizyon programında "Türkiye’yi model alıyoruz" demiş ise de bizim de Arap dünyası kadınlarını izleyerek öğreneceğimiz çok şey var.
Yazının Devamını Oku