7 Ekim 2006
BRÜKSEL’de, Güney Garı’na yaklaşırken kırmızı ışıkta durduk. Önümüzdeki beyaz kamyonetin arka camına yapıştırılmış afişte en fazla 30’unda güleç ve tombul bir yüz var. Aydın Kavak, liste 12. Türk usulü siyasal kampanya kültürü buraya taşınmış. Yarınki seçimler için başka Avrupa kentlerinde olduğu gibi Brüksel’de de Türkler yarışıyor. Başka yerlerdeki baskılar onların üzerinde de var. Genç Türklerin siyasetteki atılımından rahatsız olanların Hollanda’daki "Ermeni soykırımını itiraf et" şantajı burada da başgöstermiş, ama henüz sonuç vermemiş.
Avrupa Parlamentosu ile TBMM üyelerini bir araya getiren karma komisyonun eş başkanı Hollandalı Joost Lagendik, Türk kökenli siyasetçiler üzerindeki bu baskıyı eleştirirken bakın ne diyor: "Ortalıkta 301 kalksın ya da değişsin diye dolaşırken benim kendi ülkemde Hollanda’da milletvekili adaylarının zorla istifa ettirilmesi beni fazlasıyla zor durumda bıraktı. Fransa için de aynısı söz konusu. Biz önce kendi içimizde tutarlı olmayı başarmalıyız, yoksa ne 301 ne de diğer konularda ikna edici olabiliriz. Türklerle Ermenileri yakınlaştırmanın yolu bu değil."
* * *
Joost Lagendick’in Brüksel’de TÜSİAD ile Avrupa Politikaları Merkezi’nin düzenledikleri panelde yaptığı değerlendirmelerin Avrupalı parlamenterler nezdinde duyulması çok önemli. Lagendick’e göre AB şu anda Türkiye’de bir "algı problemi" yaratmış durumda. Türk kamuoyu AB’nin her gün Türkiye’nin önüne yeni bir koşul çıkaracağına inanıyor. Oysa Avrupa Parlamentosu’nun son Türkiye raporundan Ermeni soykırımının tanınmasını üyeliğe koşul olarak getiren maddenin çıkarılması ile atılan geri adım bunun doğru olmadığını gösterdi.
Lagendick’in Brüksel’den AB kurumlarına yaptığı çağrıyı tekrarlamakta yarar var: "Türkiye’yi eleştirmeye devam edin, ama bunu adil kalarak yapın."
Kendi içlerinden yükselen bir ses olduğu için bu çağrının AB nezdinde önemseneceğini umabiliriz.
* * *
Sorunlar iki yönlü. Avrupa Parlamentosu’nda Almanya’yı temsil eden Vural Öger, Türk kamuoyunda AB karşıtlarının seslerini giderek daha fazla duyurduklarına dikkat çekiyor. Öger’e göre madalyonun bir de bu yüzü var. Avrupa Parlamentosu’nda inşa ettikleri her iletişim kalesi, Türkiye’deki AB karşıtlarının patlattıkları "bomba"larla yıkılıyor. Avrupa’daki Türk imajı kadar, Türkiye’deki AB algısı da üzerinde çalışılması gereken bir alan.
Bütün zorluklara rağmen Türkiye ile AB bugün her zamankinden daha yakın. İki tarafta da eleştirecek çok şey var. Ancak üyelik müzakereleri devam ediyor. Ve AB tarihi bize, müzakere açılan her ülkenin er ya da geç üye olduğunu söylüyor.
Türkiye cahilleri çok, ama tanıyanların sayısı da artıyor ve bunda Avrupa’daki Türk kökenli siyasetçilerin etkisi büyük. Kamyonete afişini yapıştırarak kampanya yapan Aydın Kavak’a iyi şanslar.
Yazının Devamını Oku 30 Eylül 2006
AVRUPA Parlamentosu’nda 25 üye ülkeden üçte biri kadın olan toplam 732 milletvekili var. İçlerinde Türkiye’ye en yakın grup Yeşiller. Böyle olmasının sebebi, hem Yeşiller’in yapıları gereği en "doğrucu davut" parti olmaları, hem de çok sayıda Türk siyasetçiyi barındırmaları.
Batı Avrupa’ya Türk göçü 45 yılı geride bırakırken, ikinci ve üçüncü kuşak Türklerin tercihinin sol partiler olması doğal; çünkü yabancılara karşı en fazla hoşgörü bu kanatta. Gelgelelim Avrupa Türklerinin siyasetteki başarıları kolay hazmedilir bir durum değil. Nitekim Hollanda’da ve Belçika’da Türk kökenlileri geri püskürtmek için bahane buldular: "Ya Ermeni soykırımını itiraf et, ya da istifa et!" Etmeyeni partiden ihraç etmeye başladılar. Bazı Türk kökenli siyasetçiler üzerinde "hiç olmazsa kapalı oturumda itiraf et" diye baskı var.
Bu tür baskılar, Türklerle Ermenileri barıştırmaz, ama AB ülkelerini kendi içlerindeki Türk toplumuyla küstürür.
* * *
Bizim bu noktada yapmamız gereken yılgınlığa mı kapılmak, yoksa bilgilendirme taarruzuna mı geçmek? Ben ikincisinden yanayım. Örneğin Avrupa’da kaç kişi, geçen yüzyılın başında imparatorluk küçülürken Balkanlar’dan koparılıp Anadolu’ya sığınan Türklerin sayısının 5 milyon olduğunu biliyor?
Sirkeci İstasyonu’nda çekilen Rumeli göçmenlerinin fotoğrafları ile Ermeni tehcirine uğrayanların fotoğraflarını birbirinden ayırt etmek o kadar kolay değil.
Kendimden örnek vereyim. 1940’lı yıllarda Makedonya camilerinde Sırplar tarafından kurşuna dizilen kuzenlerimin intikamı için Avrupa Parlamentosu’nun kapısını çalarsam ne olacak? "Bir sen eksiktin" demelerini beklerim açıkçası!
* * *
Avrupa’da kaç kişi, 1915’teki çok taraflı vahşetin Anadolu topraklarına hákim olma mücadelesi için verilen üçlü bir savaşın parçası olduğundan haberdar? Doğrusu o ki bu topraklara hákimiyet için Türkler, Ermeniler ve Rumlar savaştılar. Türkler ve Kürtler birleştiler, Rumlara ve Ermenilere karşı galip geldiler.
Anadolu’ya milliyetçilik ideolojisini kim bulaştırdıysa önce onlar özür dilesin. Milliyetçiliğin Türklere en geç ve ancak acı verecek bir şekilde dürtüldükten sonra sirayet ettiğini bilmiyor iseler, Avrupalı dostlarımıza bunu da anlatmak gerekir.
AB üyesi ülkeler genel anlamda Türkiye’den çok daha milliyetçidir, ama bu başka bir yazının konusu.
Avrupa Parlamentosu’nu küçümseyenlere gelince, onlara katılmıyorum. Son Türkiye raporunda Ermeni soykırımını tanımak üyelik için koşul olmaktan çıktı diye rehavete kapılamayız. Radikal Ermeni grupları, mutlaka karşı atağa geçecekler. Aynı şekilde Kıbrıs için de Türkiye’nin anlatacak çok lafı var. Neyse ki Ankara’nın bütün bu faaliyetleri bundan böyle hazırlanmakta olan bir strateji çerçevesinde planlı programlı yapacağına dair Başbakanlık’tan sinyal aldık. Kolay gelsin diyoruz.
Yazının Devamını Oku 23 Eylül 2006
PERŞEMBE günü saat 10.15. Aracımız Haliç Köprüsü’nden Beyoğlu Adliyesi’ne döner dönmez gördüğüm manzara karşısında içim cız etti. Atatürk’ün büyük boy kalpaklı posterleri ve Türk bayraklarını taşıyan bir grup, 301. madde kapsamında Türklüğe hakaretten yargılanacak olan yazar Elif Şafak’ı protesto için oradaydı. Benim için bu görüntünün camilere sığınıp gecekondu yıktırmamak için duygu sömürüsü yapanlardan çok da farkı yoktu. Cumhuriyetin kurucusunu yerli yersiz böyle gösterilerle marjinalleştirmeye çalışanlar, "ulusal değerler"e ve "Türklüğe" asıl zarar veren tarafın kendileri olduğunun bilincinde elbette değiller.
* * *
Göstericiler Adliye’nin bahçesine alınmamışlardı, destekçiler ise içerideydi.
Destekçiler deyince, çoğu artık yaşını başını almış sol kökenli 68 kuşağı aydınları. Birkaç dernek temsilcisi. Uluslararası birkaç temsilci. Kadın kuruluşlarından temsilciler. Yaklaşık 10 kişilik genç bir grup. Benim gibi dava izlemek için değil destek anlamında orada bulunan birkaç gazeteci.
İşin doğrusu o ki davayı takip etmek için gelmiş olan Türk ve yabancı medya mensuplarının sayısı her iki tarafın toplamından da fazlaydı. Davanın sonunda müdahil avukatların üzerlerinde uçuşan cübbeleri, kurt işareti yaparak ve ağza alınmayacak küfürler savurarak önümden geçişlerini ise etkileyici bir sinema sahnesi gibi unutmak mümkün olmayacak. Tabii bu arada destekçilerin arasına karışmış olan küçük gençlik grubunun yumruklar havada slogan atmaya başlaması da provokatif ortamı iyice keskinleştirmekten başka bir işe yaramadı. Bu noktada emniyet güçlerinin işi de zor. Kimin gerçekten entelektüel anlamda destekçi, kimin ise bu fırsattan istifade ortalığı bulandırmaya çalışan tipler olduğunun ayrımını yapmak mümkün değil.
* * *
Sonuç benim açımdan "Türklük" adına sevindirici oldu. 301. maddenin olur olmaz nedenlerle kullanımı başımızı umarım bir kez daha böyle ağrıtıp hepimizi ele güne rezil etmez. Türkiye’de kafalar değişmedikçe maddenin yeni baştan ele alınması kaçınılmaz görünüyor.
Elif Şafak’ın "Baba ve Piç" romanını okumayanlara tavsiye ediyorum. Benim de bu romanda katılmadığım noktalar var. Mesela Avrupa’daki bazı araştırmalar, Mimar Sinan’ın Latince ve İtalyanca da bilmesinden yola çıkarak, bir Osmanlı paşası tarafından sahiplenilen annesinin Hırvat ya da Avusturyalı olması ihtimalini yabana atmamaktalar. Ama esas mesele bu değil. Farklı düşünceye tahammül etmeme bir hastalığımız olarak sürüyor. Daha da kötüsü, sırf adı bir yerlerde canımızı acıttığı için okumadığımız bir romandan yola çıkarak cepheleşmelerdeki yerimizi alabiliyoruz. Elif Şafak’ın romanının adı Baba ve Piç yerine Baba ve Kızı olsaydı aynı tepkiler gösterilecek miydi? Bakın bunda bile emin değilim.
Yazının Devamını Oku 16 Eylül 2006
FRANKFURT Main Nehri kıyısında güneşli bir sabah, Göksel Baktagir ve Ceyhun Çelikten’in kanun ve piyano düeti eşliğinde bir kahvaltıya ne dersiniz? Boğaziçi adlı bu CD’nin çaldığı Main Rıhtımı 15 Numara’daki kahveyi işleten Dilek ve Uğur Cura çifti. 60’lı yıllarda Almanya’ya gelen Balıkesir-Somalı madencilerin çocukları. Cafe 15, Avrupa’daki Türk göçünün evriminin kanıtı.
Eskiden buralarda Türklerin açtıkları kahveler, Anadolu taşrasındaki dumanaltı kahvehanelerinin kopyası olurdu. Cafe 15 ise Nişantaşı kafelerini geçmiş. Dekor çok şık. Yan masalarda bir Japon aile ile İtalyan diplomatları oturuyor. İç taraftaki küçük salonda henüz meşhur olmamış genç sanatçılar için sergiler düzenleniyor. Gazetelikte ise Avrupa’nın farklı dillerdeki tüm önemli gazetelerini bulmak mümkün.
* * *
Bir gece önce, Kanal D’nin Avrupa yayını olan Euro D’nin 10’uncu yıldönümünde Alman Şansölyesi Merkel’i dinlerken "Nereden nereye.." diye düşünüyorum. Bir Türk televizyonu burada 10’uncu yılını kutlayacak ve Alman şansölyesi neredeyse beş saatini bu olaya katılarak geçirecek. Kutlama yemeğindekilere bakıyorum, inanılır gibi değil. Sanki bir ütopya gerçekleşmekte. Deutsche Bank’ın başkanından Alman gazetelerinin genel yayın müdürlerine kadar Alman eliti burada. Pek çok Türk kökenli Alman siyasetçi dolaşıyor masalarda.
Bu arada Berlin’de yarın yapılacak olan eyalet meclis seçimine Türk kökenli 11’i kadın 21 genç aday katılıyor. Erkekten fazla kadın aday var. Bu karma görüntü de düşünmeye ve örnek almaya değer bir konu.
Biz Merkel’in Türkiye’nin AB üyeliği konusundaki yaklaşımını merak ediyoruz, onun Türklerle ilgili ajandasındaki birinci madde ise entegrasyon. "Türk gençleri en az Alman gençleri kadar akıllı; ama meslek eğitimi alamayanlarının sayısı Alman gençlerine göre daha yüksek" diyerek önemli bir yaraya parmak basıp bunu düzeltmek için gerekli siyasi iradeye sahip olduğunu söylüyor Merkel. Türk ve Alman askerlerinin Lübnan barış gücünde birlikte olmalarının önemini de anlatıyor.
Merkel’in ajandasının ikinci maddesinde ise Türk çocuklarına okullarda verilecek din eğitimi meselesi var. Almanca bilen yüzlerce İslam dini hocasını nereden bulacaksınız?
Çocukken kapıda kaldığınızda anne babanız eve gelinceye kadar sığındığınız güven veren komşu teyzeler vardır, Merkel onlara benziyor. Peksimet ekmeğinden pasta yapan tutumlu bir teyze. Ayrıca papaz kızı olarak doğrucu Davut. Almanlar onu bu özellikleriyle seçtiler. Sanırım Merkel, Euro D gecesinde de benzer özellikleriyle katılımcıların sempatisini kazanmayı başardı.
Şansölye Merkel’in yerinde olsam, entegrasyonla ilgili endişelerini bastırmak için Main kıyısındaki Cafe 15’e gidip kanun eşliğinde kahvaltı etmeyi denerdim.
Yazının Devamını Oku 9 Eylül 2006
BRÜKSEL Avrupa Parlamentosu’nun "işin cılkını çıkaran" kararı nasıl alındı? Brüksel’de konuşulanlara bakarsanız kaşla göz arası kotarılan bir karar söz konusu. Birkaç açıkgöz Yunanlı lobicinin marifeti... Peki ama bu kadar kolay mı bu işler? Ve bu kadar kolaysa neden biz beceremiyoruz aynısını?
Brüksel’deki büyükelçimiz Fuat Tanlay’dan aldığım bilgiye göre, burada Türkler tarafından kurulan derneklerin sayısı 150’nin üzerinde. Buna rağmen etkin lobicilikte Türklerin esamesi okunamıyorsa bunun nedenlerini araştırmak gerek. Örneğin Ermeni ve Süryani grupları içinde kiliseler çok etkin. Kilise etrafında çok ciddi lobi ağları örülebiliyor. Bizim cami cemaatleri ise bunlarla kıyaslanmayacak kadar zayıf. Atatürkçü dernekler marjinalleşiyor. Dolayısıyla Türklerin üzerinde el ele tutuşacakları bir zemin bulunamıyor.
* * *
Ne yapmalı? Avrupa Parlamentosu’nun Brüksel’de bile sorumsuzluk olarak karşılanan zehir zemberek kararına ne tepki verilmeli? Bunu ulusal gururumuzun rencide edilmesi olarak görenlere katılmıyorum. Beni asıl Türkiye’yi AB karşısında çaresiz gibi gösteren ve "AB bütün isteklerini alırken bize hiç birşey vermemenin yolunu bulacaktır" diyerek bu ülkeyi yeteneksiz ilan edenler endişelendiriyor.
AB Parlamentosu karşısında elimizin kolumuzun neden bağlandığını doğru analiz etmeliyiz. Bunu yaparsak karşı örgütlenme için sağlam bir başlangıç da gerçekleştirebiliriz.
Son dönemde özellikle Batı demokrasilerinde "compassion politics" denilen, "siyasetçinin seçmeninin acılarını paylaşması" diyebileceğimiz bir yaklaşım hákim oldu. Dolayısıyla da seçmenin duyguları ile ülkeler yönetilmeye başlandı. Bugün ise bunu eleştiren kitaplar yazılmaya başlandı. Lider kimdir? Toplumu takip eden değil, kitleleri peşine düşüren insandır. Bu noktada da "compassion politics"in tehlikeleri üzerinde düşünmeye davet ediliyoruz.
* * *
Bizim Türkiye’den 732 Avrupa parlamenterini tek tek markaja alacak 2’şer gönüllü çıkmaz mı? Brüksel’deki Ermeni lobisinin izlediği yöntemi neden bizimkiler yapamaz?
Bunun organize edilmesi ve kaynağının yaratılması bu kadar zor bir iş midir?
Açıkçası benim ulusal gururum, AB Parlamentosu kararı karşısında değil, Yunanlı bir armatörün AB’de Türkiye için olumlu ifadelerin yer aldığı Kıbrıs raporunun değişmesi için lobi yapılsın diye harcadığı parayı duyunca zedeleniyor. Bunun karşılığını Türk iş dünyasında da bulduğumuz gün Avrupa Parlamentosu’nda işin rengi değişecektir.
Açıkçası benim ulusal gururum AB meselesi bir ulusal dava olarak görülmediği ve bu yolda sinerji yaratacak ekipler oluşturulmadığı için zedeleniyor. Türkiye insan kaynağını bu yolda seferber edemediği sürece de ulusal gururum zedelenmeye devam edecek, zira kendini çaresiz hissetmek en büyük zavallılıktır.
Yazının Devamını Oku 2 Eylül 2006
DÖRT çocuklu bir kadın, şu anda Fransa’nın en popüler kadın siyasetçisi. Sosyalist partiden cumhurbaşkanı adayı seçilme şansı yüksek olan Segolene Royal’in eşi -ya da "partner"i- kim derseniz, Sosyalist Parti’nin Genel Sekreteri olan François Hollande.
Segolene Royal’i Fransız solunun ve hatta Fransa’nın şansı olarak görenler var. Royal, Fransa’da rakipleri tarafından medyatik olmakla suçlanıyor; ama nikáhsız yaşadığı adamdan dört çocuk yaptı diye suçlandığına rastlamadım.
* * *
Biri Türkiye’nin batısından (sosyal demokrat), diğeri Türkiye’nin doğusundan (muhafazakár) iki kadın milletvekili, Hülya Avşar’ın eski eşinin, birlikte olduğu kadınla nikáh kıymadan çocuk yapmasını eleştiren demeçler verdiler. Bebeğin anne-babası, topluma kötü örnek olmakla suçlandı.
Bizde bir çocuk doğdu mu güzel bir temennide bulunur ve "Allah analı babalı büyütsün" deriz. Gerçekten de küçük çocukların anne ve babalarıyla birlikte büyümeleri, onlar için en sağlıklı olanı.
Gelgelelim anne ve babaların bir arada olduğu evlilik kurumu 1968’den bu yana hızlı bir değişikliğe uğradı. Batı Avrupa’da 68 kuşağından başlayarak entelektüel çiftlerin önemli bir bölümü, beraberliklerini resmileştirme gereği duymamaya başladılar. Segolene Royal vakasında olduğu gibi nikáh kıymadan da aile olunabileceğini ispatladılar. Bu durum hukukta da yeni arayışları beraberinde getirdi. Fransa örneğinde olduğu gibi "vivre maritalement", yani "evli gibi" ya da "evli olarak yaşamak" diye Türkçe’ye çevirebileceğimiz hukuki bir statü oluştu. Resmi nikáh kıymaksızın evli olarak yaşayan çiftler, "medeni hal" sorulan belgeleri bu şekilde doldurmaya başladılar. Bu tanıma ilk kez bir Fransız kadın dergisini okurken beş yıl önce karşılaştığımda epey şaşırmıştım. Oysa birlikte yaşayan çiftlerin, örneğin ev kiralamaları, birlikte edindikleri mallar ve elbette ki çocuklar söz konusu olduğunda Batı’da yeni hukuki düzenlemelere ihtiyaç duyulması çok doğaldı.
Biz üye olarak katılmak için çabaladığımız Avrupa’yı tanımak üzere pek çaba göstermiyoruz.
Herkesin görüşü kendine.. Ancak şayet Segolene Royal, Fransa’nın cumhurbaşkanı olursa bizim Kaya Çilingiroğlu’nu eleştiren kadın milletvekilleri ne yapacaklar? Kendi bakış açılarına göre ahlak dışı bir hayat süren Fransa Cumhurbaşkanı ile görüşmeyi ret mi edecekler?
Düşünmeye değer bir konu.
Not: Haftada bir kez yazdığım için asker gönderme meselesine değinemedim. Türkiye, Lübnan Barış Gücü içinde Avrupa Birliği ülkeleriyle yer almalı, bunun pazarlığını da AB ile yapmalıydı. Kıbrıs başta olmak üzere, AB ile pazarlık edecek o kadar çok meselemiz varken bu olasılığın göz ardı edilmesi anlaşılır gibi değil. Orada asıl farkı aynı anda hem Müslüman, hem de Avrupalı kimlikle var olacak askerimiz yaratırdı.
Yazının Devamını Oku 26 Ağustos 2006
SANAT tarihi hocası ve Brüksel’deki TR PLUS-Avrupa’da Türkiye Merkezi kurucularından olan otuz yıllık dostum Jacqueline Gerard, 13 yıl aradan sonra İstanbul’a yeniden geldi. İlk kez 1976’da gördüğü Türkiye’yi Konya’sından Göreme’sine, Kaş’ından Ankara’sına, doğusundan batısına oldukça iyi tanıyan ve seven arkadaşımıza kısaca Zaza deriz. 20 yıl kadar önce kızının vaftiz annesi olmam için koyu Katolik bir papazı ikna becerisini göstermiş olan Zaza’nın İstanbul izlenimleri Sultanahmet Meydanı ve civarından başladı.
İlk akşam eve döndüğünde "Başı örtülüler artmış" dedi Zaza, ama bu seferkiler 13 yıl öncesine göre farklıydı: "Eskiden köylü olduklarını düşündüğüm ailede erkek önden yürürdü, kadınlar ise peşinden. Şimdiki örtülü çiftler el ele tutuşuyorlar, öpüşenlerini bile gördüm" diye ekledi. Ayrıca Ayasofya’nın avlusunda birbirlerine sarılıp fotoğraf çektiren örtülüleri de görmüştü Zaza ve ortaya "İslam’da resim yasağı kalktı mı?" sorusunu attı. Türbanlıların pofur pofur sigara tüttürmesinden de ayrıca etkilenmişti.
Topkapı Sarayı Hırka-i Saadet Dairesi’nde günün her saati camekana oturtulan hafız tarafından Kuran okunması da Zaza için bir yenilikti. 1517’den halifeliğin kaldırıldığı 1924 yılına kadar süren bu geleneğin yeniden başlatıldığını öğrenmişti.
Tekrar başa dönüp, "Başörtülü kadınlar eskisine göre çoğalmış" diye hayıflanmayı sürdürdü.
* * *
Beş gün boyunca İstanbul’un altını üstüne getiren Zaza’ya son akşam Develi’de kebap yerken "Başka neler farklı?" diye sorunca önüme uzun bir liste çıkardı.
Belçikalı arkadaşımın gözlemlerine göre; 13 yıl öncesine göre İstanbul’da refah gözle görülür biçimde artmış.
Erkeklerin bıyıkları yok olmuş.
Sokaklar ve caddeler çok daha bakımlı ve temiz.
Yarım kalmış inşaatlar azalmış.
Erkeklerde ceket-kasket ikilisi maziye karışmış.
Eskiden çok çirkin olan yeni binalar şimdi mimari olarak daha özenli yapılıyormuş.
* * *
13 yıl öncesine göre daha daha neler değişmiş? Zaza’yı dinlemeye devam ediyoruz:
Şehrin umumi tuvaletlerinde pisliklere basıp ayağınızın kayacağından korkardınız, şimdi fayanslar pırıl pırıl olmuş.
Artık İstanbul’da çok daha az klakson sesi var.
Taksiler kılık değiştirmiş, her taraftan sallanan süsler kalkmış, içinden pire zıplayacağını düşündüren pelüş kılıflar yok olmuş.
Fakat İstanbul’da değişmeyen şeyler de vardı.
Şehirdeki son gününde onu tekrar Topkapı Sarayı’na gönderdik. Dönüşte ilk kez yalnız taksiye binecekti. Taksicinin yanından aradı, misafirimizi Gayrettepe metrosunda indirmesini, oradan alacağımızı söyledik.
Taksici Zaza’yı Gayrettepe yerine Mecidiyeköy’de indirmiş. Saatle oynayıp 15 YTL’lik yol için de 75 YTL’sini "çarpmış".
Topkapı Sarayı önünde sotaya yatıp turist kazıklayan bu şöför arkadaşı tebrik ediyorum. Arkadaşımıza bu şehirde değişmeyen şeyler olduğunu da kanıtladı.
Yazının Devamını Oku 19 Ağustos 2006
EYLÜLÜN 5’inde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi gündeminde yine Türkiye var; ama bu kez değişik bir konuyla: Seçim barajı... Şırnak’tan aday olup oyların yarısına yakınını almalarına rağmen baraj yüzünden seçilemeyen üç milletvekili adayının açtığı bir dava bu. Ve "baraj" konusu, AKP’nin başlattığı bağımsız milletvekilliğini engelleme tartışmasıyla yine Türkiye’nin gündeminde. Engellemede amaç, salt bağımsız adaylara özgü bir baraj ile Kürt kökenli milletvekillerinin kendi başlarına seçilip sonra da Meclis’te ayrı parti kurmalarını önlemek.
Seçmen olarak, "bağımsız" diye seçtiğimiz insanın sonradan gidip hülleyle başka partiye katılmasını mı tercih edersiniz, yoksa kartların açık oynanmasını mı?
Türkiye siyaseti, eğer Meclis’te Kürt kökenlilerin tercihlerini doğrudan yansıtan bir parti olsaydı bugün çok daha farklı bir gündemle uğraşıyor olabilirdi. Uluslararası ilişkilerde de farklı yerlerde olabilirdik. Tezkere için yapılan oylamanın sonucu bile farklı çıkardı. Güneydoğu’dan her gün şehit cenazesi gelmeyebilirdi.
Kürt kökenliler kendi partilerini kurmuşlarsa, sağlıklı bir demokrasi için bu parti seçimlere katılmalı, ne kadar oy aldığını herkes görmeli ve önlerinde de yüzde 10 gibi bir baraj yükselmemeli.
* * *
Seçimlerdeki yüzde 10’luk barajın Türkiye’de değişimin önünü tıkayan en büyük engellerden biri olduğuna inananlardanım. Mesele sadece Kürt sorunuyla da ilgili değil. Baraj yüzünden yeni yüzlerden oluşan partiler daha kurulma aşamasında engelleniyor, eski ve köhne parti yapıları içinde kendilerine yer bulamayan kadınlar ve gençler siyasetten dışlanıyor. İnsanlar oyları ziyan olacak duygusuyla istemeye istemeye, gerçekten benimsemedikleri partilere oy vermek zorunda hissediyorlar kendilerini.
* * *
Türkiye’nin nüfusunun 2006 Temmuz ayı itibarıyla 70 milyon 414 bin olduğu tahmin ediliyor (Kaynak: The World Fact Book). 2002 seçimlerinde 41 milyon seçmen var; ama bunun sadece 17 milyonunun verdiği oy Meclisimizde temsil edilme imkánını buldu.
Böyle demokrasi olur mu? Olmaz. Belki geri kalmış ülkelerin sözde demokrasilerinde olur; ama Avrupa’da hiç olmaz.
Katılmak istediğimiz Avrupa Birliği’ne üye ülkelerinin hiçbirinde yüzde 10 barajı yok; ama bu ülkelerin sekizi tek parti tarafından yönetiliyor. Demek ki baraj ile siyasi istikrar arasındaki ilişki bizim sandığımız kadar birebir ve net değil. Ayrıca dokuz AB üyesi ülkede hiç baraj yok, 16’sındaki barajlar ise ya yüzde 5 ya da bunun altında.
Türkiye demokrasiyle yönetilmek iddiasında ise baraj mutlaka inmelidir. Değişim ve dürüst siyaset yanlısı herkes buna destek vermeli.
Yazının Devamını Oku