19 Mayıs 2007
HABERİ duymayanlar çok, ama dikkatimi çekti. Dokuz yaşında tecavüze uğrayan ve evlendiği kocası tarafından geneleve satılan vesikalı eski hayat kadını Ayşe Tükrükçü, genelev kadınlarının sesini duyurmak için İstanbul 2. bölgeden bağımsız milletvekili aday adayı. Ayşe Hanım adaylığını hoşgörünün merkezi sayılan Konya Mevlana Müzesi önünde Şefkat-Der Genel Başkanı Hayrettin Bulan ile birlikte açıkladı. Hayrettin Bulan, yıllarca zorla genelevlerde çalıştırılmış, köleleştirilmiş ve adına hayat kadını dediğimiz Ayşe Tükrükçü’nün İstanbul 2. bölgeden bağımsız milletvekilliği adaylığının Mevlana’nın manevi şahsiyeti yanında açıklanmasının da altını çizdi.
Türk toplumunun bu noktaya gelmesi sevindirici bir gelişme.
Olayın bir de "kadın boyutu" var. Bu seçimlerde kadın adaylar erkek adayların yıllardır geçit vermediği listelerin seçilme şansı olan sıralarını bağımsız aday olarak delmek için kolları sıvadılar. Bu yeni durumun siyasi partiler üzerinde baskı oluşturması beklenmeli. Kadınları liste sonlarına yerleştirme alışkanlığı olan erkek partilerimiz bu sefer de akıllanmazlarsa cezasını çekmeye hazırlansınlar.
Kentlerde internet ve SMS gibi yeni iletişim olanakları kadın dayanışmasını geniş kitlelere yaydı. Aile İçi Şiddete Son, Haydi Kızlar Okula gibi medya destekli kampanyalar kadın olma bilincini artırdı. Medya ve iş dünyası, Türkiye’de siyasetin dönüşmesi için bugüne kadar karar alma mekanizmasında yer bulamayan kadınlara patronlar seviyesinden geçit verdi. Böyle olması alt kademeleri de etkiledi.
Son dönem kadın hareketinin yaratıcı projelerinde imzası olan Uçan Süpürge’nin başkanı Halime Güner’in de içinde olduğu bir grup, kadın kuruluşlarının üç bağımsız kadın aday ismi üzerinde mutabakat sağlamasına çalışıyor. Bütün bunlar toplum olarak ulaşılan ileri düzeyin klasik dönem erkek siyasetçiler tarafından algılanmasına yarar diye umuyoruz.
72 yılda Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne toplam 8 bin 294 erkek girerken kadın vekil sayısı sadece 186 olmuş.
Türkiye’de siyasi partilerde lider sultası var. Aslında bizim rejimin adı demokrasi değil, partiler oligarşisi. Bu resme bakan Halime Güner bakın ne kadar gerçekçi laflar etmiş: "Parti başkanları genellikle partinin kurallarına uyabilecek kadınları seçiyor. Böyle olduğu sürece bağımsız, güçlü kadın hareketini temsil edenlerin sayısının Meclis’e yansımayacağından eminiz. Kadınların kadından yana daha eşitlikçi, daha paylaşımcı bir duruş sergilemesi için herhangi bir parti başkanının tahakkümü altına girmeyecek bağımsız aday olmalarını konuşuyoruz."
Bu girişimi yürekten destekliyorum.
Yazının Devamını Oku 12 Mayıs 2007
HERHANGİ bir dış seyahate 45 kişilik gazeteci heyetiyle çıktığımı hatırlamıyorum, ama Türkiye bu açıdan bir ilki "başarmak" üzere. Önümüzdeki 5 Haziran’da Avrupa Birliği’nin enerji konferansı toplanıyor. Avrupa’ya giden enerji transit yolları üzerindeki Türkiye, AB enerji güvenliğinde giderek daha stratejik bir konum kazanıyor. Avrupalı gazeteciler bunu anlasınlar diye AB iletişim bölümü, 15 kişilik bir gazeteci grubunu Türkiye’ye getirmeye karar vermiş. Enerji konularında yazan 15 gazeteci seçilip konferansa çağrılmış, gezi programına Ceyhan terminalini ziyaret de eklenmiş.
Buraya kadar her şey iyi. Ama biz "vur dedin mi öldür" demişiz. Ankara’dan Brüksel’e haber uçurulmuş. "30 gazeteci daha getirin, biz ağırlarız" denmiş. Sonuç olarak 45 gazeteci birden, ana teması enerji olan bir gezi kapsamında Türkiye’ye geliyor.
45 gazetecinin aynı anda, aynı konuda ülkemize gelmesi sonuç odaklı bir iletişim çalışması değil. Başbakan’ın dış geziye giden uçağına işadamı doldurmuyoruz ki...
Ziyaretin konsepti olması, geçen yılların "yedir içir, güneşte yatır" davetlerinden elbette daha ileri bir aşama, ancak bu kadar çok sayıda gazeteciyi bir arada getirmek yerine 15’er kişilik gruplarla yetinilmeliydi. Evinizde bir davet verdiğinizi düşünün. 15 kişiyle mi tek tek daha kolay ilgilenirsiniz, yoksa 45 misafirle mi? 15 kişilik davet daha sıcak ve samimidir, buna karşılık 45 kişilik davet yüzeysel kalır.
Bulmuşsun bunuyorsun diyenler çıkabilir. Ancak gazeteci milleti, her şey dahil kitle turizmi yaklaşımından pek hazzetmez. Türkiye’nin iletişim stratejisi kapsamına girmesi gereken işlerde hata yapmak lüksüne sahip değiliz.
* * *
Forum İstanbul toplantısında, European Policy Forum’un başkanı ünlü İngiliz lobici Graham Mather’le birlikte "İletişimin Gücü ve Lobicilik" başlığı altında bir akşam yemeğinin konuşmacısı oldum. Graham Mather’le birleştiğimiz nokta, ülke tanıtım stratejilerinin uygulanmasında mümkün olduğunca çok tarafı katmak. İş dünyası, sivil toplum, akademik kuruluşlar, sanat ve kültür insanları, öğrenciler... Çok yönlü bir iletişim eylem planıyla hareket etmek gerekiyor. Stratejiyi devlet yaptıktan sonra işin uygulamasını yukarıda sayılan gruplara delege etmek sağlıklı bir yöntem.
Başka ne iletişim hatamız var? Türkiye bugüne dek sadece AB’den tekme yendiğinde tepki verme politikası izledi. Oysa proaktif olmak gereği var.
Graham Mather’e göre Türkiye, Brüksel’de baskıya açık yumuşak bir hedef olarak görünmekten çıkıp, ne istediğini bilen bir çetin cevize dönüşmeyi denemeli.
Türkiye, AB ile ilişkilerde çeşitli nedenlerle içinden geçtiğimiz bu durgunluk dönemini, çok katılımlı ve omurgalı bir iletişim stratejisinin eylem planını hazırlayıp hayata geçirerek değerlendirebilse ne iyi olurdu.
Yazının Devamını Oku 5 Mayıs 2007
FRANSA’nın sosyalist cumhurbaşkanı adayı Segolene Royal, rakibi Sarkozy ile yaptığı televizyon düellosunda Çağlayan mitingini kastederek Türkiye’deki laiklik savunucularının desteklenmesi gerektiğini söyledi. Royal yalnız değil. Çağlayan mitingi Avrupa kamuoylarında Türkiye için sempati doğurdu. Türk laiklerinin sokağa dökülmesi, dolaylı biçimde pek çok Avrupalının içine işlemiş olan "İslam" terörü korkusunu yatıştırmaya yaradı.
Miting mikrofonlarına hákim olan Avrupa Birliği karşıtı sert söylemi ise pek kimse umursamadı. Avrupa demokrasilerinin ortak paydası olan laiklik konusunda Türkiye’de gösterilen hassasiyetin Batılı normlara uygun biçimde sokakta sergilenmesi hoşlarına gitti.
* * *
Türkiye’de AB konusuna yaklaşımları 4’e ayırabiliriz: 1. AB’ye her koşulda üye olmalıyız diyenler. 2. AB Türkiye’yi bölecek, kesinlikle katılmayalım diyenler. 3. AB bir araçtır, onların standartlarına ulaşalım, üye olsak da olmasak da fark etmez diyenler. 4. AB olmadan biz adam olmayız diyenler.
Bu dört yaklaşım içinde giderek hákim olan "onurlu" üç numara: AB standartlarına kavuştuktan sonra üye olsak ne yazar, olmasak ne yazar... Bunu "gerçekçi" dört numara izliyor: AB hedefi şart, kendi başımıza düzelemiyoruz... Sonra "kuşkucu ve düşman" ikinci şık, en son kabul gören ise "teslimiyetçi" yaklaşım olan birincisi.
Türklerin çoğunluğu ne takunya ne de postal, bana rahat bir ayakkabı lazım diyor. AB konusunda sağduyulu ve akıllı bir yaklaşım içinde. Ama sesini çok yükselten bir kesim var (2 No’lu "düşman" yaklaşım). Onlara göre sanırsınız ki Türkiye AB’ye satıldı bile. Kıbrıs elden gitti, Diyarbakır özerkliğini ilan etti, Atatürk resimleri sınıflardan zorla indi! İşte bu kesim neye alet edildiğini çok iyi düşünmek durumunda. Siz bir taraftan laikliğin tehdit altında olduğunu düşüneceksiniz, diğer taraftan da laiklik temeline oturan bir AB’ye sırtınızı döneceksiniz.
AB düşmanlığını körükleyenler kime hizmet ettiklerinin farkındalar mı? Örneğin Avrupa Parlamentosu’ndan biri çıkmış, her tarafta Atatürk resimleri olmasını garipsediğini söylemiş. Olayın aslını anlamadan, bunu sanki AB Atatürk resimlerini indirilsin diye karar almış gibi topluma aktarmaktan kimin kazancı olabilir?
* * *
AB’de laiklik mücadelesinin alttan alta hálá nasıl sürdüğüne dikkat edin. Pek çok AB ülkesinde devlet okullarında tahtanın üzerinde duran haçın indirilmesi on yıllık geçmişi olan bir olay. Gidin kendinize Belçika’nın Laiklik Evleri’ni örnek alın. AB’de laikliği savunan örgütlerle işbirliğine girin. Fransa’da 100 yıl önce kilise çanlarının sesinin kısılması için verilen mücadeleyi inceleyin. Bizde camilerin hoparlörü giderek açılıyor, kimse korkudan gıkını çıkarmıyor.
Türkiye’nin laikleri şapkalarını önüne koyup AB konusunu iyi incelesinler, böyle kolay dolduruşa gelmesinler.
Yazının Devamını Oku 28 Nisan 2007
ÖYLE bir havaya girdik ki Cumhurbaşkanlığı seçimi yüzünden Türkiye’de neredeyse hayat durdu. Bundan başka konu konuşulmuyor. Herkeste "dur bakalım" havası hákim. Ertelenen görüşmeler, iş seyahatleri, sözleşmeler... İş toplantılarının en aşağı yarı zamanı bu konuya ayrılıyor. Atamalar durmuş, sanki dünyada Türkiye’nin cumhurbaşkanı seçiminden başka mesele yok!
İktisatçılar uzun bayram tatillerinin ülke ekonomisinde yol açtığı kayıpları hesaplamayı severler. Bunun da ondan aşağı kalır tarafı yok. Bürokrasi felç, özel sektör ağırdan alıyor, herkes nefesini tutmuş bekliyor.
* * *
Cumhurbaşkanlığı oylaması öncesinde konuşulanlar ıstırap verici. Ne yazık ki bu ülkenin toplumsal hafızasında Ecevit’in "motel hükümeti" kurdurma yöntemi çirkin bir anı olarak hálá yaşıyor. 367 uğruna iktidar partisinin benzer yöntemlere başvurabileceği akıllara gelmişse, bu da hayra alamet değil. İş dünyasında duymaya alıştığımız transfer ücreti dedikodularının bu kez dünyanın en normal şeyinden söz eder gibi Meclis’e dönük olarak yapılmasına kulak vermek, güven toplumu olma özlemimizi karartıyor.
Öte yandan İstanbul, genel seçim havasına girdi bile. CHP ile DSP birleşmesi sağlandığı takdirde yüzde 25’lere yakın oy alacağını öngörenler olduğu gibi, CHP’nin üstelik de kentte kalesi olarak bilinen bazı belediyelerde yapılan anketlerde ciddi oy kaybına uğradığı görülüyor.
Yapılan tahlil ve tahminlerde AKP’nin de oy kaybına uğrayacağını söyleyenleri küçümsememek lazım. İşsizlik çok ciddi bir sorun olmayı sürdürüyor. Yabancı yatırımcıların ülkeye var olanı satın alma yoluyla girme tercihi, normal koşullarda yabancı sermayenin yaratması beklenen istihdamı sağlamıyor. Borsaya dışarıdan gelen sıcak paranın artışı ise ekonomik riski artıran bir faktör olmayı sürdürüyor.
Bu tabloya bir de insanların güvenlik sorununu eklemek lazım. Şehirde en az bir kere hırsızlık vakası yaşamayan neredeyse kalmadı. Deprem travması yetmezmiş gibi, şimdi de insanlar eve hırsız girecek korkusuyla uykularında diş gıcırdatıyorlar.
Kime oy vereceğini bilmeyenlerin sayısı hiç olmadığı kadar yüksekse ortada tuhaf bir durum var demektir. Hayat bize yansıtıldığı kadar toz pembe değil. Geçen seçimlerde AKP’ye kayan tepki oylarının bu kez marjinal sayılabilecek partilere gitmesi kimseyi şaşırtmamalı.
* * *
İtalyanlar yakın geçmişte geleneksel partilere karşı duydukları güven eksikliğini porno yıldızı Cicciolina’yı parlamentolarına seçerek göstermişlerdi. Benzer gelişmeler bizde de olabilir. Seçimler yüzde 10 gibi yüksek bir barajla gerçekleşmeseydi, ÖDP gibi marjinal partiler çok farklı sonuçlar alacaktı.
Umarız bu Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ortaoyununa benzetildiği son örneği yaşıyoruz. Sivil toplumun asıl talebi, bu değişimi sağlayacak yönde oluşmalı.
Herkes aynı şeyleri konuşuyor, tüm köşe yazarları aynı konuda yazıyor, bu okuduğunuz sütun dahil. Ne yazık... Cumhurbaşkanlığı seçimleri yaratıcılığımızı öldürüyor.
Yazının Devamını Oku 21 Nisan 2007
SABANCI Müzesi’nde Transilvanya kiliselerindeki Osmanlı halıları sergisinin açılış gecesi... Güler Sabancı Malatya’daki vahşeti duyunca dehşete kapılıyor. Bu sergi Türk kültürünün Avrupa kiliselerine kadar girdiğinin kanıtı. Balkanlar Avrupası'nda İslam o denli hoşgörülü ki, Hıristiyan halk kilisesini halımızla süslüyor.
Sabancı Müzesi'nin içine de temsili bir kilise kurulmuş. Bu sergide günümüz için çok güçlü bir dolaylı mesaj var. Osmanlı sanatıyla Avrupa’daydı, hem de kutsal mekanlarında.
Üstün Hizmet Ödülü sahibi sanat tarihçimiz Prof. Nurhan Atasoy’un coşkulu tespitiyle Türkiye’nin çıtasını yükselten bir sergi bu. Oysa serginin açıldığı gün, Malatya’da İncil basan yayınevinin üç çalışanı boğazları kesilerek öldürülmüş...
Bir taraftan çıta yükselsin diye olağanüstü çaba gösterenler, diğer yandan bir anda çıtayı aşağı çekenler. Türkiye’nin geleceğini bu ikisi arasındaki savaşın sonucu belirleyecek.
* * *
Kimse boşuna aramasın, görünmez el falan yok...
18-19 yaşındaki körpe insanoğlunun kör bıçakla cinayet işlemesine izin veren donanımı nerede elde ettiğine bakmak şart oldu.
Sahi, Malatya cinayetlerinin sanıkları hangi okullarda okumuşlardı?
Ve hangi ev ortamlarında yetişmişlerdi?
Ne tür "dini" duygularla doldurulmuşlardı? İslam dininin Orta Asya kaynaklı "hoşgörü"sü hiç mi aktarılmamıştı onlara?
Türkiye’nin bir "zihniyet devrimi"ne ihtiyacı olduğunu söyleyip duruyoruz, ama değişmesi istenen zihniyetin hangi kaynaklardan beslendiğine hiç bakmıyoruz.
Caniler ilk "eğitim"lerini 0-7 yaş arasında evlerinde alıyor. Tabii buna eğitim denebilirse... Çoğunlukla eğitimsiz bırakılmış annelerin çocukları onlar, karanlıktan çıkıp da elini kana bulamak çok daha kolay.
* * *
Sonra bu çocuklar okula gidiyor. Sorgu sual etmenin yaramazlık sayıldığı, sınırları biraz zorlayan meraklı çocukların cezalandırıldığı baskıcı bir ortam derece farkıyla ister devlet okulu, ister özel olsun tüm eğitim kuruluşlarımıza hakim.
Boyun eğmeyi öğreten bu eğitim sisteminin baş işbirlikçileri kim? Anne babalardan başkası değil. Hemen herkes uysal çocuk yetiştirme derdinde. İstanbul’un göbeğindeki özel okulda da durumun çok farklı olduğu sanılmasın. Sevimli kuzularımızın büyüyünce "koyun" olabileceklerini pek düşünmüyor kimse.
Milli Eğitim hálá erkek çocukların saçının boyuyla uğraşmayı sürdürüyor. Kafanın içi ikinci planda. Kimse çocuklara makulü öğretip doğru seçimleri yaptırmasını kolaylaştırmıyor. Ama iş ceza vermeye gelince bol keseden var ondan. Çünkü öğretmenlerin pedagojik donanımları günümüzün zeki çocukları ile baş edebilecek düzeyde değil.
* * *
Hrant Dink’in eşinin cenaze töreninde söylediği gibi... Onlar masum birer bebektiler doğduklarında... Onları bu hale getirenler utansın...
Yazının Devamını Oku 14 Nisan 2007
PERŞEMBE akşamı alışveriş merkezi Kanyon’da sinemadayız. Biletler tükenmiş, son zamanların en güzel Türk filmi "Mutluluk" için Tuncer’le ancak ayrı koltuklarda yer bulabiliyoruz. Kalabalığın sebebini sorduğumuz biletçi kız cevap veriyor: "Bugün Halk Günü, biletler ucuz..."
Tuncer’in 17 sene Almanyası var, o nedenle bazen öyle tepkiler verir ki ezberimizi bozar. Bu sefer de öyle oluyor:
"Halk Günü mü? Peki haftanın geri kalan günleri ne günü oluyor?"
* * *
Türkiye gündeminin Genelkurmay Başkanı ile Meclis Başkanı’nın açıklamalarına kilitlendiği gün Livaneli’nin aynı adı taşıyan eserinden yola çıkan Mutluluk filmi, bizi hayatın anlamını sorgulamaya yönlendiriyor. Konu iyi işlenmiş, oyuncular mükemmel, kamera muhteşem.
Filmin en etkileyici sahnelerinden birinde iki erkek kahramanın ölüme giden kavgasını kadın oyuncu havaya ateş ederek durduruyor. Birden, masmavi denizin ortasında yankılanan tek el silah sesi.
Dan...
İşte Türkiye’nin kilitlenmiş haline baktığımda içimden geçen de bu. Havaya bir el silah atıp bu hengameyi durdurabilmek mümkün olsaydı keşke. Eminim aynı duyguyu paylaşan çok insan var aramızda. Kendimizi bildik bileli her Cumhurbaşkanlığı seçiminde ayrı bir tantana yaşamaktan bıktık. Bu dönemler, insanda başını alıp gitme arzusu uyandıran hepimizden çalınmış vakitler.
Peki ama gündemden kaçış bizi nereye götürecek? Bu noktada ünlü Amerikalı yazar Ayn Rand’ın "Atlas Silkindi" adlı eserinde de ortaya koyduğu objektivizm-nesnellik felsefesi belki kurtarıcımız olabilir:
"İnsanın aklını kullanıp gerçeği algılaması ahlaki bir sorumluluktur. Her türlü baskı, diktatörlük ve sadistçe eylem, gerçekten kaçışın ifadesidir. Bunlar insanın düşünmeyi, aklını kullanmayı başaramamasının tezahürüdür. Kötülükler, kendi hayatları üzerinde denetim kuramayanların eseridir.
Kendi mutluluğumuzun sürmesi en yüksek ahlaki amaçtır. Zira insan başkalarını sevebilmek için önce kendi adına var olabilmeli ve ’Ben’ diyebilmeyi öğrenmelidir."
* * *
Mutluluğu kaçarak mı yakalayacağız, yoksa "Ben" demeyi öğrenerek mi? Şu anki halimizle toplum olarak otomatik viteste takılı giden bir araca benziyoruz. Vites değiştirmek yasak. İstediğimiz yerde durmak ve inmek de mümkün değil. Özgür seçimini yapamayan bir halk. Özgür seçim olmayan yerde ahlak var mıdır? Her tarafımızda dogmaların ışıkları yanıp sönüyor. Aklın pırıltısı ise çok az.
Cumhurbaşkanlığı seçimi aslında sadece bir örnek. Daha pek çok konuda duygusal ezberlerimizin bozulması şart. Birinin çıkıp filmdeki gibi bir el havaya ateş etmesi, ya da Kanyon’daki biletçi kız "Bugün Halk Günü" dediğinde tepki göstermesi gerekiyor.
Halk Günü haftanın bir günü. Diğer günler ne günü?
Yazının Devamını Oku 7 Nisan 2007
CUMHURBAŞKANLIĞI seçimi ile ilgili olarak YÖK’ün açıklama yapmasını AKP sözcüleri "üzerlerine vazife değil" diyerek eleştirdiler. Eleştirinin içeriğini onaylamayabilirsiniz. Ancak bu konuda görüş bildirmenin YÖK’ün üzerine vazife olmadığını söylemek demokrasiyi içine sindirememenin göstergesidir. Kaldı ki geçmişimizde Türkiye’nin anayasal organlarının ve sivil müesseselerinin hepsi görevlerini yapmış olsaydı, Türkiye’de darbeler de olmayabilirdi.
AKP Grup Başkan Vekili, Ankara’nın dışında Türk halkının cumhurbaşkanlığı seçimi diye bir meselesinin olmadığını söylemiştir. Ne tuhaf bir demokrasi anlayışı. Türkiye’nin sivil kurumları acaba kimi temsil ediyor? AKP’nin Türkiye’nin önde gelen anayasa hukukçularından biri olan YÖK başkanına yanıt verirken daha "özenli" olmasını beklerdik.
* * *
Cumhurbaşkanımızın seçimi bu ülkede herkesin üzerine vazife olmalıdır. Çok farklı bir yöntemle de olsa aynı dönemde Fransa da cumhurbaşkanını seçiyor. Bunun için genç yaşlı, kadın, erkek tüm Fransa sokağa dökülmüş durumda. Bizde ise kurumların susması bekleniyor.
Cumhurbaşkanımızın seçimi hepimizin üzerine vazife olmalıdır çünkü onu seçen Meclis’in çok az ömrü kaldı. Beş ay sonra genel seçimlere gidilecek ve bu Meclis'in kompozisyonu değişecek. Yeni seçilecek olanlar acaba kimi seçerdi, bunu hiç düşünmüyoruz.
Kaldı ki, Türkiye’nin antidemokratik seçim sistemi nedeniyle Meclis’in temsil yeteneği de tartışmalı. Dünyanın hiçbir demokratik ülkesinde bizdeki gibi yüksek bir seçim barajı yok. O halde cumhurbaşkanımızı seçecek olan bu Meclis’in halkın iradesini tam olarak yansıttığını kim söyleyebilir?
Türk halkının konuya ilgisiz kalması da anlaşılır bir durum. Seçeneklerimiz nedir? Örneğin Çek Cumhuriyeti dünya üzerinde itibarlı bir ülke haline gelmesini Vaclav Havel gibi bir edebiyatçıyı cumhurbaşkanlığına getirmesine borçlu.
Biz "itibar" anlamında işin bu yönünü hiç düşündük mü?
* * *
Cumhurbaşkanlığı seçimine gidilen bir ortamda kamu vicdanında iz bırakan bazı gelişmeler var ki üzerinde yeterince durulmuyor. Bunlardan en dikkat çekici olanı Sayın Başbakan'ın 26 yaşındaki damadının en hayati devlet ihalelerine giren ya da arka planında yer alan bir holdingin genel müdürlüğüne getirilmesidir. Oğlunun gemi satın alarak armatörlüğe soyunması da ayrı.
Türk halkının sosyal genetiği bu gibi konularda müsamahalı davranmaya yatkın değil. 1951 yılında Başbakan Adnan Menderes’in 450 kişilik Meclis'te 395 milletvekili ile iktidarda iken kendisinden tarım ürünleri ticaret yapma izni isteyen oğluna şu cevabı verdiği bilinmektedir:
"Oğlum sen pamuk ya da incir üzüm satmayacaksın. Sen benim adımı alıp satacaksın. Buna katiyen müsaade etmem."
Yazının Devamını Oku 31 Mart 2007
<b>Brüksel</b><br>UÇAKTA rastladığım Prof. Yılmaz Esmer, Avrupa Birliği’nde Türkiye’nin üyeliğine sıcak bakanların bile son günlerde, "Bu iş nereye varacak?" demeye başladıklarını anlatıyor. Nasıl olur da Amerika’nın Irak’a savaş açtığı günlerde Avrupa’da olumlu bir şekilde algılanan Türkiye, dört yılda birdenbire gözden düşer?
Gözden düşme karşılıklı. Türkiye’de de Avrupa Birliği üyelik projesine kuşkuyla bakanların sayısı görülmedik biçimde arttı.
Türkiye’nin AB’ye girmesini en çok destekleyenler, Avrupalı sosyal demokratlardı. Onlar bile kuşku duymaya başladılar; çünkü uzunca bir süredir Türkiye’de kendilerine muhatap bulamaz oldular. CHP’ye baktıklarında, ne olduğunu anlamadıkları bir parti görüyorlar. Sosyalist Enternasyonal’le arası bozulmuş, "Sizde niye kadın milletvekili çok az?" diye soran Avrupalı kadın milletvekillerine en tepe yöneticisinin ağzından, "Çünkü bizde bir kadın, sizdeki 10 kadına bedel" diye cevap verebilen bir CHP tepe yönetimi... Ortak nokta kalmayınca, Avrupa’daki en büyük destekçilerimizi kaybetmeye başlamamız normal.
Kaldı ki kadın vekil sayımızı AB ortalamasına getirebilseydik, Birleşmiş Milletler insani kalkınma endeksinde 10 sıra birden atlayabilecektik. Bu zıplama, Türkiye’yi bambaşka bir konuma taşıyacaktı.
Aynı gün görüştüğüm Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu Başkan Yardımcısı İngiliz liberal Andrew Duff’a göre de genel görünüm iç açıcı değil. Duff, asıl sorunun "büyük resmi görememe" olduğunu söylüyor ki çok haklı.
* * *
Kıbrıs, Kürt sorunu, Ermeni meselesi, askerler, 11 Eylül’ün sonuçları, Avrupa’daki Türkler, AKP’nin kökenleri... Bunlar, Avrupa ile ilişkilerimizin aysbergin yüzündeki sancı noktaları. Ancak bir de sosyal demokrasi ve kadınların siyasette temsili örneğindeki gibi aklımıza gelmeyen ama daha derin etki yapan faktörler var.
Eksiklerimizden belki de en önemlisi, Avrupa sivil toplumunun örgütleriyle yeterince kaynaşamamak.
Örneğin, belediyelerimiz. AB’nin çıkardığı yasaların üçte ikisi yerel yönetimleri ilgilendiriyor. Avrupa Belediyeler ve Bölgeler Konseyi adlı kuruluş (CEMR) bunun için var. Ancak Türk belediyeleri, diğer tüm ülkelerin yaptığını yapıp ulusal temsil niteliğine sahip bir örgüt oluşturamadıkları için buraya üye olamamışlar.
Kuruluşun sözcüsü Patrizio Fiorilli’ye göre, Kamu İhale Yasası’ndan başlayıp çevre, ulaşım, enerji gibi alanlarda belediyeleri ilgilendiren tüm yasaları etkileme yeteneğine sahip bu kuruluşun kapısı Türkiye’ye açık. Pek çok AB aday ülkesi, daha üye olmadan buraya girip bu imkánı değerlendirmiş. Bizde son dönemde Şişli ve Kartal belediyeleri, bu kuruluşu ziyaret etmişler. Ama ilişkinin ulusal düzeyde kurulması şart. Yerel yönetimlerin hiç olmazsa bir bölümünü bir araya getirme işlevini, İstanbul Büyükşehir’in üstlenmesi en doğrusu olmaz mı?
AB ile ilişkilerde belirli sorunlara odaklanıp bütünü kaçırıyoruz. Büyük resmi göremiyoruz.
Yazının Devamını Oku