Zeynep Göğüş

Tavuk partisine izin yok

14 Temmuz 2007
İSKOÇYATAVUK partisine izin yoktur! Eskiden kilise iken bara çevrilmiş olan tarihi binanın kapısına asılı notta böyle yazıyordu. Bu uyarının kümes hayvanlarıyla, siyasetle ya da etyemezlikle herhangi bir ilgisi olduğu sanılmamalıdır. Anglosakson kültüründe düğün öncesi gelinin ve arkadaşlarının kız kıza düzenlediği son gece eğlencesine "tavuk partisi" denmektedir.

Parti yapan kızların bar ve restoranlara alınmaması, kültürel hafızasında "damsız girilmez" yazan bir Türk’e garip gelecektir, ama bu kızların yaptığı şamata da pek dayanılır gibi değil.

Kuzeydeki Elgin kasabasını, Aberdeen ve Edinburgh şehirlerini gördüm. Sürekli olarak karşıma eğlence mekánına dönüşmüş tarihi kiliseler ve banka binaları çıktı. Edinburgh Festivali’nin merkez binası da tarihi bir kilise. Bu şuna benziyor: Sözgelimi bizim TEMA Vakfı’nı alıp -cemaati kalmamış olması kaydıyla- Tophane’deki Kılıç Ali Paşa Camii’ne yerleştireceksiniz! Türkiye olarak bu noktada değiliz, ama cami inşaatlarının hızı kesilmezse bizde de cemaat bulma sorunu yaşanabilir

Öte yandan dünyanın neresinde olursanız olun bankalar ve kiliseler gücün yanı sıra finans ve din gibi iki önemli kurumu temsil eder. İskoçya örneği bize şunu da gösteriyor: Bir ülkede kurumlar değişebilir, ama bu yüzden toplumun çökmesi gerekmiyor. Tersine, beynini kullanırsan değişim refah içinde de gerçekleşebiliyor.

İki yıl önce G-8 zirvesi İskoçya’da toplandığında Fransa’nın lideri Chirac, İngiltere’nin yemeklerini küçümseyen sözler sarf edip krize yol açmıştı. Edinburgh’da şaşırdığım şeylerden biri de iyi restoranlar oldu. İskoç mutfağı diye yeni bir "şey" oluşmuş. Bunun için önce Fransız şefleri çağırıp eğitim almışlar. Kaliteli restoranlar açılmaya başlanmış. Chirac bugün Edinburgh restoranlarını gezse utanırdı.

Ayrıca pazar günleri başka hiçbir Avrupa şehrinde tüm dükkánların açık olduğunu görmemiştim. İskoçya’da çocuk giysilerinde KDV olmadığını fark etmem ise oğlumun fazlasıyla işine yaradı. Özetlersem İskoçya, viski ve ekose yünlüleriyle anıldığı günleri geride bırakmış.

* * *

Dünyanın en ilginç modern mimariye sahip olan parlamentosu da İskoçlarınki. Barcelonalı mimar Enric Miralles tarafından tasarlanan İskoç parlamentosu, 2005’te dünyanın en iyi 12 binasından biri seçilmiş. Ne yazık ki mimarı genç yaşta beyin tümöründen gitmiş. Tesadüfe bakın ki oğlumun babasının arkadaşı imiş Enric. Ölmeden önce bir gün telefonda, "Beynim elime hükmedemiyor" demiş ve ne yazık ki tasarımını yaptığı binanın bittiğini görememiş.

İnsanlar gibi toplumlar da beyinleri ile yaptıkları arasında irtibat kurmak zorundalar. İskoçlar bu bağı iyi oluşturmuşlar. Değişmişler ama toplum olarak dejenere olmadan olumlu yönde ilerlemişler. Değişim onları korkutmamış, tam tersine itici güçleri olmuş.
Yazının Devamını Oku

Fransa’dan yararlanmak

7 Temmuz 2007
FRANSA’nın 1973’teki halini hatırlayanlar, o yıllarda gidip görmüş olanlar vardır. Fransa’nın en iyi dönemiydi o zamanlar. İşte bugünün Türkiye’si ortalama 70 yılı aşan yaşam süresi ve kadınların doğurganlık oranı gibi iki önemli göstergede 1973 yılının Fransa’sı ile aynı durumda. İstatistikler bunu söylüyor.

1973 yılında Sarkozy 20 yaşındaydı ve muhtemelen ilk kez oy kullanıyordu, Fransa’da yaşamaktan da mutluydu.

* * *

Türk gazetecilerin şirketler tarafından yurtdışına götürülmeleri olağan vakadır, ama bu kez tersi oldu. Başak Sigorta’yı satın alan Groupama’nın başkanı, bir grup Fransız ekonomi gazetecisiyle birlikte İstanbul’daydı. Aralarında televizyoncu da vardı, Türk meslektaşlarıyla AB röportajları yaptılar, biz de Sarkozy ile ilgili içimizi dökme fırsatını bulduk.

Çoğu ilk kez Türkiye’ye gelen Fransız gazetecilere AB üyeliğimiz hakkında küçük bir anket uyguladım. 2010’lu yıllarda Türkiye’nin AB’ye girebileceğini düşünüyorlar. İşimizi zorlaştıran konuları ise Müslüman toplum olmak, Ermeni meselesi, demokrasi eksikliği diye sıralıyorlar.

Fransız şirketinin buraya gazeteci getirmesi kuşkusuz örnek alınması gereken iyi bir iletişim aktivitesi. Türk-Fransız Ticaret Derneği Başkanı Yves-Marie Laouennan’a sorarsanız, Türkiye’de yatırım yapan Fransız şirketleri arasından ilk defa böyle bir çalışma yapan çıkmış.

Türkiye’de yaklaşık 250 Fransız şirketi ve ciddi bir Fransız yatırımı var. İki ülke arasındaki ticaret hacmi 10 milyar Euro’ya yaklaşmış. Bir yandan Fransızların Ermeni meselesine olan yaklaşımı, diğer yandan Fransız Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin Türkiye ile ilgili olumsuz söylemi, hiçbir günahı olmayan bu şirketlerin işini zorlaştırıyor, kriz yönetimi ihtiyacı doğuruyor.

* * *

Türkiye’de 22 Temmuz seçim sonuçlarını etkileyecek dış etkenler içinde Fransa ve yeni başkan Sarkozy’nin ciddi bir payı var. Sarkozy, Türkiye’deki içe kapanma yanlılarının ekmeğine yağ süren çıkışlar yapıyor. Siyasal partiler bu oyuna geliyorlar ve AB konusunda çıt çıkarmıyorlar. Türkiye’yi ipotek altına alan Sarkozy üslubunun Türkiye’nin geleceğini, dünya üzerindeki duruşumuzu etkilediği kesin.

Sarkozy söylemi AB aleyhtarlığını körüklüyor. Belki de Sarkozy zaten bunu istiyor. Bu oyuna ne denli kolay geldiğimize bakıp gülüyordur bugünlerde.

* * *

Ne yapmalı, Türkiye’deki Fransız şirketlerini mallarını satın almayarak cezalandırmak yerine önce oturup bir düşünelim. Bu şirketleri nasıl birer elçi haline getirebiliriz? Sloganlara çok çabuk kapılıp ardından ne geleceğini hiç hesaplamıyoruz. Oysa insanların birbiriyle anlaşmasının yeryüzünde iki yolu var, güç ve ikna. "Silah"a başvurmadan önce mantık yoluyla kazanmayı sizce yeterince denedik mi? Türkiye neden aklını kullanmıyor? Türkiye’deki yabancı şirketlerin her biri birer Türkiye elçisine dönüştürülebilir.
Yazının Devamını Oku

Sayılar konuşunca

30 Haziran 2007
HANS Rosling İsveçli bir halk sağlığı profesörü. Dünyayı dolaşmış, kalkınma istatistikleri konusunda ilginç buluşlar yapmış. İstatistik algısını değiştiren gapminder.org adlı bir web sitesi açmış. Bu siteyi tıkladığınızda dünyayı farklı bir gözle görmeye başlayabilirsiniz. Hareketli istatistiklerde ülkeleri havada uçuştukları izlenimini veren balonlar temsil ediyor. Balonlar yarışıyor.

Örneğin Türkiye ile Kore kişi başına gelir ve yaşam süresine göre iki ayrı balon halinde 50 yıl öncesinden beş aşağı beş yukarı eşit koşullarda harekete geçiyorlar. Kore balonu yaşam süresi uzayıp sağlık koşullarının düzeldiği noktadan sonra alıp başını gidiyor. Türkiye balonu ise ona yetişemiyor, aşağıda kalıyor. Sağlıklı ekonomi için sağlıklı insan gerekiyor.

Türkiye’nin halk sağlığında geride kalışının önemli sebeplerinden biri kadınların eğitimsiz bırakılmışlığı olabilir mi? Bu olasılık üzerinde de durulması gerektiğini anlıyorsunuz. Türkiye’nin, tüm kadınlarını okuryazar yaparak kalkınmada virajı alıp hızla tırmanışa geçmesi an meselesi olabilir.

* * *

Doğru okumak kaydıyla sayılar gerçeği söyler. Dünyanın en büyük istatistik kongresi İstanbul’da yapılıyor, istatistiğin dáhileri en yeni projeleri ve ilerlemeleri konuşmaya gelmişler, kimin umurunda. Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü OECD’nin bu toplantısına yüzlerce uzman, inovasyona yatırım yapmanın önemini kavramış yüzlerce uluslararası şirket yöneticisi katılıyor. Örneğin IBM’in başkan yardımcısı Nick Donofrio inovasyon olmadan dünyada gelir artışı ve gelişme de olamayacağını savunanlardan biriydi. IBM 800 işletmenin CEO’suyla görüşme yapmış ve ortak görüşün bu olduğu ortaya çıkmış.

Ancak inovasyon için yaratıcı beyinlere ihtiyaç var. Türkiye’de bu alanda en az 3 bin kişilik açık varmış. Umarız bazı AB ülkeleri gibi yakında Hintli beyin gücüne ihtiyaç duymayız.

* * *

Ekonomik kalkınma, eğitim, iyi yönetişim, sağlık, kültür, çevre ve insan hakları bugünün dünyasında gelişme için gerekli görülen kriterler. Hans Rosling farklı bir yaklaşımla bu kriterleri önce gelişmenin ’araçları’ olarak ele almış. "Araç" olarak bakınca içlerinden en önemlisi 3 puan alan ekonomik kalkınma. Eğitim ve ülkeyi yönetme becerisinin ikişer puanı, sağlık, kültür, çevre ve insan haklarının ise birer puanı var. Ancak bunları araç olarak görmek yetmiyor, aynı zamanda da "hedef" olarak değer sıralamasına koymak gerekiyor. O zaman kültür ve insan hakları gelişme hedefleri olarak üçer puanla en öne geçiyor. Bu ikisini ikişer puanla eğitim, sağlık ve çevre izliyor, ekonomik kalkınma sıfır puana düşüyor, çünkü bu sonuncusu amaç değil, araç.

Türkiye geleceğini planlamayı, hedeflerini unuttu, seçime kilitlendik, üstelik bu seçimi üç vakte kadar bir yenisinin daha izleyebileceği konuşuluyor. Hepimize kolay gelsin.
Yazının Devamını Oku

Ordu, OYAK ve AB

23 Haziran 2007
OYAK birçok kereler Avrupa Birliği gündemine gelmiş olan bir kurum. Bu gündeme gelişi, AB uyum sürecinde ele almak gerekir. Nitekim OYAK kendisini bu sürece Türkiye’de en erken hazırlamaya başlamış ve konuyu herkesten önce ciddiye almış olan ilk kurumdur. Bu ciddi yaklaşım sonuç vermiş ve AB, OYAK’ın peşini bırakmıştır.

AB, OYAK sistemine neden kuşkulu yaklaşmıştı? Ordu Yardımlaşma Kurumu, 1961 tarihli yasaya göre tüm Silahlı Kuvvetler mensuplarından OYAK için yüzde 10’luk zorunlu bir maaş kesintisi yapıyor. Bu meseleyi AB gündemine "ordunun Türk siyasetinde rolünün azaltılması" lobisi getirdi. PKK lobisi de iyi çalıştı.

AB de meseleyi araştırdı. Sonuçta kesintilerin kazanç getiren uygulamalara gittiği, OYAK’ın başarılı bir operasyon olduğu anlaşıldı. Tek sorun çıkarabilecek nokta, astsubay maaşlarından yapılan kesintinin geri dönmeyişidir ki, bunun çözümlenebilecek bir ayrıntıdan ibaret olduğu görüşü hákim.

* * *

Oyakbank’ın satışına gelince... 2001 krizini başarıyla atlatan bu bankanın satışı son derece iyi koşullarda gerçekleşti. Silahlı Kuvvetler istemeseydi bu satış yapılabilir miydi? Elbette ki hayır.

O halde nedir bu tuhaf ulusalcı üslup? Ve neden bu kadar çok şaşkınlık? Türkiye’nin uluslararası dünyaya en fazla entegre olmuş kuruluşunun Silahlı Kuvvetler olduğunu görmüyor muyuz? Kuzey Atlantik İttifakı NATO, son derece hayati bir alanda egemenlik paylaşımı değil midir? Türkiye’yi NATO’da esas olarak Türk Silahlı Kuvvetleri temsil etmemekte midir?

Türk ordusu Baas ordusu değildir; moderndir ve Türkiye’nin pek çok bakımdan küresel dünyaya en iyi entegre olmuş kurumlarının başında gelmektedir. OYAK’ın satışı bu akılcı küresel duruşun en belirgin simgesi olarak ele alınabilir. Ordu yine öncülük yapmaktadır, ama bunu algılama kapasitemiz düşük.

* * *

Sonuç itibarıyla Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarının maaşlarının yüzde 10’unu verdikleri OYAK, bankacılık sektöründen çekilmek gibi stratejik bir karar almıştır, ama Türkiye’nin "milli" olarak kalması gerektiğini düşündüğü kurumlarıyla ilgili görüşü değişmemiştir. OYAK Genel Müdürü Coşkun Ulusoy’un bundan önce de saydığı kurumlar arasında TÜPRAŞ, Telekom, Erdemir vardı, ama Oyakbank yoktu. Bu açıdan OYAK’ın duruşu Fransızlardan daha az ulusalcı değildir.

Ve tekrar etmek gerekir; TSK bir Baas ordusu değildir. Dünya ile en iyi entegre olmuş, uluslararası düşünme kapasitesi olan, akılcı küresel bir duruşun sahibidir. Oyakbank’ın satışında kopan tartışmanın ulusalcı üslubunu mutlaka sorgulamamız gerekiyor.
Yazının Devamını Oku

Türkiye’nin marka elçileri nerede?

16 Haziran 2007
VİYANA’daki otel odasında dün sabah CNN’in düğmesine bastığımda İstanbul’daki yabancı muhabir bomba haberi veriyordu. Altyazıda "Türkiye’de patlama" diye geçtiğini gördüm. Olayın İstanbul’da değil de Diyarbakır’da meydana geldiğini anlayana dek 20-30 saniye geçmiş olmalı.

Merak ediyorum, acaba CNN, Kaliforniya’daki patlama haberini "ABD’de bomba" diye New York’taki muhabirine verdirir mi?

* * *

Katıldığım konferansın, üzerinde Boğaz Köprüsü olan afişi otelin lobisinde duruyor. INEA Avrupa Enstitüsü ve Alpbach Avrupa Forumu tarafından düzenlenen konferansın konusu "Balkanlar’da Ekonomik Gelişmeler - AB ve Türkiye’nin Ortak Çıkarları". Konferansa TOBB’un da desteği var. Alt sponsorlar arasında ise ENKA göze çarpıyor. İşte burada biraz duralım.

ENKA’nın patronu Şarık Tara Türkiye’nin uluslararası ilişkilerine sessiz ve derinden önemli katkılar sağlamaya devam ediyor. Tara, başta Yunanistan olmak üzere devletle ilişkilerde Türkiye lehine paha biçilmez roller oynadı. Onun son beş yılda bu alandan dışlanmış olmasını benim aklım almaz. Hele hele Türkiye’nin Güneydoğu Avrupa ile ilişkilerini yeniden tanımlaması gereği olan bir dönemde hiç almaz.

Türkiye "marka"sının şu anda mümkün olan en çok sayıda "marka elçisi"ne ihtiyacı var. "Vaktiyle şuna yakındı, bunun adamıydı, vb." yaklaşımlarıyla kaybedecek vaktimiz yok.

Viyana toplantısında TOBB Başkanı Hisarcıklıoğlu, Ekonomik İstikrar Enstitüsü Başkanı Serdengeçti, TEPAV Başkanı Prof. Güven Sak sunum yapanlar arasındaydı, Prof. Sak’a göre Türkiye Balkanlar’daki yeni rol tanımlamasını şu üç bacak üzerine oturtmalı: Enerji yolları, taşımacılık ve altyapı, özel sektörün geliştirilmesindeki rolü...

AB’ye giden enerji yolları üzerinde Türkiye’nin önemini Balkanlar tamamlıyor. Türkiye’siz Balkanlar’ın da önemi azalıyor. Taşımacılıkta bugün kargo hızı Balkanlar’dan Batı Avrupa’ya ulaşırken bozuk altyapı ve sınırlar yüzünden saatte 10 km! Özel sektörde ise tüm veriler Türkiye’nin AB’ye yeni üye 10 ülke ortalamasının iki katı iyi olduğunu gösteriyor.

Türkiye’nin Güneydoğu Avrupa bölgesinde bir miktar hırs yapmasına ve yeniden tanımlamasına Osmanlı geçmişi de eklenince göz yumulacağına ilişkin bir kanaat oluştu bende. Kaldı ki, INEA Başkanı Prof. Gramke’nin dediği gibi hırslı olmak iyi şeydir, çünkü katma değer yaratır.
Yazının Devamını Oku

Kozlarımızı bilelim

9 Haziran 2007
TÜRKİYE uzunca bir süredir Güney Kıbrıs’ın Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Teşkilatı OECD üyeliğini engelliyor. OECD’de Türkiye’nin blokajını kaldırması için yürütülen diplomasi trafiği sonuç vermiyor. Türkiye’nin uzlaşmaya yanaşmayan tutumunun Rumların AB’deki engellemesine haklı bir yanıt olduğunun ise herkes farkında.

Diğer yandan da Türkiye, Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası çerçevesinde Avrupa Birliği ordusuna acil hallerde 10 bin askerle tugay düzeyince katılımını geri çekti. Bunun da geçerli bir gerekçesi var; AB üyesi Rumlar Türkiye’nin Avrupa Gücü içinde asli üyeliğini veto ederek yedek kuvvet olarak kalmasına yol almışlardı. Bundan sonrasını AB düşünecek.

* * *

En önemli kozumuz ise enerji politikaları. Hafta başında AB’nin İstanbul’da düzenlediği Türkiye ve AB: Türkiye Enerji Politikası için Hep Birlikte başlıklı konferansı 45 yabancı gazeteci izledi. Türk tarafı, en üst düzeyde temsilciler gönderen AB’nin bu konferansta yenilediği Avrupa Enerji Topluluğu’na dahil olması için yapılan ısrarlı daveti hemen hemen duymazlıktan geldi.

Kamuoyundaki yaygın kanının aksine, sadece bu üç örnek bile Türkiye’nin dış politikada elinin kolunun bağlı olmadığını göstermeye yetmiyor. Yeter ki farklı alanlardaki farklı politikaların koordinasyonu iyi yapılsın. Türkiye’ye baktığımızda devlet politikalarında en önemli eksiğimiz birbirinden haberdar olmama durumu. En fazla sinerji yaratılabilecek konularda bu yüzden yeterince verim alınamıyor.

Enerji konusu dünyada da Avrupa’da da en hayati konu. Türkiye’de ise medya yansımalarına bakarsak hálá bu konunun önemini kavramış değiliz. Oysa enerji taşıma yollarının üzerindeki coğrafi konumu hem Türkiye-AB hem de Türk-Rus ilişkilerinin en etkili kaldıracı olabilir.

Avrupa Birliği, Rusya’ya bağımlılığını azaltmak ve gaz ithal kaynaklarını çeşitlendirmek için Türkiye üzerinden geçen NABUCCO Projesi’ne bel bağlamış durumda. Rusya’nın Türkmen gazıyla ilgili son çıkışını bu çerçevede ele alabiliriz.

Öte yandan gerek Irak, gerekse İran üzerindeki Amerikan politikaları Türkiye’nin enerji geçiş yolları konumunu güçlendirmesine ciddi bir engel. Bu noktada AB ve ABD’nin yaklaşımları farklı. Irak Savaşı nedeniyle Türkiye’nin başına açılan güvenlik belası enerji çıkarlarımızı ciddi olarak zedeliyor.

* * *

İşte böyle bir ortamda Rusya bir kez daha bastırıyor ve "NABUCCO’ya da Yunanistan hattına da gazı biz verelim" diyor. Rusya ile ilişkileri dengede tutmadan bu konuda çözüm bulmak mümkün mü? Bir şeyler verip bir şeyler almadan, yani "kazan kazan" bir ortam yaratmadan bölgenin enerji krallığına soyunmak hayalcilikten başka bir şey değil.

Ne yapılabilir? Türkiye’nin öncülüğünde, Rusya ve AB’yi içine alan bir "Üçlü Diyalog Grubu" oluşturmakta sonsuz fayda var. Türkiye enerji kozunu doğru kullanmak için girişimci ve cesur davranmak zorunda.
Yazının Devamını Oku

Adaya göre oy

2 Haziran 2007
İDEOLOJİLERİN sonunun geldiği 22 Temmuz seçimlerine doğru Türk seçmeninin parti yerine adaya bakarak oy verme eğilimi giderek artıyor. Sapla samanın birbirine karıştığı bir ortamda partilerin ilk üç sırasındaki adaylar bilinçli seçmenin kararını etkileyen faktörlerden biri olarak her zamankinden daha fazla öne çıkacağa benziyor.

Bu satırların yazarı da koalisyon korkusunu yenmiş, adaya göre oy verecek olan seçmenlerden biri.

Liste başı gösterilen adaylar o partinin seçim vaatlerini destekliyor mu? Ya da seçmenin farklı duyarlılıklarına cevap veriyor mu? Televizyonların tartışma programları ve internet forumlarının yanı sıra el altından yaptırılan kamuoyu araştırmaları seçmende bazı "yeni kıstaslar" oluştuğunu gösteriyor. Öncelikle seçmenin Meclis’te yeni yüzler görme beklentisi var. Kadın seçmenlerin, özellikle büyük şehirlerde kadın adaylarını listelerin seçilir noktasında göstermeyen partilere sırtlarını çevireceklerinin güçlü işaretleri var.

Adayın uzlaşma kültürü var mı? Ülkeye olan aidiyetini ne biçimde sergiliyor? Çevre bilinci var mı? Dış politika ve Avrupa Birliği gibi hayati bir meseleye yaklaşımı nedir? Ekonomik görüşü nasıl? Sosyal meselelere bakışı benimkine uygun mu? Farklı görüşlere tahammüllü mü?

Bilinçli seçmenin uzayıp giden bir yeni kriterler listesinin içinde en net olarak algılanacak olanı ise partinin kadın politikalarını gerçekten önemsediğini gösteren kadın adaylarının listelerdeki yeri.

Türkiye’yi yeni bir koalisyon dönemi bekliyor. Parçalı bir parlamentoya hazırlanırken yeni bileşkenin içinde popülist söylemi ağır basanların olacağı da ortada. Böyle olması kimseyi karamsarlığa sevk etmesin.

Fransa’da 1956 seçimlerinde Poujade adlı bir siyasetçi, 1789’dan itibaren dünyaya eşitliğin, özgürlüğün bayraktarlığını yapmış, demokrasi kültürünün yerleştiği bir ülkede bile "Esnaftan vergi almayacağım" diyerek bir dönemliğine de olsa 52 milletvekili çıkarmıştı. Bizde de bu seçimde benzer yaklaşımlar var. Ve halkımızın bir kısmının bu vaatlere oy vereceği kesin. Yeni parlamento çok sürprizli olabilir.

* * *

Türkiye’nin tek partiye değil uzlaşma kültürüne ihtiyacı var. Türkiye’nin henüz tek parti iktidarları ile istikrarı yakalamadığı bugün yaşananlarla ortada. Unutulmuş olabilir, ama Türk parasının en istikrarlı dönemi 1961-65 arasıydı ve bu da bir koalisyonlar dönemiydi. Koalisyonlardan zaman zaman çok da başımız ağrıdı. Kabahat koalisyonların mıydı, yoksa koalisyon partilerinin başlarında devlet adamı niteliğinde liderlerin olmaması mıydı?

O nedenle kimse oyunu adaya göre vermekten korkmasın. İspanya’da 40 yıllık Franko diktatörlüğü istikrarlı değil miydi?

İstikrar için ihtiyacımız tek parti değil. Türk demokrasisinin en eksik tarafı uzlaşma kültürü. Düşe kalka bunu da öğreneceğiz.
Yazının Devamını Oku

Tartışma adabı ve Demirel

26 Mayıs 2007
NEVVAL Sevindi’ye Bilgi Üniversitesi’nin Dolapdere kampusunun önünde rastladım. O da benim gibi, bir dönem ders verdiğim bu üniversitenin kurucularından Latif Mutlu’nun davetine icabet etmiş, eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in yapacağı konuşmayı dinlemeye geliyordu. Nevval’i önce sosyal antropolog kimliğiyle tanıdık, sonra da gazeteci ve yazar. Benim dikkatimi, 90’lı yıllarda birlikte katıldığımız bir televizyon programında iç göçten söz edilirken, "İzmir’de yaşıyorsan roka nedir bileceksin" dediği için çekmişti. Sonra dost olduk, birlikte KA-DER’i kuranlar arasında yer aldık. Nevval şimdi İstanbul 1. bölge DYP adayı. Umarım liste başı olup seçilir de Meclis’e renk ve hareket gelir.

İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’nın İstanbul’da Yaşam Kültürü sempozyumunda, "İstanbul göçleri içinde eritip yeni bir kimlik yaratacaktır" denmiş. İzmir ve rokadan çağrışımla, umarım bu yeni kimlik İstanbullu olmanın bazı özelliklerine baskın çıkmadan kazanılır. Roka ve İzmir’den çağrışımla Kanlıca yoğurdunu, İnci’nin profiterolünü, paskalya çöreğini bilecek mi yeni İstanbullular? Hakkaniyetli davranmak gerek bu noktada da ama mesele ocakbaşına otururken lüferi unutmamak.

* * *

Nevval’le bunları konuşamadım, çünkü Demirel’in yaptığı konuşmadan sonra tanık olduğum protestoların biçimi ve içeriği karşısında nutkum tutuldu. Neyse ki salonu dolduran öğrencilerin diğer dörtte üçü konuşma ve tartışma adabından yoksun değildi de ortalık toparlandı.

Protestocuların siyasal söylemi ve sorulan bazı sorular karşısında yüreğim sızladı. Bu öğrenciler, Demirel’in 45 senedir bu ülkeyi yönettiğini sanıyorlar. Burası diktatörlük mü ki aynı insan bizi 45 yıl boyunca yönetsin? Demirel’i Amerikancılıkla da suçluyorlar. Demirel iki darbe gördü, ikisinde de arkasında ABD yoktu, ama Sovyetler’in Aliyev kanalıyla kendisine darbenin geleceğini önceden fısıldadığı rivayet edilir. Kaldı ki düşmanın bile olsa konuşacaksın.

* * *

Gençlerin yakın tarih hakkında bu denli bilgi yoksunu olup dezenformasyona açık olmalarının suçu kimde? Herhalde internette değil. Birinci mesele, Türk eğitim sisteminin sorgulayıcı ve araştırmacı bireyler yetiştirememesi. İkincisi ise genel anlamda tartışma adabından yoksun olmamız.

Beğen beğenme, demokratik yoldan seçilmiş bir eski cumhurbaşkanına mikrofonu kapıp bildiri okur gibi kaba bir üslupla hakaret etmek marifet mi? Bunun yerine eleştirel düşünceleri farklı kelimelerle ve sakin bir sesle dile getirmeyi bizim çocuklar neden beceremiyor? Bunun daha etkili ve saygın bir yöntem olacağı neden onlara öğretilmiyor?

Protesto edilen kim olursa olsun bu üslubu onaylamak mümkün değil. Yıllar önce yabancı bir üniversitede Yunanlı öğrencilerin her türlü edepsizliği yapıp Prof. Mümtaz Soysal’ı Kıbrıs konusunda konuşturmadıklarına tanık olmuştum. O gün bugün herkesin her yerde konuşma hakkı olduğuna inanırım.

Şablon kafalarla bir yere varamayız. Hakkaniyet her konuda esastır.
Yazının Devamını Oku