Zeynep Göğüş

İktidar-basın ilişkisi

8 Eylül 2007
BABAMIN teybe aldığımız anılarını genç bir arkadaş deşifre etti. Müsveddeleri okurken karşıma "takukat" diye bir kelime çıktı. Cümlenin devamından babamın 1960 yılında Demokrat Parti tarafından muhalefeti susturmak için kurdurtulan Meclis Tahkikat Komisyonu’ndan bahsettiğini anladım. Demokrasi tarihimizin en fazla ders alınacak olaylarından biri olduğu halde okumuş yazmış da olsalar genç kuşakların Meclis Tahkikat Komisyonu hadisesinden haberleri yok ki "tahkikat" kelimesi "takukat" diye deşifre ediliyor. Genç gazetecilerin ve siyasetçilerin bilmesi gereken bir olay olduğu için bugün birlikte hafıza tazelemeyi öneriyorum. Ayrıca güncel "biat basını" tartışmaları da beni bu yazıyı yazmaya yönlendirdi.

1960 yılında DP iktidarına karşı muhalefet yükselişe geçince Başbakan Menderes kendine göre çareyi yargı ve icra yetkisini kendinde toplayan, Meclis bünyesinde sadece DP milletvekillerinden oluşan, muhalefetin temsil edilmediği, "bir kısım basının etkinliklerini incelemekle görevli" bir soruşturma komisyonu kurdurtmakta bulur. Siyasi tarihimizdeki adıyla Meclis Tahkikat Komisyonu budur. Bu komisyon ayrıca sivil ve askeri yargıçların yetkilerini elinde tutacaktır. Komisyonun elinde hákim imzalı boş tevkif müzekkereleri (tutuklama emri) vardır.

Meclis Tahkikat Komisyonu bütün siyasi etkinlikleri yasaklar. Meclis görüşmelerinin yayını yasaktır. "Tahkikatın selametle cereyanını temin" gerekçesiyle gazeteler olan bitenle ilgili tek satır yazamazlar, yazan toplatılır, gazeteciler tutuklanır. CHP kongreleri durdurulur.

Ülkede yükselen muhalefeti denetleyemeyen iktidar, tek parti dönemine geri dönüşün hazırlıklarını yapmaktadır. İşte böyle bir ortamda 27 Mayıs 1960 darbesi kapımızı çalar.

* * *

Darbe kapıyı çalmadan önce Başbakan Menderes, Meclis’te bir konuşma yapar. CHP Lideri İsmet İnönü’ye hitaben, "Paşa Paşa" diye seslenir: "Sen değil misin bu memlekette Takrir-i Sükûn Kanunu’nu çıkartan..." DP sıralarından alkışlar yükselir, Meclis’te kıyamet kopar. Menderes devam eder: "Sen değil misin İstiklal Mahkemelerini kurdurtan?.." Tekrar alkışlar yükselir.

Hatırlatma için, 1925 yılında doğuda İngilizlerin Musul nedeniyle kışkırttıkları Şeyh Sait İsyanı çıkmış, hem bölücü hem de dini motifleri taşıyan bu başkaldırı Takrir-i Sükûn Yasası ile bastırılmış, sorumluları İstiklal Mahkemesi’nde yargılanmıştır.

İsmet Paşa sessizce kürsüye çıkar ve şu cevabı verir: "Adnan Bey çok doğru söylüyor. Evet, benim o yasayı çıkartan. Evet benim İstiklal Mahkemelerini kurdurtan. Ama ben oradan buraya geldim. Sen ise buradan oraya gidiyorsun."

İnönü, 1946, 1950, 1954 ve 57 seçimlerini yapmış olan, tek parti rejimini geride bırakmış bir Türkiye’de olunduğunu hatırlatmakta, geriye dönüşe karşı uyarıda bulunmaktadır.

Biz de bugün geçmişten örnekler vererek sonuçlar yaratma hevesinden vazgeçelim. Söz gelimi Latife Hanım’ın 1924 yılındaki başörtüsünü bir yana bırakıp sonrasına bakalım. İslami kesim basınına karşı yapılan ayrımcılık, bugün laik basına uygulanarak intikam alınmasın. Geçmişten sadece ders alalım. Gözümüz ileride olsun, geride değil.
Yazının Devamını Oku

Gül, Jaures, Dreyfus

1 Eylül 2007
AKP’nin zaferini geçen yüzyılın ortasında Demokrat Parti’nin iktidara gelişine benzetenler önemli bir ayrıntıyı atlıyorlar. Demokrat Parti ile AKP’ye oy veren kitlelerin benzeştiği doğru, ama iktidara taşıdıkları insanlar farklı. Her iki partinin de "periferi" diye adlandırılan merkezin dışındaki çevre oylarla seçim kazandıkları doğru, ancak iktidara taşıdıkları grup farklı. 1950’de oylar çevredendi ama iktidar Bayar, Menderes gibi cumhuriyet seçkinlerinden oluşuyordu. 2002 ve 2007 seçimlerinin en önemli farkı burada, bu kez çevre çevreyi iktidar yaptı, ki buna Çankaya da dahil. Yaşanan sıkıntının nedeni de bu.

Türkiye’de toplumun ve siyasetin ekseninin değiştiğini göremeyenler hálá 22 Temmuz ve Çankaya şokunu yaşamaya devam ediyorlar, ama artık ülkeyi daha fazla germemek adına sakinleşme zamanı geldi. Bugün 57 yıl öncesine kıyasla demokrasiyi daha fazla özümsemiş bir toplumda yaşıyoruz, demokratikleşme ekonomide de kendini hissettiriyor, iş dünyasının orta sınıfı meydanı sadece bir avuç seçkine bırakmak niyetinde değil.

Özetle ülkenin ekseni değişti. Böyle bir ülkeyi totaliter yöntemlerle yönetmek mümkün değil.

* * *

Yeni Cumhurbaşkanı’nın Milli Görüş kökenli olmasının ülkenin laik cumhuriyetçi kesiminde endişe uyandırması doğal. Üstelik bu kesime Demirel ve Özal gibi "devşirilmiş" görüntüsü de vermiyor. Bu endişeyi Sayın Gül’ün anladığına inanıyorum, çünkü kendisini başkasının yerine koyma (empati) duygusu güçlü bir insan olarak tanınıyor.

Bir siyasetçiyi anlamak için onun sadece nasıl bir çevrede yetiştiğini, siyasi kökenlerini araştırmak yetmez. Bir de insanların kendi kişilik özellikleri vardır. Öyle olmasaydı aynı aileden ve tıpatıp aynı ortamdan çıkan iki kardeşin her zaman aynı siyasi görüşte olması gerekirdi, oysa dünya siyaset tarihi bunun farklı örnekleriyle dolu.

Sayın Cumhurbaşkanı’nın geçirdiği siyasi evrimi, Milli Görüşçülerden kopuşunu ve AKP’nin kuruluşunu da hatırlamak gerekir. İleride Abdullah Gül biyografisi kaleme alanlar "Milli Görüşçü evre", "AKP ve dünya ile entegrasyon dönemi" ve "Çankaya’da uzlaşma yılları" diye bu evrimi sergileyen üç bölüm yazmak zorunda kalabilirler.

* * *

Bugünün genç politikacılarının hangi düşüncede olurlarsa olsunlar evrim geçiren siyaset insanları arasında örnek olarak sol kutuptan bir ismin yaşamöyküsünü okumalarını önermek isterim. Bu isim Fransız devlet adamı Jean Jaures.

Jaures’in hayatındaki dönüm noktalarından biri Dreyfus davasıdır. Komünistlerin haksız yere casuslukla suçlanan Dreyfus’ü burjuva bir asker diye niteleyip savunmaya değer görmeyişi, Jaures ile komünistlerin arasını açmıştır. Jaures cumhuriyetçi olarak yola çıkmış, Fransız solunun liderliğini yapmış, üçüncü evresinde ise barış yanlısı bir tutum içinde olmuştur. Dünyada sol düşüncenin geçirdiği evrim, sağ partiler ve sağ siyasetçiler için de geçerlidir.

Abdullah Gül’ün Türkiyesi pek çok Dreyfus davasına gebe.
Yazının Devamını Oku

Alkol satışları düşerken

25 Ağustos 2007
BABA memleketim Gaziantep için "Türkiye’nin en çok rakı tüketilen şehri" denir, meğerse bu doğru değilmiş. Bazı şehir efsaneleri artık yaşamıyor. Bir zamanlar için gerçek olabilecek veriler Türk toplumunun dönüşümü ve göç alıp vermeye bağlı olarak tüm şehirlerimiz için artık geçerli olmayabiliyor. Gaziantep kadın garsonlarıyla da övünürdü, bu da en aşağı 50-60 yıl öncesinden kalan nostaljik bir veri. Ya da hatırlanması hoş bir anı...

Rakı, şarap gibi içki üreticilerinin elindeki 2007 yılı rakamları Türkiye’nin doğusunda, güneydoğusunda ve giderek iç Anadolu’yu da kapsayan biçimde alkol tüketiminin azaldığını gösteriyor. Giderek muhafazakárlaşan doğu ile nispeten liberal batının arasında bu açıdan belirgenleşen farkı Türkiye yorumcularının kuşkusuz iyi not etmeleri gerekir.

* * *

Türkiye İslami görünürlüğün hızla arttığı bir ülke. Çankaya’nın en tepesine kadar tırmanan bu sosyal gerçeği kısıtlama şansı var mı? Bana göre otoriter yöntemler kullanmanın dışında pek yok. Peki o zaman Türkiye nereye doğru gidiyor? İslam hukukuyla yönetilen bir ülke mi olacağız?

Birazdan yazacaklarımın yanlış anlaşılmasını istemem, onun için önce kendimle ilgili bir parantez. Okul yıllığımı buldum, orada arkadaşlar benim için "Sınıfımızın Batılılaşma öncüsü" diye yazmışlar. Bugün de değişen bir şey yok.

Bizde İslami hareketin yükselişini esasen Türkiye’nin Sünni toplumu taşıyor. Sünni İslam’ın ise İran’daki Şiilerde olduğu gibi devleti tehdit edebilecek hiyerarşik bir din adamları sınıfı çıkarma yeteneği yok. Alevi toplumu ise din ve devlet işinin ayrılmasını destekler. AKP’den Alevi aday çıkması bu gerçeğin bütününü değiştirmeye yetmez. Aleviler Sünni bir yönetimin sultasını her zaman için reddedeceklerdir.

Tarihi nedenlerle Türkiye’ye özgü bir İslam olduğunu biliyoruz. Türklerin İslam’ı kabulden önce şamanist olmasının etkisi var. Ayrıca Anadolu’nun etnik zenginliğinin ve yıllar boyunca değişmiş olan kimliklerin ister istemez yarattığı sonuçlar yadsınamaz.

Bu gerçekler bize şunu da söylüyor olabilir. Türkiye’nin taşıdığı İslami özellikler devlet yapısını yerle bir edecek girişimlerin oluşmasına izin vermeyecektir. Ayrıca nasıl bir Türk İslamı varsa, aynı şekilde bir de Türk siyasal sistemi var. Bu ikisi bir araya geldiği içindir ki Türkiye’de istikrarın bozulması kolay değil.

Bana göre şiddet Türk toplumunun çok uzağında. Bu memleket halifesini bile dünyada olabilecek en yumuşak şekilde iktidardan kan dökmeden uzaklaştırdı. Batı’da ise devlet ile kilise boğaz boğaza geldi. Savaşlar çıktı, oluk oluk kan döküldü.

Doğu’da içki tüketimi azalacak, Batı’da artacak ve biz sarsılsak bile sonunda bir şekilde dengeyi bulacağız.
Yazının Devamını Oku

Başörtüsü ve ileri toplum

18 Ağustos 2007
İSVEÇ devleti psikiatri kurumlarının başında olan bir hanımefendi ve eşiyle geçenlerde yemek yerken beni hayrete düşüren bir şey öğrendim. Eskiden İsveç’te kadınların başı örtülüymüş. Örtünme geçen yüzyılın başlarında hálá devam etmekteymiş. İsveç’te evlere girerken kapı önünde ayakkabı çıkardıklarını görmüştüm, ama doğrusu baş örtülmesinden haberim yoktu.

Çok şaşırdım, çünkü 20 yıl kadar önce başkent Stokholm’e gittiğimde sıcaktan bunalan ninelerin dahi bluzlarını çıkarıp parklarda sütyenle oturduklarını gören de bendim.

İsveç’te bir şeyi daha fark etmiştim. Yarı çıplak da gezseniz kimse başını çevirmiyordu bile. Bu ülkede birine gözünü dikip bakmak taciz sayılıyor. Kimse lokantalardan içeri girip çıkanı süzmüyor. Bu kültürde tanımadığınız kişilere bakmak ayıp.

Biraz soruşturunca sadece İsveç’te değil mesela Almanya’da da eskiden kadınların başlarını örttükleri ve bunun sebebinin sadece soğukla değil evlerde su olmamasıyla ilgili olduğu ortaya çıktı. Buralarda kadınlar saçlarının kirlenmemesi ve belki de yağlı saçlarını göstermemek için başlarını örtüyormuş.

* * *

İsveçli karı koca bana yaz ortasında geldikleri ülkemizde kılık kıyafetle ilgili İstanbul izlenimlerini de aktardılar. Onlara göre dışardan bir gözle bakıldığında Türk kadınları ya çok kapalı giyiniyor, ya da çok açık. Yani normalleşmemiş bir durum var ortada. Ve bana "Bunun ortası niye yok?" diye sordular.

Niye yok sahiden? Unutmayalım ki bu ülke bir kıyafet devrimi yaşamanın da ötesinde köylü toplumu olmaktan kentliliğe yeni adım atıyor. Bir bocalama döneminden geçiyoruz. Ayrıca taşra kente geldiğinde ya açılıp saçılıyor, ya da kapanıyor. Ve her ikisi de marifet sayılıyor. Üstelik biri diğerini karşılıklı olarak provoke ediyor. Değerler henüz oturmadı. Aynı hava gazetelere de yansıyor. Son dönemin iç çamaşırı tartışmaları bu durumu anlatan iyi bir örnek.

* * *

Bu yazının asıl yazılma sebebi ise Çankaya’nın muhtemel First Lady’sini Atıl Kutoğlu’nun giydireceği haberleri. Estetik kaygı sahibi biri olarak Kutoğlu’nun başarılı olmasını çok isterim. Bugünkü şekliyle uç bir dinsel kimlik simgesi haline getirilen Hayrünnissa Hanım tarzı başörtme biçimi kadınlara hiç yakışmıyor. Genç ve güzel bir kadını çirkinleştirmek için bundan iyi bir yöntem olamaz. "Sana ne?" diyecekler çıkacağını biliyorum. Bu toplumda kadın dayanışmasına inanan biri olarak dekolteyi taşımasını bilmeyip orasını burasını açanlar da beni rencide ediyor, kadının saçını saklayacak kadar örtünme mecburiyeti de. Üstelik bir noktada her ikisi de birbirinin varoluş nedeni.

Umarım kadın giyimi konusunda "normalleşmek" için milli gelirin İsveç düzeyine çıkmasını beklemeyiz.
Yazının Devamını Oku

AB işi ne olacak?

11 Ağustos 2007
SEÇİMLER sırasında CHP sözcülerinin Avrupa Birliği söylemini hatırlarsanız, MHP ile aynı kefeye koyabilirdiniz. CHP’nin seçim bildirgesine bakanlar ise partinin yaklaşımının böyle olmadığını şaşırarak görmüşlerdi. Bildirgeye göre Avrupa Birliği üyeliği, CHP’nin öncelikli hedefi olmayı sürdürüyordu, üstelik de doğru açılardan.

Neydi bu açılar? Bildirgede, "Çağdaş uygarlık değerleri, bilgi, kalkınma ve teknoloji için Avrupa Birliği" denmekteydi. AB’ye tam üyelik hedefi bir toplumsal değişim projesi olarak ele alınıyor, AB uyum yasalarının uygulanmasının sağlanacağı belirtiliyor, en kısa sürede Türkiye’nin AB üyeliğine taşınacağının altı çiziliyordu.

Hal böyle iken CHP sözcüleri neden Cumhuriyet mitinglerindeki AB karşıtı söyleme prim verdiler? Neydi bu tutarsızlığın kaynağı? CHP toplumsal liderlik rolünü üstlenmek yerine nabza göre şerbet vermeyi seçti. Kamuoyu önünde konuşma izni olan sözcülerin hiçbirinden seçim bildirgesinde yazanları duymadık.

Şimdi CHP’nin Meclis’teki tutumunu izlemeye alacağız. Bakalım bildirgedeki gibi mi hareket edilecek, yoksa AB süreci baltalanmaya mı çalışılacak.

* * *

MHP ise daha dürüst davrandı. MHP’nin diplomasi kökenli milletvekili Deniz Bölükbaşı dün görüştüğümüzde doğrudan seçim bildirgesine atıfta bulunmayı sürdürüyordu. MHP’ye göre "AB ile ilişkilerde bugünkü sakat denklem değişmezse ilişkilerde kopma kaçınılmazdır."

MHP, Türkiye’nin ve AB’nin karşılıklı olarak "stratejik düşünme dönemi"ne ihtiyaç duyduklarını söylüyor ki bunu ilişkileri bir süre askıya alma isteği olarak yorumlayabiliriz. Nitekim Rize bağımsız milletvekili eski ANAP Başkanı Mesut Yılmaz da birkaç yıldır benzer bir görüşü dile getiriyor.

Peki ya iktidar? AKP seçim bildirgesinde AB ile bütünleşme çabasını Türkiye’nin bölgesel ve küresel bir aktör olma iradesinin kurumsal boyutu olarak stratejik bir vizyon çerçevesinde ele alıyordu. AKP bu süreci Türkiye için bir yeniden yapılanma süreci olarak görüyor.

Bu vizyon CHP’nin AB yaklaşımında AKP’deki kadar güçlü değil. Ancak onda da AB üyeliğine bakışta AKP’de olmayan bilgi, kalkınma ve teknoloji perspektifi var. Hatta AKP’nin seçim bildirgesindeki AB bölümünün CHP’ye göre daha yüzeysel olduğu bile söylenebilir. Örneğin CHP’deki "Topluluk ile tercihli ticaret anlaşması yapmış olan ülkelerin benzer anlaşmaları Türkiye ile de en kısa sürede gerçekleştirmeleri üzerinde önemle duracağız" gibi çok önemli bir ayrıntı AKP bildirgesinde yok.

* * *

Bu durumdan şu sonucu çıkarabilecek miyiz? CHP ve AKP pekala AB politikalarında işbirliği yapabilir ve bu sayede Türkiye’yi AB üyeliğine götüren yolda önemli aşamalar kaydedebiliriz.

Keşke öyle olsa. Ancak ne CHP ne de AKP seçim kampanyalarında AB için çizdikleri vizyonu yeterince vurgulamadılar. Umarız uygulamada seçim bildirgelerine sadık kalacaklar. Bu beklentimiz özellikle ana muhalefet partisi için geçerli.
Yazının Devamını Oku

CHP: Yaşamak İstiyorum

4 Ağustos 2007
BU yazının başlığı Sovyet vatandaşı iken Amerika’ya iltica eden yazar Ayn Rand’ın bir bakıma kendi öyküsünü anlattığı kitabından alıntı. Ayn Rand dünya entelektüellerinin çoğunun Moskova yanlısı solcu olduğu bir dönemde bireyi savunduğu için uzun yıllar Avrupa’da pek rağbet görmedi. Oysa Ayn Rand sırf burjuva bir anne babadan doğduğu için okuldan atılmış, rejime biat etmediği için büyük eziyetler çekmişti. Sovyet Komünist Partisi’nin her türlü kepazeliğine tanık olduğu için ondan başka türlüsü beklenemezdi.

Bugünün CHP’si bana neden Ayn Rand’ın Yaşamak İstiyorum adlı kitabını hatırlattı? Çünkü CHP Sovyet dönemi komünist partileri gibi yönetiliyor da ondan. Ve böyle giderse CHP ölecek de ondan.

CHP’nin halini açıklayan en iyi saptamayı Emre Kongar NTV’de Mehmet Barlas ile tartışırken yaptı. Kongar öğrencilerini hangi partiden olursa olsun siyasete girmeye teşvik ediyor. CHP’ye gidenler ertesi gün ağlayarak geri geliyorlar: "Hocam bizi kapıdan kovdular... Hocam bizi içeri sokmadılar." Çünkü neden? Bu gençler partiye üye yapılırlarsa bakarsınız il kurultaylarında delege seçilebilecekler, oradan da Ankara’ya kurultay delegesi olarak gidebilecekler ve genel başkan seçiminde söz sahibi olacaklar. Deniz Bey ve ekibi yerlerinden oynatılmasın diye CHP’nin kapıları gençlere, kadınlara, yeni üye olmak isteyenlere kapalı.

Seçim yenilgisini irdelerken birinci sıraya imamları falan değil bu kapalılığı yazması gerekir CHP’nin. Nitekim bakın, Deniz Baykal’ın bile bile seçilmeyecek yere kaydırdığı başarılı milletvekillerinden Gülsün Bilgehan Toker de "CHP Genel Merkezi holding binası gibi, kapısı herkese açık değil" demekte.

* * *

"Deniz Baykal ve CHP kadınlardan korkuyor." Bu sözler de Gülsün Toker’e ait. Eh korkar, çünkü bir zamanlar Gülsün Toker’in dedesi İsmet Paşa’yı CHP’nin başından partinin kadın ve gençlik kollarını kullanarak deviren Baykal aynı akıbete kendisi uğramak istemez de ondan.

Baykal, Gülsün Toker’i neden partide istemedi? Çünkü açık konuşalım, kendisine rakip çıkabilecek isimleri çevresinde barındırmak istemiyor.

Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de kadınların yükselişini görmeyecek kadar sığ biri mi Baykal? Görüyor ve korkuyor, çünkü Gülsün Toker kişisel vasıflarının yanı sıra ne de olsa İsmet İnönü’nün torunu, bugün girdiği her yerde her kesim insanın ayakta alkışladığı Erdal İnönü’nün de yeğeni.

CHP’lilik zaten kökten, bilgiyse bilgi, saygınlıksa saygınlık, bir de üstelik sevilen, sempatik, dürüst bir kadın öyle mi? O halde derhal CHP’den kapı dışarı.

CHP yaşamak istiyor ama Baykal ve pişekárları bırakmıyor. Pek çok insan Baykal yüzünden CHP’ye oy vermedi ya da kerhen ve son kez verdi.

Gülsün Toker, Baykal’ın 12’ye karşı 69 oyla güvenoyu aldığı Parti Meclisi toplantısında "Böyle giderse ne sizin ne de benim torunlarımızın oy vereceği bir CHP kalır" demiş. Haksız mı?
Yazının Devamını Oku

Güven Partisi

28 Temmuz 2007
GAZETECİLİK kariyerimin başlangıç yılları olan 80’lerin ilk yarısında Prof Dr. Şerif Mardin ile o dönemin bestseller kitabı "Minyeli Abdullah" üzerine bir röportaj yapmıştım.  Minyeli yüz binler satıyordu, ama laik aydınlar o sırada bu kitabın İslamcı gençliğin başucunda durduğunun farkında değildi. Kitapta televizyon seyretmek iğrenç bir şey gibi sunuluyor, başı açık kadın ilkokul öğretmeninin, minicik erkek çocuklarını cinsel istismarı ima ediliyordu. Kitabın sonraki baskılarında bunların törpülenmiş olduğunu umuyorum. Bana gelince okuduklarım yüzünden dehşete kapılmış, ne olduğunu bana en iyi kim anlatır diye araştırıp soluğu Şerif Mardin’in yanında almıştım.

Bugün Minyeli Abdullah’ın bir önemi kalmadı, ama Şerif Mardin’in o gün bana söylediklerinden aklımda kalan bir saptama hálá Türkiye için belirleyici olmayı sürdürüyor: "Türkiye’de dinci-laik ve Kürt-Türk olmak üzere iki bölünme ekseni vardır. Türkiye’nin gelişmesinin ve toplumsal barışının önündeki engeller bunlardır."

Buradan yol alınca Türkiye’yi anlamam çok daha kolaylaşmıştı. Bunun için Prof. Mardin’e minnettarım.

* * *

Türkiye burjuvazisi 22 Temmuz seçimlerinde yine Şerif Mardin’in 20 küsur yıl önce altını çizmiş olduğu laik-antilaik ekseni üzerinden oy kullanmaya devam etti. İnsanlar aslında beğenmedikleri partilere, sevmedikleri liderlere bu yüzden oy verdi. Bunun böyle olmasını zorlayan koşulların irdelenmesi bu yazının konusu değil. Ancak Türk seçmeninin artık son kez bu bölünme üzerinden oy vermiş olmasını diliyorum, ama bu nasıl sağlanacak?

Bu noktada görev, siyasete birer küçük Minyeli Abdullah olarak atılıp ancak bana göre evrim geçirdikten sonra bugün Türk halkının yüzde 46’sını ikna etmeyi başaranlara düşüyor.

Türkiye’nin önünü kesen bu bölünme eksenini yok etmek onların elinde. Bunun için de laik cumhuriyetçilere güven vermeleri şart.

* * *

Güven toplumu olamamak Türkiye’nin en büyük sorunu. Dünyadaki araştırmalar, güven toplumu olmadan da ülkelerin gelişmişlik çıtasını atlamasının mümkün olmadığını gösteriyor. Bunu 22 Temmuz anketlerinde de gördük. Türkler en saygın kamuoyu araştırmacılarına dahi güvenmiyor. Her an pusuya düşebiliriz travması içinde yaşıyoruz.

60’lı yıllarda CHP’nin içinden kopan Prof. Turhan Feyzioğlu ekibi, Güven Partisi’ni kurmuştu. Önerimin o partiyle hiçbir ilgisi yok, beni sadece adı ilgilendiriyor. Bugün Türkiye’de yeni bir siyasal oluşum aranıyorsa adı "Güven" olmalı. Ya da partiler politikalarını güven üzerine inşa etmeli. Mevcut partilerin kendileri birer güven partisi olmalı. Ve bu güven özellikle de Türkiye’nin bölünme eksenlerini yok etmek üzerine kurgulanmalı. Çünkü en çok buna ihtiyacımız var. Bunu sağlayacak en büyük gayreti ise en azından yüzde 46 oranında AKP göstermeli.
Yazının Devamını Oku

Nerede o eski seçimler

21 Temmuz 2007
KUŞKUSUZ herkes aynı duyguyu taşımıyor, ama bu seferki genel seçimler bana çok tatsız geliyor. Birkaç cazgır miting de olmasa kendimizi AB başkenti Brüksel’de seçim izliyor sanacağız, sessiz ve heyecansız... Sanırım böyle olması biraz da yakın geçmiş atalarımızın neler yaptığını hatırlamamız yüzünden. Zira Umberto Eco’nun dediği gibi: "Atalarımızın neler yaptığını okumak arkeolojik bir eğlence değil, daha çok bir bağışıklık önlemidir."

Bağışıklık sağlamış bir zihinle mesela anket sonuçlarına bakmak beni hiç heyecanlandırmıyor. Kızanlara, bağırıp şaşıranlara da şaşıyorum. Geriye doğru eski anket sonuçlarını tarıyorum, bakıyorum hep aynı şeyler yaşanmış, bu sefer öyle olacak. Sonuçları sen bildin-ben bildim kavgası yapmak boşuna, çünkü pazartesi sabahı uyandığımızda yanılana ceza kesecek halimiz yok. Bir seçim sonra kaldığımız yerden devam nasıl olsa.

* * *

Pazartesi sabahı uyanmaktan söz ettiğime göre pazar sabahı sonuçların kesinleşmesini beklemeden yatağa gireceğiz demek ki... Oysa 60’lı yıllarda okuma yazmayı öğrenip de izlediğimiz o ilk seçimlerimizde Şule, Ali, Tansu, Teoman ve ben, tıfıl Niyazi’yi de ekibe katık yapıp sabaha kadar transistorlu radyonun başında nöbet tutar, gazoz içip tek tek her il ve kasabanın sonuçlarını kayda geçerdik. Hesap makinesi olmadığından kafadan toplama işlemi yapmak da bize düşerdi. O gün bugün bakkalda çakkalda hesabı yazarkasadan önce bilmemizin sırrı biraz da budur.

Bizimkiler CHP’li olduğundan seçim zaferi yaşamamayı çok çabuk öğrenmiştik. Babalarımızın milletvekili seçilmesi bile buruk bir sevinçti. CHP’nin neden hiçbir zaman birinci parti olamadığını anlayamazdık. Konu komşu ve döpiyesli hanımlar ise Demirel’in İsmet Paşa’yı geçmesine bakıp yorumlar yaparlardı. Efendim bu halk çok eğitimsiz, halk kendi çıkarını bilmiyor, halk kandırılıyor, şu seçtikleri adamlara bir bakın...

Allah’tan babamlar böyle konuşmazdı, zira her koşulda Meclis’in saygınlığının korunması, o kuşak genç CHP’li siyasetçilere verilen bir İsmet Paşa terbiyesiydi. Onlara göre halk her şeye rağmen sağduyu sahibiydi. Gücenirlerdi, ama yine de sandık yanılmazdı.

* * *

Tabii benim sözünü ettiğim o yıllarda kamuoyu anketi diye bir şey de bilmezdik henüz. Bilseydik eminim bu sefer de suçu anketlere yıkardı okumuş yazmış büyüklerimiz.

Demek istediğim o ki, yarın akşam belli olacak seçim sonuçlarına bakıp da onu bunu suçlamayalım. Bugüne dek bir iki puanlık oynamanın dışında ne medyanın parlatmasıyla seçim sonuçları gerçekten değişmiş, ne de anketler yüzünden.

Bu ülkenin eşit vatandaşlarına "Yiyecek kolisine oylarını sattılar" diye hakaret etmekten de kaçınalım. Beğensek de beğenmesek de seçim sonuçlarına saygı duyalım.

Sandık bu sefer de doğruyu söyleyecektir.
Yazının Devamını Oku