Zeynep Göğüş

Avrupa kehanetleri

19 Nisan 2008
AVRUPA nereye gidiyor? Türkiye hangi Avrupa ile konuşuyor? Doğru yanıtları bulabilmek için káhin değil, ama önce Avrupa’nın hareket halinde bir yaratık olduğunu kabul etmek gerekiyor. Bu filmi seyrederken kareyi dondurmak mümkün değil. Avrupa Birliği sürekli değişen, dinamik bir yapı... Bir değişim projesi... Böyle olduğu için de Avrupa’yı düne bakarak anlamak mümkün değil.

Avrupa’yı kavramak için gözümüzün sürekli ileride olması gerek. Herkesin her konuda uzman kesildiği bazı televizyon tartışmalarında, "Efendim, zaten üç beş yıla Avrupa Birliği mi kalacak?" diyenlere verilecek cezamız yok ne yazık ki. 27 ülke kendi özgür iradeleriyle bir üst egemenlik alanına dahil oluyorlar, ortak para kullanmaya, her konuda ortak politikalar izlemeye kalkışıyorlar. Böylesine zor bir süreçte aksaklıklar yaşanması doğal. Ancak sonuçta hareket halindeki yaratık koşmaya ve üstelik yeni üyelerle "genişleme"ye devam ediyor.

* * *

Türkiye, AB genişleme sürecinin neresinde? Birincisi, bu sürece Kıbrıs tıkanıklığı yüzünden yeterince katkıda bulunamıyoruz. İkincisi, güvenlik politikaları açısından Avrupa ve Türkiye’nin farklı tehdit değerlendirmeleri olması, süreci yavaş işletiyor. Avrupa’da çevre, organize suçlar gibi "yumuşak" tehditler söz konusu. Biz ise komşu ülkelerden tanklı tüfekli silahlı tehdit altındayız.

Üçüncüsüne gelince, Avrupa kapısının Türk hariciyesi tarafından ilk tıklatıldığı 1959 yılından itibaren AB genişleme sürecine katılımımız kendi yaşadığımız siyasal istikrarsızlıklar yüzünden gecikti.

Bugün yine yoğun bir siyasal istikrarsızlık döneminin eşiğindeyiz. AB sürecinin bundan etkilenmemesi söz konusu olamaz. AB’den gelen tepkilere şaşırıp kızmak yerine sebeplerini doğru anlamalıyız. Bunları öteleyip, AB’nin AKP’yi desteklediğini söylemek aşırı bir yorum olur.

Önümüzdeki dönemde Türkiye’deki siyasal istikrarsızlık, Türkiye-AB ilişkilerini belli bir dönem için yeniden inişe geçirebilir. Bunu göze almak da bir seçimdir. Ve bu seçim, Türk dış politikasında derin etkiler bırakabilecektir.

* * *

Şu anda parti kapatma baskısı karşısında kalan iktidar kanadında AB ile ilişkilerde pek çok gözlemcinin suni olarak değerlendirdiği bir hareketlenme var. Bu yeni ortamda Türkiye’nin özellikle dış politikasında bu süreçten nasıl etkileneceğini hesaplamak gerekir.

Türkiye uzun yıllar sırtını NATO’ya yasladı. Bugün ise NATO’nun Avrupalılık vasfı çok azaldı. NATO, bir savunma ortaklığı olarak daha ziyade küresel bir güvenlik rolü üstlendi. Meydana gelen uluslararası güç kaymaları nedeniyle dünya bir süredir bloklaşarak hareket ediyor.

Biz hangi blokta olacağız?

Bugünkü tabloda Türkiye’nin çıkarı, Avrupa blokunda olmayı gerektiriyor. Asıl belirleyici dinamik budur. Türkiye’nin çok taraflı dış politikasının merkezi, AB yerine Ortadoğu mu olacak? Son dönemde böyle bir kayma başlamıştı. Ancak Türkiye’nin yapısı, iç siyasi aktörlerin ülkeyi AB dışına çekmesine izin vermiyor, bunu da görmek gerek.
Yazının Devamını Oku

Sıkışınca AB’ye koş

12 Nisan 2008
AB Komisyonu Başkanı Barroso ülkemizi ziyaret ederken İstanbul’da da iki gün üst üste Türkiye-AB Karma İstişare Kurulu (KİK) toplantıları yapıldı. Bu toplantılarda amaç, AB ve Türk sivil toplum/meslek örgütü temsilcilerini buluşturmaktı. KİK toplantısı sakin ve sessiz yapılacakken aniden ilk gün Sayın Cumhurbaşkanımızın baskınına uğradı. Ertesi gün, yani dün de Sayın Başbakan aralarında Varşova İzci Teşkilatı Başkan Yardımcısı gibi misafirler de bulunan 15 kadar yabancı katılımcıyla KİK toplantısına gelerek onurlandırdı.

Türk devletinin bu toplantıya en üst düzeyde gösterdiği ilgi karşısında başta Varşovalı izcilerin başkan yardımcısı olmak üzere orada bulunan yabancı temsilciler, "Biz neymişiz be abi" havasına girmeye hak kazandılar. Bu arada sakın izcileri küçümsediğim sanılmasın, bu satırların yazarı da bir zamanlar izciydi!

Türk katılımcılar ise "AKP’nin aklı başına ancak kapatma davası açıldıktan sonra geldi" diye aralarında fısıldaştılar. Hak-İş’ten TİSK’e kadar her kurum yüksek sesle olmasa da aynı paralelde tepki verdi.

* * *

Davul neden dengi dengine çalmadı? Aniden hem Cumhurbaşkanı’nın hem de Başbakan’ın tüm programlarını bozup bu toplantıya koşmalarının sebebini tahmin etmek zor değil. Verilmek istenen mesaj, "Biz iddia edildiği gibi AB’yi boşlamadık, bakın ne güzel en üst seviyeden ilgileniyoruz".

KİK katılımcılarının pek çoğuyla konuştuğumda bu şereflendirilmenin siyasal oportünizme örnek teşkil etmesinden yakındıklarını görmek mümkündü. Özetle ekonominin aktörleri, AKP’nin sıkışınca yeniden AB’ci kesildiğini görmekten pek hazzetmediler. Önde gelen sivil toplum örgütlerinin temsilcileri, bu hükümetin AB’yi gerçekten destekleyebileceğine artık inanmıyor. Bu noktada oluşan güvensizlik duygusunu gidermek Ankara açısından kolay olmayacak.

Benzer bir filmi 2002 seçimleri öncesinde de seyretmiştik. Kendini seçime gitmek üzere fesheden Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki partiler Avrupa Birliği’ni pozitif kampanya konusu yaparak seçimlere gitme kararı almışlardı. Bir gecede Cumhuriyet tarihinin Atatürk döneminden sonraki en büyük reform yasalarını çıkarıverdiler.

Şimdi yine farklı bir bağlamda da olsa böyle bir fırsatla karşı karşıyayız. Kapatma davası yüzünden AB desteğine muhtaç kalan hükümet, bekletilen reformları gerekleştirmeye kalkıştı. Umarız bundan milletçe yarar göreceğiz. Burada rahatsız edici olan, Türkiye’nin Avrupa Birliği ile olan ilişkilerini her seferinde siyasi iradenin değil, konjonktürün belirleyici olması.

* * *

Başbakan yaklaşık iki yıldır Ankara kriterleri diye bir söylem geliştirmişti. "AB olmazsa dert değil, Kopenhag kriterleri varsa bizim de zaten Ankara kriterlerimiz var. Biz siz olsanız da olmasanız da AB standartlarını uyguluyoruz" deniyordu Brüksel’e.

Ankara kriterlerinde kapatma davası da olduğunu, asker faktörü de olduğunu unutarak söylemişlerdi bunu... Şimdi farklı bir gerçekle karşı karşıyalar.
Yazının Devamını Oku

PKK kararının aslı astarı

5 Nisan 2008
ÖNCEKİ gün yoldayken telefon geldi, üst düzey bir gazeteci arkadaşım "Avrupa Birliği PKK’yı terörist listesinden çıkarmış, ne diyorsun?" diye sordu. İlk tepkim, "Dezenformasyondur" oldu, ama arkadaşım dediğine inanmışa benziyordu. Ajans haberlerini görmemiştim, araştırmak gerektiğini düşündüm. Zira internette AB ve Kürtlerle ilgili o kadar çok yalan dolaşıyor ki... Üstelik en birikimli insanlarımız bile bu okuduklarına inanmaya meyilli.

Ben tedbirli davrandım, ama iş işten geçmişti. Türkiye’de insanların çoğu haberi Avrupa’nın PKK’yı gerçekten terörist kuruluşlar listesinden düşürdüğü şeklinde algıladı. "Zaten AB’nin niyeti Türkiye’yi PKK ile masaya oturtmak" yorumu yapanlar oldu, "AB yöneticileri müstemleke valisi mi?" diye soranlar da...

Olayın aslını astarını araştırınca ortaya çıkan tablo şuydu: Osman Öcalan, bundan dört yıl kadar önce PKK’nın terörist örgüt ilan edilmesine karşı dava açmıştı. Bu dava, Osman Öcalan’ın dava açma yetkisi yoktur" gerekçesiyle reddedilmişti. Bunun üzerine PKK’nın avukatları Avrupa Birliği kurumlarından biri olan Lüksemburg’daki Avrupa Toplulukları Adalet Divanı (ATAD)’a başvurdu. ATAD ise bu dava ile ilgili olarak alınmış olan idari kararın idare hukukuna aykırı olduğuna karar verdi. Davaya yeniden bakılacak.

Bu durumda PKK’nın AB gözünde terörist örgüt olma durumu ortadan kalktı mı, kalkmadı mı?

* * *

Avrupa Birliği’nin genişlemeden sorumlu baş kişisi olan Olli Rehn, PKK’nın AB nezdinde terörist örgüt olma durumunun ortadan kalkmadığını söyledi. Ama bu açıklama bizdeki olumsuz algılamayı silmeye yetmedi.

Bu birbirini anlamama ya da empati eksikliği diyebileceğimiz durumdan kim sorumlu? AB mi, biz mi? Bence her ikisi de. Her iki taraf da anlatmayı değil anlaşılmayı tercih ediyor. Her iki taraf da sürekli tetikte, birbirinin söylediklerine ve yaptıklarına kendi işine gelen anlamı yüklemekle meşgul. Bu paranoyak yaklaşım sürdükçe de iki taraf arasındaki iletişim sorunu güvensizlik temelinde devam edecektir.

Öte yandan Başbakan’ın İsveç seyahatinde Türk Ceza Kanunu’nun 301’inci madde değişikliğinin Meclis’e inişiyle ilgili tarih vermesi gibi AB ilişkilerinde açılımlarda bulunması dikkati çekti. Pek çok çevrede AKP’nin başı sıkışınca rotayı yeniden AB’ye çevirdiği yorumu yapıldı.

AB ilişkileri Türkiye gündeminden düşmüşken, Anayasa Mahkemesi kapatma davasını açınca iktidarın AB’ye sığınması pek çok soru işaretini de beraberinde getirdi.

* * *

Biraz da iyi şeylerden söz edelim. Maastrich Üniversitesi’nde yapılan bilimsel bir çalışmanın başlığı "Yıl 2030, Türkiye AB Dönem Başkanı". 2030 tarihi önce bana çok uzun gibi geldi. Ancak dönem başkanlığı sırası, o zamana kadar AB 29 üye olacağından üye olsa bile Türkiye’ye en erken 15 yılda geliyor olacak.

Onların varsa bizim de AB konusunda bu tür senaryolarımız olmalı. Kimilerinin umduğu gibi AB dağılmayacak. Biz AB sürecine nasıl hákim olacağımızı düşünmeden sürekli savunmada kalıyoruz. Hiç olmazsa biraz da Fenerbahçe forvetinden ders alalım.
Yazının Devamını Oku

Biz nereye gidiyoruz?

29 Mart 2008
BU yazının başlığı olan soruyu duyarlı pek çok insan gibi siz de soruyor olmalısınız. Biz nereye gidiyoruz? AKP kapatılacak mı? Ülkede iç çatışma çıkar mı? Ekonomik krize giriyor muyuz? Baykal, CHP’nin başından gitmeyecek mi? Avrupa Birliği işi yattı mı?

Geçen hafta bu sorulara bir yenisi daha eklendi: Cumhuriyet değerlerini savunduğum için beni de bir gece yarısı içeri tıkarlar mı?

İlhan Selçuk gözaltına alınınca medyada şok yaşandı. Ama doğrusu o ki bazıları timsah gözyaşı döktü. Allah’tan İlhan Abi 83 yaşında da iyi bir bahane çıktı. Çünkü "83 yaşındaki adama bu yapılır mı?" diyenlerin çoğu normal şartlarda AKP’yi karşılarına almamak için kıvırtan insanlar. İlhan Abi 43 yaşında olsaydı, yine o aynı yazıları yazacak omurga var mı onlarda, merak ediyorum.

İlhan Abi’yi sabaha karşı dörtte yatağından kaldırıp götürenlere dönersek, bana göre operasyon amacına ulaşmış, istenen laiklere gözdağı vermekse, verilmiş, hizaya girin mesajını duymayan kalmamıştır.

* * *

Hizaya girmesi zor dört "kız arkadaş", Bebek Balıkçı’da yemeğe gittik. Masada sıkı tekstilcilerden Nur Ger, Avrupa’da lobi denince akla gelmesi gereken bir isim olan Şule Bucak, Şeyhülislam Mir Ahmet Muhtar Bey’in torunu, İstanbul’un muhtarı Yasemin Sel ve bendeniz. Yazının başındaki soruların hepsine "evet" yanıtını verdik. Unutmak için şarap içtik. Bu arada bizim Şeyhülislam torunu, Deniz Baykal’a çok kızgın, "Partimi çaldı!!" diye ağlamaklı.

O sırada bir başka masada Cumhurbaşkanı Gül’ün, "AB danışmanım ol" teklifini "Devlet görevidir" diye kabul eden eski CHP Milletvekili Damla Gürel, Sarkozy ekibinden birini ağırlıyor. Cumhurbaşkanlığı açısından doğru seçim, çünkü Damla’nın Avrupa soluyla arası iyi, AB ilişkisini de Avrupa’da evrensel değerlere sahip sol ile götürmek zorunda, Katolik değerlerin sahibi sağ partilerle iş bir yere varamaz.

Nur Ger, 1995’te Gümrük Birliği için çalıştı, o sıralarda tekstil sanayicilerinin derneğinin başındaydı. AB ile ilişkilerimizin bugünkü hali onun da içini karartıyor. Bu arada yeri gelmişken söylemek lazım, AB konusunda sivil toplum kuruluşları arasında birbirini çekememek gibi bir tuhaflık var. Örneğin, Prof. Haluk Kabaalioğlu, Türk özel sektörü adına AB ile ilgilenen en eski kuruluş olan İktisadi Kalkınma Vakfı’nın başına getirildiğinde "şahin" diye dedikodusu yapıldı. Haluk Hoca, geçen gün hepsini utandırması gereken bir açıklama yaptı ve "Avrupa başkentlerindeki genel izlenimin, artık Türkiye hükümetinin AB üyeliğine gereken önemi vermediği ve tam üyelik dışında bir formüle razı olabileceği şeklindedir" dedi. İKV Başkanı, bu açıklamada Avrupa’nın dağılmadığını, tersine küçük Balkan devletlerine de üyelik perspektifi verildiğini hatırlattı ve şu cümlenin altını çizdi: "Türkiye’nin Avrupa kıtasının dışında kalması sadece ekonomik açıdan değil, aynı zamanda son derece vahim siyasi, stratejik, jeopolitik sonuçlara yol açacak ve ’dışlanmış’ bir Türkiye için son derece olumsuz bir tablo ortaya çıkacaktır..."

Haluk
Hocam kusura bakmasın, ama bence vahim sonuçlar ortaya çıkmaya başladı bile...
Yazının Devamını Oku

Alnı kapalı ihale

22 Mart 2008
ANKARA ’da çirkin dolaplar dönüyor...<br><br>Ya da birileri iş pişirmeye çalışıyor... Türk milleti aptal ya, ruhumuz bile duymadan uyutup geçiştirecekler yine...

Bana ne, benim konum değil deyip sırt çevirmeyecek kadar önemli bulduğum için üslubu bozup yazmak zorundayım.

Çünkü istenen yapılırsa Türkiye güven toplumu olma özelliğini hiçbir zaman kazanamayacak. Dünyada ise güven duygusu zayıf toplumların tümü geri kalmış...

Avrupa Birliği’ni falan zaten unutun...

* * *

Önce Kemal Derviş’in uğraşıp didinip bütçeye dahil ettiği başıboş fonları Başbakan’ın talebiyle yeniden diriltmek istediler. Neyse ki IMF sesini yükseltti, ekonomiden sorumlu bakan Nazım Ekren karşı çıktı. Bu işin olamayacağını çabuk anladılar. Başbakan’ın kendi adamları bile "Böyle rezillik olmaz" diye geri adım attırdılar.

* * *

Ardından bu kez daha sessiz ve daha derinden ikinci adım geldi.

Ulaştırma, su, enerji, telekom konularında açılacak tüm ihaleleri devlet ihale kanununun dışına çıkarmanın tezgahı hazırlandı.

Bunun anlamı şu: Pahada ağır ihaleler için birileri kuzuyu çeviriyor, etlerini paylaşıyor, geriye kemikler kalıyor.

Ulaştırmada otoyollar, köprüler, demiryolları var. Enerji projeleri derseniz elektrik santralları, nükleer santrallar, barajlar... Başbakan’ın son Siirt ve Urfa konuşmalarına bakarsanız su alanında devasa projeler geliyor.

Özetle yapılan teklifte ana kalemlerin hepsi denetimin dışına taşınıyor. Ayrıca pek çok iş "istisna" kapsamına alınıp mevzuata tabi olmadan ihalesiz verilebilecek. Geriye zaten devletin yapacağı elle tutulur başka bir harcama kalmıyor. Kuzunun sadece kemikleri kalıyor.

İstisnaların listesini görünce yüreğiniz daralabilir. ASKİ, İSKİ, BOTAŞ gibi kurumların alımlarından tutun da, elektrik, gaz, ısı hizmeti sağlayan kuruluşların alımlarından çıkın...

Neymiş efendim, bu alanlardaki ihaleleri Kamu İhale Kurumu yaparsa işler yavaş ilerliyormuş. Oysa elimizi çabuk tutmalıymışız. Onun için davet usulüne geri dönülecekmiş. Yukarıda saydığım sektörlerde ihaleler ayrı bir yasayla düzenlenecekmiş.

Konu bu denli önemli olmasına rağmen ortalıkta tartışılmamasına azami özen gösteriliyor. Uyutma taktikleri ile ilerleniyor. Kamuoyu küresel krizle, türbanla, parti kapatmayla uğraşadursun atı alan Üsküdar’ı geçiyor.

* * *

Avrupa Birliği ve Dünya Bankası bu girişimlere bakıp yapmayın diyorlar. Avrupa Birliği’nin en somut yararlarından biri de işte bu...

Onlar da frenlemese bu çarpık düzen gidecek. Bakalım AB’ye rağmen bildiklerini okuyacaklar mı? Kamu İhalelerinde yapılmak istenen değişiklik aynı zamanda AB işinin Ankara’da ne kadar ciddiye alındığının da göstergesi.

Devletin alımları hepimizin cebinden çıkan paranın harcanması demek. Bu paralarla kimseye yandaşlarını palazlandırma hakkı verilemez. Vatandaş olmak bu katakulli girişimlerini sorgulamayı gerektiriyor.

Sessiz kalan da ayıp ediyor.
Yazının Devamını Oku

Çocuğun bereketi...

15 Mart 2008
SAYIN Başbakan’ın, "Kökümüzü kurutmak istiyorlar. En az 3 çocuk doğurun" çağrısı, çok kişi gibi beni de düşündürdü... Hadi "kökümüzü kurutmak isteyenler"in kim olduğunu, hayalimizi geniş tutarak ve gençliğimizi anımsatan nostaljik "emperyalistler" kavramıyla üç aşağı beş yukarı anladık diyelim...

Peki "biz" kimiz? Yani 3 çocuk doğurarak çoğalması gerekenler?

Türkler adına mı bu çağrı yapılıyor?

Yoksa İslam dünyası ve Müslümanlar adına mı?

* * *

Ardından Devlet Bakanı Nimet Çubukçu çıktı, nüfusumuzun azalma eğilimine girdiğini söyledi. Türkiye nüfusunun azaldığı yok, sadece artış hızında düşme var. Her yıl 1 milyon 470 bin bebek doğuyor, dolayısıyla da her 6 yılda bir Yunanistan nüfusu kadar büyümeye devam.

Sokaklar tinerci, dilenci çocuk dolu; araba camı silen, pazarda hamallık yapanlardan kim sorumlu? Kızlar hálá başlık parasına gidiyor. Herhalde, çocuk bereketiyle doğar, diyen Başbakanımızın kastettiği bu değil.

Nimet Hanım ayrıca der ki, "Tony Blair de bizim Başbakanımızla aynı şeyi söylüyor"... İyi de Tayyip Bey, Tony Blair gibi Anglikanlıktan ayrılıp Katolik dinine mi geçti? Blair, Vatikan’a biat ettiyse orada aile planlaması yasak elbette. Ama bakın İran’da yasak değil... Üstelik o komşu, bunu en başarıyla uygulayan ülkelerden.

* * *

Başbakan’ın son Almanya seyahatinde oradaki Türk toplumuna yaptığı çağrıyı da bu resme ekleyin...

3 çocuk doğuracağız, asimile edilmeyeceğiz ve çoğalacağız.

Doğu’da ve Güneydoğu’da birçok genci ovada devşirip dağda çatışmaya sürükleyenler de böyle demiyor mu? "Çoğalın, daha çok çocuk doğurun ki Kürtler sayı olarak Türkleri geçsin..."

Peki sonra ne olacak? Bu çağda böyle bir "çoğalan çocukla milliyetçilik" anlayışının başarı imkánı var mı? Avrupa’ya göz atalım. Orada 20 yaş altında 500 milyona yakın Türk kökenli çocuk var. Bunların yüzde 80’i doğru dürüst Türkçe bilmiyor, çoğunluğu iyi bir eğitim görmüyor. Yüzde 60’ı yoksulluk sınırında. Onlar Türkiye açısından "kayıp kuşak!"

Peki Güneydoğu’da durum ne? Sayısız paketten sonra şimdi 12 milyar dolarlık yeni paket açılmak istenen bölgede doğan gençlerin ne kadarı ne eğitim gördü? Hangi dili ne kadar konuşabiliyorlar? Oradaki "kayıp kuşak" ne olacak?

* * *

Gelmek istediğim nokta şu: Avrupa Sözleşmesi’nin temel ruhu "çok dillilik ve çok kültürlülük" üzerine kuruludur. Globalleşen dünyanın gittiği yön de budur. Asimilasyon, çağımızı kavramaya yeten bir kavram değil. Asimile olma demek de yetmez, ol demek de... Geçerli olan çok kültürlü yaşamı, bir uygarlık ve zenginlik olarak hayata geçirebilmektir. Türkiye’nin gitmesi gereken yön de budur. Güneydoğu’nun sivilleşmesinin yolu da budur.

Uygarlığın ve çatışmasız bir dünyanın reçetesi, "kendi kimliğine sarılan çok sayıda çocuk" değil, "farklı kültürlerin dilini ve kimliğini bir arada bilen, öğrenen ve kullanan" nitelikli, kaliteli çocukların yetişmesidir. Yoksa cahil, ama kalabalık çocuk kitlesiyle hangi savaşa girerseniz girin, kaybedersiniz. İster Türklük, ister Kürtlük, ister Müslümanlık adına!..
Yazının Devamını Oku

Bu adamları kim yetiştirdi?

8 Mart 2008
YATAĞA gitme saatini protesto eden oğlum gece yarısı "iPod isterim, kızlarda bile var..." diye olay çıkardı. Bendeniz tabii ki bu cümlede geçen "kızlarda bile var"ın üzerine atmaca gibi atladım ve sordum: <br><br>"O ’bile’ ne anlama geliyor?" Ufaklıkta kafa çalışıyor, bakışımı görür görmez hemen kazı çevir yanmasın moduna geçti. "Yani anne biliyorsun, kızlar erkeklere göre öyle aletlerle fazla ilgilenmezler!"

Bak sen. Ben ki risk alıp oğlumun eline dört yaşında dikiş iğnesi tutuşturmuş, düğmesini dikmeyi öğretmişim, odasına oyuncak mutfak kurmuşum, tezgáha çıkıp yemek yapmasına izin vermişim. Elinde papatya buketi taşımaktan utanmayan bir erkek çocuk yetiştirdiğimi sanırken gece yarısı ayrımcı bir küçük canavar çıkıyor karşıma...

Çuvaldızı kendime, kıssadan hisse söylemek istediğim etrafımızda dolaşan ve şikayetçi olduğumuz adamların hepsini anneleri yetiştirdi. Anneler ise hálá ataerkil toplumun onlara biçtiği rolü oynamaktalar. Oynamayanlar ise çoğunlukla mutsuz olmaktalar.

Oysa artık çağdaş dünya ataerkil düzeni terk etti.

* * *

Yirminci yüzyılın başında dünya ataerkildi. Sadece Osmanlı’da değil, Fransa’da, Almanya’da, Amerika’da da öyleydi. 1900 yılındaki Alman Medeni Kanunu’na göre evlilik içinde her türlü karar koca tarafından alınırdı. Türkiye’de 1920’li yıllarda şeriat yasaları kaldırılıp kadın haklarına yönelik Cumhuriyet reformları yapıldığında dünyanın büyük bölümü için örnek teşkil etti.

Aradan geçen zamanda Türkiye’de kadın hareketi durağanlaştı. Sandık ki her türlü hakka sahiptik. Haklarımızı kullanamamakla suçlanıyorduk.

Önemli bir değişimi kaçırdığımızın farkında değildik, çağdaş dünyada kadının bedeni erkeğin malı değildi artık. Bizde kadın hakları verildiği gibi kalmış, dünyada ise sürekli ilerleme kaydedilmişti. İlk kez 1985’te Kadınlara karşı ayrımcılığı kaldıran B.M. Sözleşmesi imzaya açıldığında görebildik kadın hakları konusunda 20’li yıllarda kaldığımızı. Üstelik o eski hakları bile topluma mal edememiştik.

* * *

Avrupa Birliği süreci bize kadın hakları konusunda önemli kazanımlar sağladı. 2001’de Medeni Kanun yenilendi. Zina suç olmaktan çıktı. İş yasasında reformlar yapıldı, aile mahkemeleri kuruldu. 2004’te ceza yasası reform geçirdi.

Kadınların bir bölümü değişiklikleri hızla algıladılar ve içselleştirdiler. Oysa adamlar hálá ataerkil düzenin çocuklarıydı ve dirençliydiler. Özgür kadınlarla ataerkil kodlarla yetişmiş adamların yaşam dansını birlikte yapmaları zorlaştı.

Neyse ki bu bir geçiş dönemi. Arada kalan kuşaklar ağır bir bedel ödeseler de ataerkillik bizde de geride kalacak. Özgür toplumun özgür anneleri özgür adamlar yetiştirecek.

Gün gelecek, savaş tamtamları susacak. Birbirinin akıl ve beden dilini anlayan özgür kadınla özgür adam ortak yaşam dansında uyumu yakalayacak. Albinoni’nin Adagio’su çalacak.
Yazının Devamını Oku

Üniversiteli olmak

1 Mart 2008
TÜRBAN yüzünden üniversitelerin kargaşaya sürüklenmesi, beklenen bir durumdu.<br><br>Ve beklenen oldu. Türbana karşı çıkan rektörler, Üniversitelerarası Kurul tarafından açıklanan bildiriye imza attılar. Doğu bölgelerindeki rektörlerin "çok vahim toplumsal ve örgütsel baskı altında olduklarını" söylediler.

Ormanda kaybolmayıp ağacı görelim, bu cümleye dikkat kesilelim. Burada kastedilen baskının dine dayalı örgütlenmelerden kaynaklandığı aşikár.

2008 Türkiye’sinde tarikatlar öyle bir toplumsal baskı oluşturabiliyor ki üniversite rektörlerinin bile eli ayağı bağlanabiliyor.

Türkiye’nin geldiği nokta bu mu olmalıydı?

* * *

Cumhuriyet tasarımının mimarları, tarikatları neden yasaklamışlardı? Tekkeler ve Zaviyeler Kanunu neden çıkarıldı? Atatürk din düşmanı olduğu için değil, insan aklını hür kılmak için bu kararı aldı.

Atatürk, çağdaş özgürlükçü bireylerin dini organizasyonların çatısı altında yetişemeyeceğini gördüğü için tarikatlara cephe aldı. Yerlerine de halkevlerini açtı. Cumhuriyetin ilk okumuş kuşakları, Batılı özgür değerlerle yetişti.

Bugün gelinen noktada ise dini cemaatler, bireyin özgürlüğünü engelleyebiliyor. Rektörler serbest hareket edemiyor.

Neden buraya gelindi? Çünkü o özgürlüklerin değerini bilmedik. Çünkü hazıra konmuştuk. Çünkü Avrupa ülkelerindeki gibi din savaşlarından geçmemiştik. Çünkü özgürlükçü değerlerle büyümek, soluduğumuz hava kadar doğaldı. Çünkü taassup ve dini baskı altında yaşamadık.

Cumhuriyeti kuranlar ise bizlerin aksine, baskı ve taassubun ne anlama geldiğini biliyorlardı; çünkü onu yaşayarak tecrübe etmişlerdi. Milli Mücadele ordusu bir yandan Batı cephesini korumaya çabalarken "dinsiz, imansız" suçlamasıyla karşı karşıya kalmıştı. Düzce’de, Hendek’te, Konya’da, Yozgat’ta, Zile’de, İmranlı’da yobazların isyanlarını bastırdı. 1920 Konya isyanı yüzünden az kaldı Ankara düşecekti.

Onlar, bütün bunları yaşadıkları için cumhuriyet tasarımını dini örgütlenmelerin toplum üzerindeki baskısını kaldırmak için yaptılar.

Şimdi o baskı tekrar hissediliyor.

* * *

Sırtını dini örgütlenmelere dayayanlara güvenmekte neden zorlanıyoruz? Çünkü o arka plan, Türkiye’yi beklenmedik şekilde 85 yıl öncesine döndürebilir. Özgür birey, modern insan, aklın ve bilimin yol göstermesi, hatta "ülke vatandaşı" gibi kavramlar yerini, tarikat üyeliği, cemaat mensupluğu, inanç topluluğu ve "ümmet bağlılığı"na bırakabilir. Hele bir partinin tabanı siyasi olarak bunları hedef alıyorsa durum daha da tehlikeli bir hale girebilir.

Sil baştan Atatürk’ün başladığı noktaya geri dönülebilir...

Üniversiteli olmak, özgür düşünceyi savunan birey haline gelmektir. Kulluk, müritlik yerine vatandaşlığı, baskılardan kurtulmayı savunmaktır. Toplum bunların değerini yeni yeni anlamaya başlıyor. Cumhuriyetin kuruluş felsefesini iyi anlarsak, değerini de bilmeye başlarız.
Yazının Devamını Oku