Paylaş
Türkiye, 20. yüzyılı acı bir bilançoyla kapatıyor.
Erzincan, Varto, Lice, Adana, İzmit, Gölcük, Bolu'da meydana gelen depremlerde neredeyse yüz bin insan hayatını kaybetti.
Bir savaş bilançosu sanki.
Ve Türkiye, yeni yüzyıla aynı düşmanın tehdidi altında giriyor.
Bu düşmanın Anadolu'yu Batı'ya doğru kaydırırken hangi bölgeleri yıkıp hayaletleştirdiğinin de farkındayız artık. Haritalardaki ‘‘birinci derecede tehlikeli bölge’’ uyarılarının cart kırmızısı, zihinlerde mahşer günü manzaralarını çağrıştırıyor.
Bir daha ne zaman sarsılacağız? Yarın, yirmi gün ya da yirmi yıl sonra... Üst üste gelen bu felaketlerin ardından ‘‘ne zaman’’ sorusu süratle anlamını yitiriyor. Birisi çıkıp ‘‘20 yıl sonra’’ dese koca bir ülke yeni bir vurdumduymazlık teneffüsüne çıkabilir mi?
Buna olanak yok.
Türkiye artık bütün dünyada depremiyle anılan bir ülke.
Bilim adamlarının dediklerine bakılırsa depremleriyle de anılmaya devam edecek. Tıpkı komşusu Yunanistan gibi. Çünkü Kuzey Anadolu Fayı dediğimiz hat, Yunanistan'ın da huzurunu kaçıracak şekilde kımıldanıyor, kırılıyor.
Bu gerçekle yaşamanın yarattığı belli standartlar, gelenekler, görenekler olmalı.
Kuzey Anadolu fayı kırılmaya devam ediyorsa, Türkiye'nin kentleşme, sanayileşme, teknoloji, göç vs. politikalarını Kuzey Anadolu Fayı'nın kodları şekillendirmek zorunda. Bolu depreminin ardından ısrarla tartışılması gereken konu da bu.
17 Ağustos depreminde devletin sergilediği atalet, haklı olarak büyük bir öfke seline yol açmıştı. Sonra bütün bir düzen sorgulanmaya başlandı.
Hırsız müteahhidin, sorumsuz siyasetçinin, rüşvet yiyen yerel yöneticinin ve de talana dayalı derme çatmalığın toplum tarafından yargılanışıydı bu. Bu haklı öfke ve sorgulama ancak yeni bir hayat mimarisini hayata geçirirse anlam kazanabilecek.
Kuzey Anadolu Fayı'nın Bolu'da indirdiği ikinci büyük darbe sonunda yeni bir noktadayız artık.
Türkiye bundan sonra ne yapacak?
* * *
‘‘Kalkındık, çağ atladık, Türk yüzyılı yarattık, yaratıyoruz’’ların zihinleri köreltici zırvalığından kurtulup yeni bir sürecin temelini atabilecek miyiz? Sorulması gereken doğru soru bu. Çünkü kalkınmış ülkeler, doğal afetlerden en az hasarla çıkmanın yöntemlerini geliştiriyorlar.
Her sarsıntıda küçük çocukların bile ‘‘depremin şiddetini’’ tahmin ettiği bir ülkede Japon'un ya da Amerikalı'nın hasarsız atlattığı depremler artık çaresizce seyredilemez. Ve de başkalarına öykünerek yaşanılamaz.
Ağustos, kasım ve de görülüyor ki yılın diğer aylarına, haftalarına yayılarak gidecek bu sarsıntılar.
Bu şartlarda Türkiye öngörüsüz yaşamaya devam edebilir mi? Her şey eskisi gibi olabilir mi?
Bütün bu soruların tek bir yanıtı var; programlı, planlı, kurallı ve koordinasyonlu yaşam.
Toplumun bütün bilgi birikimiyle oluşturulması gereken yeni yaşam mimarisini talep etmeliyiz. Bırakalım bölgeleri, mahalleleri bile kurarken en ince ayrıntılarıyla düşünülmesi gereken bir süreç başlamak zorunda.
Bazı yerlere hiç konut yapılamayacağı fikrini kabullenmeliyiz.
Sanayinin bir bölümü mekán değiştirecek ise hiçbir hesap bunu engellememeli. Engelleyememeli.
Türkiye 60'lardaki planlı dönemin bir benzerini yaşama geçirmek zorunda artık. Bunun anlamı, bazı üçüncü dünyalı liberal çığırtkanların plan sözünü duyunca başlattıkları ‘‘komünizm’’ demagojisi filan değil, kurallı hayatın şekillenmesi. Toplum hayatında bilimin, stratejik düşüncenin varlığını hissettirebilmesi.
Fay hattına fabrika kurup sekiz katlı bina dikmek serbest piyasa ekonomisiyle ve de girişimcinin yaratıcılığıyla filan izah edilemez.
Türkiye, öngörülü ve kurallı yaşamın koşullarını yerine getirmek zorunda. Artık bunun tartışılacak bir yönü kalmadı.
Yüzyılda yüz bin insanın depremde hayatını kaybettiği bir ülke burası. Bu ülkede yaşamak ciddiyet, hem de çok büyük ciddiyet istiyor.
Paylaş