Zeynep Atikkan: Yeşil röfleli sarı ışık

Zeynep ATİKKAN
Haberin Devamı

Avrupa'yla ilişkiler ‘normalleşiyor’.

Avrupa Birliği Dışişleri Bakanları'nın önceki gün yapılan gayri resmi toplantısından çıkan ilk sonuç bu. Almanya, Fransa, İtalya, İspanya ve Hollanda Türkiye'ye aday sıfatının verilmesi doğrultusunda tavır koyuyorlar.

Artık Türkiye-Avrupa ilişikilerini büyük bir soğukkanlılık ve ciddiyetle değerlendirme süreci başlıyor.

İlişkiler normalleşiyor ama normalleşmiş ilişkiler ne olacak sorusu da büyük önem kazanıyor.

Olaya Türkiye açısından bakarsak, 17 Ağustos faciası, toplumsal reflekste Türk insanının kurallılık isteğini ön plana çıkardı. Toplum, geleceğini konuşlandırmak istediği ligi, değerleri ve de coğrafyayı bir kez daha işaret etti.

Hangi kurum hangi niyetle kendini savunursa savunsun 17 Ağustos itibariyle bu ülkede yeni bir devlet-birey ilişkisi, yeni bir siyasallaşma dinamiği ortaya çıktı.

Avrupa'yla ilişkilerin bugünkü kıvamını bu mantık içinde değerlendirme zorunluluğu var artık.

Olayın Avrupa cephesi ise çok iyi tahlil edilmeli.

Türkiye'de deprem oldu diye AB'nin Ankara'ya yönelik siyasi tavrının değiştiğini düşünmek tabii büyük bir saflık olur.

Ancak ortada da bir gerçek var. Lüksemburg Zirvesi'nde yanan kırmızı ışık bugün yeşil röfleli sarı ışık'a doğru bir dönüşüm halinde. Bir süreç işliyor.

Lüksemburg ayırımcılık belgesi gerçek bir histeri krizi refleksleriyle hayata geçmişti. Lüksemburg kararları, Avrupa'nın yıllardır savunageldiği ve uğruna kanlı mücadeleler verdiği değerlerin iptaliydi.

AB, Lüksemburg'a açıkça ‘ayırımcılık’ diyemedi ama ‘ayırımcılık’ olmadığını da gelecek kuşaklara anlatabilmenin zorluğunu çok çabuk kavradı.

Çünkü Bosna olmuş arkadan Kosova patlamıştı. Balkanlar yanıyordu. Faklılıklara tahammül geleneği tarihe karışırken Avrupa ayırımıcılık mimarisinin projesini üstlenemezdi. Kötü adam olamazdı.

Avrupa'nın kendi değerleri, kendi entellektüalizmi devreye girdi.

Avrupa'nın kıyısında, Avrupa değerlerine sahip çıkmaya çalışan ve bu iradeyi her fırsatta tekrarlayan bir ülkeyi, bir bencil adam vizyonsuzluğuyla itmenin anlamsızlığı artık anlaşılıyordu. O süreçte Kosova'da sırf farklı oldukları için insanlar birbirini kesiyordu. O sırada Lüksemburg'un destekçileri feláket tellallığı yapıyor Türkiye Kosovalaşacak diyorlardı. Ama olmadı.

Avrupa'nın kıyısındaki Türkiye'nin özelliği ve rolü zaman içinde daha da belirginleşti. Ve sanıyorum ki Türkiye'ye abartılı biçimde sırt çevirmek yerine Avrupa'nın da desteğiyle sorunların aşılmasına katkıda bulunmak fikri ön plana çıktı.

Peki bu nasıl oldu?

Hangi açıdan bakılırsa bakılsın, Türkiye-AB ilişkilerinin üstüne eğer bugün yeşil röfleli bir sarı ışık düşüyorsa bunda Washington'un izlerini azımsamamak gerekir.

Amerikan diplomasisi bu bölgede risk almanın sakıncalarını Avrupalı müttefiklerine anlatmakta epey başarılı oldu.

Rusya'nın karmakarışık, İran ve Irak' son derece belirsizlik içinde olduğu bir ortamda Türkiye gibi her şeye rağmen demokrasiyi işletmek isteyen bir ülkenin kendi haline bırakılamayacağı gerçeğini ne yazık ki Amerika Avrupa'dan önce kavradı. ABD dışişleri Bakanı Albright'ın Ortadoğu Barışı'nın damgalandığı sırada Türkiye'ye gelmesi hiçbir şekilde bir rastlantı olamaz. İşin bütün insani boyutuna rağmen.

AB'ye üyelik gibi bir toplum projesi onun bunun itelemesiyle gerçekleşemez. Önce biz, Avrupa tasarımı içindeki yerimizi tanımlamalıyız.

Bu da 1923'teki rotanın 17 Ağustos'ta kendini gösteren toplumsal refleksle buluşmasıyla mümkün. Aksi ise 1923'e yani Cumhuriyet'e ihanettir.



Yazarın Tüm Yazıları