Paylaş
Başbakan Bülent Ecevit'in Amerika'ya giderken Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri konusunda söyledikleri son derece gerçekçi.
Başbakan şöyle diyor:
‘Ben hayal kurmuyorum.
Ancak adaylık filan değil, AB’ye tam üyeliğin, tarihimizden, coğrafyamızdan, kültürümüzden ve uluslararası anlaşmalardan kaynaklanan bir hak olduğuu söylüyorum. AB'nin Türkiye'yi üye olarak kabul etmeye gereksinim duyacağını ifade ediyorum.
Fakat şu aşamada Helsinki'den çok olumlu bir karar çıkar mı çıkmaz mı, o konuda bir tahminde bulunmak istemem ve büyük hayallere de kapılmıyorum. Ama dediğim gibi, şimdi değilse bile ileride mutlaka AB, Türkiye'nin kapısını çalacaktır. Türkiye'yi şimdi aralarına yarı misafir gibi almak istiyorlar'.
İlginçtir Amerika yolunu tutan her Türk Cumhurbaşkanı'na ya da siyasi lidere ‘AB meselesi’ soruluyor. Bu, bir rastlantı değil. Çünkü Avrupa'yla bütünleşmek isteyip de ilişkilerini Amerika üzerinden yürüten tek ülke Türkiye.
Avrupa açısından bakınca da durum farklı değil. Nedense ‘Türkiye meselesini’ AB'ye anlatmak çoğu kez Amerika'ya kalıyor. Son yıllarda gözlendiği gibi Türkiye ile AB arasında kopan dialog ancak Amerikanca'yla sağlanabiliyor! O Amerikanca'yla tam ne denmek istendiği de pek kavranamıyor.
Bu işin bir geleneği var. Ve de ucu Amerika'nın kuruluşuna kadar uzanıyor. Amerika'nın Pennsylvania kolonisinin kurucusu William Penn, hoşgörü ve adalete dayalı bir yönetim oluşturduğu için Batı dünyasının reformcularını çok derinden etkilemiş. Penn bir İngliz soylusu. Ailesinin kendisine biçtiği hayat tarzını reddetip kendi siyasi tasarımını hayata geçirebilmek için Yeni Dünya'ya geliyor. 17. yüzyılın sonunda Pennsylvania'da siyasi görüşlerini pratiğe döküyor. İstediği yönetim biçimini kuruyor. Avrupalı reformistler Penn'in fikirlerine büyük önem veriyorlar. O bir siyasi avangard bir vizyon adamı olarak ün yapıyor. Ünü Atlantik'i aşıp İngiltere'ye ve Fransa'ya kadar yayılıyor. Fransız düşünür Voltaire ‘Dünya’daki en ideal yönetim biçimini Penn'in kurduğunu' söylüyor.
Ve de günün birinde Penn, bitmez tükenmez savaşlarla birbirini yiyen Avrupalılar'a dönüp ‘Bu kavgaların ve savaşların sona ermesi için bir birlik kurun içine Osmanlı İmparatorluğu’nu dahil edin' diyor.
Penn'in sözleri barış ve çokkültürlülük ihtiyacını ortaya koyması açısından dikkat çekici. Yani hala güncelliğini koruyan son derece önemli konular bunlar.
Peki 21. yüzyılın eşiğine gelindiğinde Avrupa'daki durum nedir?
Barış bir tek Avrupa Birliği'nin ayrıcalıklı ülkelerinde güvence altında. Çokkültürlüğe gelince, AB içinde bile durum parlak değil. Daha dün Avrupalı Hırıstiyan Demokratlar, Türkiye'yi AB'den dışlamak için farklı kültür, farklı din mazaretlerine dört elle yapışmışlardı. Bu görüşün lobicileri bugün de etkilerini sürdürmekteler.
Avrupa Birliği'nin sınırları dışındaki ‘diğer Avrupa’da ise ne barış güvence altında ne de çokkültürlülük! Bunun en acı örnekleri önce Bosna'da ardından da Kosova'da yaşandı. Bugün ise hangi milliyetçiliğin, hangi kavimciliğin Avrupa topraklarında hangi çılgınlığı ateşleyeceği belli değil.
Demek ki yaşlı kıtada süreç yavaş işliyor. Tasarım yavaş oluşuyor. Refleksler yavaş çalışıyor. 17. yüzyılın sonlarında söylenmiş sözlerin bugün hala değeri ve geçerliliği var.
Bu da çok düşündürücü.
* * *
Başbakan'ın, Türkiye'nin adaylığının yeniden ele alınacağı Helsinki Konferansı öncesinde ‘beklenti çıtasını’ yüksek tutmamasının sayısız yararı var. Çünkü toplum AB konusunda yıllardır büyük beklentilerin ardından gelen hayal kırıklıklarından çok yoruldu. Bu nedenle bir takım siyasi hesaplarla ‘Helsinki’de adaylık kesinleşiyor' gibi balonlar uçarmanın Türkiye-AB ilişkilerini çok daha çetrefil hale getireceği kesin.
Avrupa son derece yavaş işleyen bir süreç. Başbakan Ecevit'in de dediği gibi Türkiye'nin genişleme sürecinin dışında kalması düşünülemez. Bugün Avrupa'nın karar odaklarına hakim olan zihniyetin bir 17. yüzyıl siyasetçinin siyasi tasarımını bile yakalayamadığı gözleniyor.
Çağını ıskalayanları tarih kaydetmez.
Ama çağını aydınlatmak isteyenlere karşı da tarih son derece cömerttir!
Paylaş