Paylaş
Madımak vahşetinin hemen ardındandı. Sivas'a ulaştığımda rastladığım ilk gencin duygularını dinlemek istemiştim. Sokakta rastgele bir seçimdi bu. Karşımdaki boylu boslu genç, daha not defterimi çıkartmama fırsat vermeden tek cümleyle bitirdi işi.
‘Ecelleri gelmiş ki ölmüşler’.
Yanından ayrıldım.
Şiddeti bağışlayan çocuğun o donuk yüz ifadesi hiçbir zaman hafızamdan silinmedi. Çocuk, bu kadar kolay şiddeti bağışlıyorsa, toplum da elbet birşeyleri epey bir zamandır bağışlıyordu.
Bir haftadan beri ekranda izlediklerimiz, ‘depremdeki’ içe dönük sorgulamayı yeniden başlatmak zorunda. Kendi kültürümüze yönelik bazı soruları yüksek sesle telaffuz ederek.
Kendi bağrından çıkan bu vahşet sahneleriyle hesaplaşmayan bir halk geleceğini şekillendiremez. Herkesin kendi sorumluluk payını araması gereken son derece ciddi bir durum bu.
İlginç olan şu ki Türkiye'de düşmanlık yaratan kavgacı, sert ideolojiler erirken toplumun bir kesiminde vahşetin sınırı da yetmiyor daha ilerisi zorlanabiliyor. Kimileri ise bu boyutta bir vahşete başvurmasalar da kavgacı bir üsluba sarılarak sivrilebiliyorlar.
Bu ülkede vahşet elini kolunu sallayarak burnumuzun dibine kadar gelebiliyor. Türkiye'nin birbirinden soyutlanmış yaşamlarında Üsküdar'daki evin temeli mezar olabiliyor. İki adım ilerisinde ise bir başka kesim global hayata uyum jogging'i yapabiliyor.
Ve de gene ucuz teşhis ve çözümlerle iş geçiştirilmeye çalışılıyor.
Bir grup çıkıp, ‘devlet bu adamları kullandı şimdi tasfiye ediyor’ diyerek rahatlıyor. Ve başlayan tasfiye sürecinin yeni kahramanlarını pazarlıyor.
Görev süresi uzatılmaya çalışılan Cumhurbaşkanı ‘Hizbullah PKK’nın türevidir. Başlangıçta PKK'ya karşı çıkmış bir harekettir. PKK, marksist, dinsiz bölücü ve şiddet kullanan bir terör örgütüdür. Güneydoğu'da halkı rahatsız etmiş bir harekettir. Hizbullah da başlangıçta buna karşı halkın kendini korumaya kalkması gibi bir olaydır,' diyor.
Bütün bu sözler, ‘Türkiye çağ atlıyor’, ‘anayasa bir kere ihlal edilirse birşey olmaz’ ya da ‘bana milliyetçiler suç işliyor dedirtemezsiniz’ ‘yollar yürünmekle aşınmaz’ tarzı köhne bir siyasi kültürün teşhis ve de söylemleri.
Üçüncü dünyalı bir siyasi kültürün günü kurtarma kolaycılığı. Oysa insan haklarına ve demokrasiye saygılı bir dünyada yer almaya çalışan bir ülkenin bu karanlığı aşması çok daha ayırımlı bir analiz ile mümkün.
Örneğin, bu vahşetin Ortadoğu özentiliği olduğu söyleniyor.
O zaman Ortadoğu özentiliğini bu kadar cazip kılan dinamikler neler?
Devlet'in kullandığı adamları şimdi tasfiye ettiği konusunda neredeyse herkes hemfikir.
Peki devlet adamı kullanırken ‘domuzbağı ile cinayet işle’ mi dedi?
‘En yakınımdakini öldürerek sindiririm’ yöntemi kimin icadı? Bu bir klasik örgüt yöntemi mi? Ve daha onlarca yüzlerce soru. Deşildikçe dökülecek yüzlerce binlerce aktör, kurum.
Görülüyor ki bu ülkede paralel bir toplum oluşmuş. Gecekonduda garip bir hayat sürüp gidiyor, çarşaflı kadın olduğu için kimsenin şüphesini çekmiyor. Türkiye gibi toplumsal tecessüsün had noktalarda gezindiği bir ülkede komşunun evinden koku geliyor, kimsenin gıkı çıkmıyor. Çünkü çarşaflı kadının mekánı şüphe çekmiyor. Adamlar evi terk ediyor, iki yıl kimse uğramıyor, konu komşu meraklanmıyor. Polise bildirmiyor. Bu çok ilginç bir nokta. Bir tür sessizliğin ve sinmişliğin kanunu.
Bugün kimsenin ucuz teşhislerle bu korkunç günleri geçiştirmeye hakkı olamaz. Bu teşhisler üzerinden siyaset yapıp yeni aktörler üretmek günü değil bugün. Türkiye aslında bu türev siyasetinden kurtulma sınavı ile karşı karşıya.
Çok büyük acılar pahasına da olsa!
* * *
Ve böyle bir karanlık ortamda ölümünün 7. yıldönümünde saygıyla anıyorum Uğur Mumcu'yu.
Paylaş