Paylaş
PADİŞAH tahta oturmadı.
Veliaht taç giymedi. Giyseler de göze batmamaya çalışıyorlar bugünün modern toplumlarında.
Yeni cumhurbaşkanı ‘‘istikrar’’ ve ‘‘sadelik’’ içinde göreve başladı.
Demokrasi sözcüğünü bünyesinde barındıran rejimleri özellikle ‘‘sadelik’’ tanımlar.
Neredeyse ‘‘minimalizme’’ kadar varan bir sadeliğin zarafetidir bu. Demokratik kurumlar ve hukuk toplumu ne kadar güçlüyse ‘‘sadelik’’ de bir o kadar ‘‘mutlaktır’’. Bu rejimler palavrayı, yalakalığı, sahte şöhretleri, çocuksu hayranlıkları, ağır top, harika çocuk, A takımı goygoyculuklarını kaldırmaz.
Çünkü bu rejimlerin gücünü ‘‘kişiler’’ değil ‘‘kurumlar’’ tayin eder.
Sadeliğin tadına varmak gerekiyor. 80'ler patentli ANAP mamulü şatafat ilkelliğinden kurtuluşumuzun miladıdır 16 Mayıs 2000. Ve ilk izlenimlere göre cumhuriyet ve demokrasi değerlerine ‘‘şekilsel’’ de olsa biraz daha yakınlaştı Türkiye.
Bundan sonra ne olacağını zaman gösterecek.
Anayasa Mahkemesi Başkanı'nın cumhurbaşkanlığına seçilmesiyle bir sürü hatanın ardından olumlu bir sürece girildi. 80'lerden beri süregelen birçok anormalliğin düzelen tek unsuruna bakıp derin analizlerden kaçınmak gerekiyor.
Ortada olmayan icraata ‘‘övgü yağdırmak’’ son zamanlarda bir gelenek haline gelmişti. Hızını alamayanlar kurulmamış bir hükümete methiye yağdıracak kadar üçüncü dünyaya aitliklerini tescil ettirmişlerdi. Şimdi aynı eğilim yeniden hortluyor.
Bu nasıl bir psikolojidir? Buna neden ihtiyaç duyulur?
Türkiye cumhurbaşkanını seçti. Şimdi cumhurbaşkanının icraatını izleme zamanı. Ne kadar demokrat, ne kadar liberal, ne kadar laik, ne kadar hukuk düzeninden yana olduğuna karar vermek gazeteciliğin ve kamuoyunun işi.
Sezer kotasından torpilli bir gazeteci grubu olduğunu sanmıyorum. O zaman hepimiz aynı konum ve mesafedeyiz.
Ve yeni ‘‘yedi’’ yıllık süreci gözlemeye başlıyoruz.
* * *
Yeni süreç gözlem altında ama eski dönemin bilançosu hazır. Aslında siyaset bilimi açısından çok karmaşık ve ayırımlı bir dönem de değil.
Askeri darbeyle başlayan ve merkez sağın ucube politikalarıyla devam eden 80'lerdeki anormallikler, cumhurbaşkanlığının üç dönemine de damgasını vurdu.
Olaylar şöyle gelişti:
- Emekli General Kenan Evren, cumhurbaşkanlığı görevini 12 Eylül'de gerçekleştirdiği darbenin devamı gibi gördü. Zaten başka bir bakış açısı geliştirmesi beklenemezdi.
Evren döneminden geriye ne kaldı? On yıldan daha kısa bir zaman dilimi içinde unutuldu. Tarih kitaplarına dip not olarak girebilmesi bile şüpheli.
- Evren'den sonra seçilen ve sivil olduğu için alkışlanan Turgut Özal ‘‘başbakanlığı’’ Köşk'e taşıdı. Bütün ANAP'sal hastalıkları, laubalilikleri, yolsuzluk bagajlarını beraberinde getirdi. Bagajları oradan buradan devşirilmiş bir grup oportüniste taşıttı.
Bir süre sonra başkanlık sistemi halüsinasyonları görmeye başladı. Aslında ömrü yetseydi kendi yerine geçen Yılmaz'ı siyasetten silmek için elinden geleni yapacaktı. Ama bu olmadı.
Bugün, ‘‘oturduğu yerden başkanlık sistemini kurcalayan bir cumhurbaşkanı’’ olarak anılıyor. O makama başka bir boyut getirebildi mi? Sanmıyorum.
- Demirel, Köşk'e çıktığı günden itibaren bir siyasi ‘‘kaza’’, ‘‘hata’’, ‘‘bela’’ olarak ülkenin başına getirdiği Tansu Çiller'i yok etmeye çalıştı. Enerjisini buna harcadı. Oyunlar kurdu. DYP'yi kurcaladı. Beceremedi. İmdadına 28 Şubat yetişti. 28 Şubat'tan sonra cumhurbaşkanlığını hatırladı. Neden sonra dış politikaya ve özellikle Avrupa dosyasına ağırlığını koydu.
Son dönemde bu ülkedeki Demirel sektörünün şakşakçılarıyla istikrar kotasından görev süresini uzattırmaya kalkıştı. Oyun tutmadı.
Cumhurbaşkanlığı dönemine ise aile fotoğrafındaki o ‘‘şık simalar’’ damgasını vurdu.
- Bir ortak payda bulmak gerekirse Demirel ve Özal, kendi imalatları olan merkez sağın siyasi üslubunu Köşk'e taşıdılar. Oturdukları yerden ağır siyaset yaptılar.
- Sezer'in cumhurbaşkanlığına seçilmesiyle sahneden yani Köşk'ten bir siyasi aktör çekiliyor. Türkiye için yeni bir dönem bu.
Üç dönem üç cumhurbaşkanı. Çok daha ayrıntılı bir bilanço çıkarmak tabii ki mümkün. Ama elinizi vicdanınıza koyun, ana fikir değişir mi?
Paylaş