Paylaş
Lüksemburg kararlarından sonra Türkiye-Avrupa Türkiye ilişkilerini tartışmak, pekçok Avrupalı için giderek bir kafa bulma biçimini alıyor.
Bu toplantılardan Türkler, ‘Havanda su dövüldü’, Avrupalılar ise ‘Çok verimli oldu’ diye çıkıyorlar.
Diyaloğun kesilmesi tabii ki bir yöntem değil ama bir milim ilerlenmeyen toplantıları lüzumundan fazla kutsamak ilginç bir psikolojiyi yansıtıyor. Tabii bunu en çok Avrupalılar yapıyor.
Çünkü Lüksemburg'da ciddi bir hata yapıldı. Hatayı düzeltmeye niyetleri yok ama hata fena halde sırıttığı için Avrupalılar sorumluluktan kaçma stratejileri geliştiriyorlar.
Fransa'da izlediğim, Türkiye-Avrupa ilişkilerinin tartışıldığı bir toplantıdan ben aşığıdaki izlenimleri edindim.
Bu sütunda birkaç kez yazdığımız gibi Lüksemburg kararlarından sonra, Avrupa kimliği artık tartışılır hale geliyor.
Türkiye'nin kültürel ve dinsel nedenlerle dışlanması, adı açıkça konmasa da Avrupa kimliği nedir, Avrupa kültürü nedir tartışmasını Avrupa'nın gündemine sokuyor.
Avrupa'nın karar odaklarını oluşturanlar bu gelişmenin farkındalar.
Şimdiki strateji ise şu; Avrupa ayırımcılık yaptı. Bu telaffuz edilmiyor. Zaten edilemez de. Ama ciddi bir panik seziliyor.
Bu nedenle, kelimelerle dans ediliyor. Örneğin, Türkiye-Avrupa ilişkileri için ‘rapprochement’ yani ‘yakınlaşmadan’ söz ediliyor.
Ve de bu yakınlaşmayı sağlamak için ‘Zihinlerde düzenlemeler yapmak gerektiği’ vurgulanıyor.
Elimizdeki tam üyeliği öngören Ankara Antlaşmasına rağmen hâlâ yakınlaşma vaadleri yapılıyor. Ve de yakınlaşma için ‘zihinsel operasyonların’ ana hatları inşa edilmeye çalışılıyor.
Bu arada Lüksemburg kararlarının ardından, paçayı kurtarmak için ‘birkaç Avrupa fikri’ ortaya atılıyor.
Yani Lüksemburg'da ‘suçüstü’ yakalananlar, ‘Avrupa dinamik bir yapıdır ve çeşitlidir. Avrupa demek sadece Avrupa Birliği değildir. AB dışında, bir de Rusya’yı, ya da Türkiye'yi içeren Avrupa vardır’ diyorlar. Dışarıda bıraktıkları Türkiye'yi teselli etmek için bulunan en son formül bu.
İlginç bir saptama daha yapılıyor; Özellikle Alman konuşmacılar,‘Sokaktaki adamın Türkiye’nin AB üyesi olmasını istemeyeceğini' söylüyorlar. Aynı konuşmacılara göre, Almanlar bir tek Macarlar'ı istemişler. Diğer ülkelerin tam üyeliğine sıcak bakmamışlar.
Ama bu gönülsüzlüğe rağmen on birlerin listesi oluşmuş.
Türkiye'yi hem sokaktaki adam istememiş, hem de Yunanistan tavır koymuş ve kapı kapanmış...Çelişkiyi ortaya atınca bu kez de ‘Türkiye büyük bir parça yenilir yutulur gibi değil’ diyorlar.
İş Kıbrıs'a geliyor...Bir Fransız çıkıyor,‘Kıbrıs, Rusya ve Doğu Avrupa kökenli kara paranın aklanma merkezi oldu. Kıbrıs, bir suç üssü’ diyor.
Buna Brüksel'deki Avrupalı bürokratların yanıtı ise ‘Kıbrıs’la müzakere yok sadece hazırlık var' şeklinde oluyor.
Lüksemburg kararlarının çok ‘olumlu’ olduğu yolundaki ısrar devam ediyor. Lüksemburg'un Türkiye açısından çok olumlu olduğuna inanmayanlara da hiç sıcak bakılmıyor. Onlar tutuculukla suçlanıyor.
Yani Lüksemburg'da ‘Bardağın yarısı doldu’ metaforuna bir yenisi eklenmemiş. Bu metaforu da Türkiye'nin zorla kabul etmesi isteniyor.
Sonra ‘Siz anlamazsınız, Avrupa diyalog demektir. Küsmek değil’ deniyor.
Hangi diyalog? ‘Lüksemburg’un Türkiye açısından çok iyi olduğunu kabul ettikten sonra oluşacak dialog. Yani koşullu dialog.'
Bilmem ama komik oluyor. Hele iş ders verme üslubuna dönüşünce.
Avrupa, kendi değerleriyle çelişen bu tavırları sergileyerek moral otoritesini yitiriyor.
Türkiye'de ise sorumlular, ‘Şu Avrupa kabusu bitti’ rehavetine kapılmışlar. Yazın keyfini çıkartıyorlar.
Paylaş