Paylaş
Kırklareli
Yüzünü okşayıp sevdiğiniz sarışın kız çocuğunun, gözü dönmüş bir etnik temizlikçinin kurşunuyla yok olup gidebileceğini düşünmek.
Kucağınıza alıp sevdiğiniz o pembe beyaz bebeğin bombalar altında kayıplara karışacağını hayal etmek.
Kırklareli'nde üç bin beş yüz Kosovalı'nın sığındığı kampı dolaşırken ancak silah zoruyla korunabilen insan haklarına neden başka türlü sahip çıkılamadığını düşünüyor insan.
Ciddi bir entellektüel ve politik bir soru bu.
‘Tarih ile coğrafya birleşti’ diyerek bugün Balkanlar'da ağırlığı günden güne artan Türkiye'yi, Lüksemburg kararlarıyla Avrupa Birliği'nin dışına iten zihniyetin üzerinde düşünmesi gereken bir soru.
Oysa tarih ve coğrafyayı birleştirip ayrıştırmanın, çıkarlara göre coğrafya ve tarih tanımları yapmanın acıları daha çok taze. İkinci Dünya Savaşı sırasında ‘Ben coğrafyadan sorumlu değilim’ diyen Stalin'in uygulamaları çok yakın. Hitler'in tarih tanımları ise belleklerden hiç silinmiş değil.
Kırklareli kampında kurulmuş sınıfta resim yapan çocukların çiziştirdikleri tankların, tüfeklerin, bomba atan uçakların, terk edilen evlerin ve geride kalan kırık dökük oyuncakların öyküsü de bu tür sözlerin sonuçları işte.
Miloseviç gibi vahşiler bir rastlantı sonucu çıkmıyor tarih sahnesine.
Kırklareli'nde görüştüğüm her Kosovalı'nın hayat hikáyesi hem coğrafyayı hem tarihi hem de bütünüyle bir Avrupa sorunsalını dolayısıyla bir bütünlüğün sorunlarını gündeme getiriyor.
Kosovalı altı yedi yaş grubu çocuklar, kampın bir köşesinde beden eğitimi dersindeydiler. ‘Merhaba televole’ diyerek karşılıyorlar Yalçın Bayer ile beni. Televolesel ve Çarkıfeleksel entegrasyon, yaşadıkları yeni gerçeğin en iç açıcı yönü şimdilik.
Televole ve Çarkıfelek Orta Asya'dan Balkanlar'a uzanan bir medyatik entegrasyonun ipuçlarını sunuyor. Türkiye'ye gelmeden de izledikleri Türk kanallarının en gözde programlarıymış bunlar.
Kosovalı bir badanacıyla konuşuyorum. ‘Cebimde beş yüz Mark’la kaçtım' diyor.
Kosovalılar kokuyu aldıkları için birkaç yıldan beri paralarını bankaya yatırmıyorlarmış. Mark'a çevirdikleri kazançlarının hepsi yastık altında. Şimdi de Sırp vahşetinden kaçırabildikleri üç yüz-dört yüz markla gelmişler Türkiye'ye. Geri kalan para ve altınlar toprak altına gömülmüş dönüş umuduyla.
Tarih, coğrafya ve ekonominin bileşkesi. İlginçtir görüştüğüm herkes dolar değil mark cinsinden konuşuyor.
Anlaşılan Televole'nin izlendiği Balkanlar'da ekonomide bir mark bölgesi oluşmuş.
* * *
Kampı dolaşırken Türkiye'nin bu işi iyice öğrendiği açıkça görülüyor. Konukları ‘barındırma’ profesyonellik içinde yürüyor.
Yardım için gönüllü bir seferberlik başlamış. Kampa yaklaşırken bizim gazetenin şöförü, ‘bagajda bir koli eşya olduğunu, bir gün önce komşulardan topladığını’ söylüyordu.
TIR'larla yardım yağıyor ve karambole gelmeden dağıtılıyor.
Sağlık koşulları yerinde. Bulaşıcı hastalıklara karşı önlem alınmış. Biz kamptayken iki bebek dünyaya gelmişti. Bir hastaya da kanser teşhisi konmuştu. Bu hastanın tedavisi için gerekenin yapılması talimatını veriyordu Kırklareli valisi Kemal Önal.
Bütün bunlar işin olumlu yönleri.
Ama yerlerinden olan insanların gözlerindeki o belirsizlik ve kaygı ifadesi var ya! Sığınmacıyı diğer insanlardan farklılaştıran.
Savaş dedikleri de bu işte!
Paylaş