Kendi belasını aramak

Zeynep ATİKKAN
Haberin Devamı

Son günlerde gelişen bir siyasi tutku var...Demokrasiyi ve yetkileri tek adamda toplama tutkusu bu.

Başkanlık sistemi tartışmalarının ardında bu takıntı yatıyor.

‘Dikensiz gül bahçesinde reformlar yapılsın. Demokrasi varmış gibi olsun, seçimlere gidilsin, halk, kutsal görevini yapsın, oy kullansın, ele güne söyleyecek sözümüz olsun’ mantığı yatıyor bu kolaycılığın ardında.

‘Bak canım Arjantin bile yaptı. Bizde neden olmasın’ diyerek Arjantin'deki Menem'i işaret ediyor bazı çevreler. Latin Amerika'da gerçekleştirilen reformlar da başkanlık sisteminin sağladığı istikrara bağlanıyor.

Hayranlık duyulan Arjantin modelinin özü şu:

Arjantin Cumhurbaşkanı Menem, üç yüz kararname çıkartmış ülkeyi yönetmek için.

Bu, Arjantin tarihinde bir başkanın ‘başına buyrukluk’ rekoru. Çünkü 1853'ten bu yana gelmiş geçmiş bütün cumhurbaşkanların çıkardığı toplam kararname sayısından fazla Menem'in kararname bilançosu.

‘Helal olsun pragmatik, iş bitiren adam’ diye yorumlanabilir bu formül. Ama yolsuzluklar ve gelir dağılımı bozukluğu dikkate alınırsa Arjantin modelinin niçin bazı çevrelerin iştahını kabarttığı da düşünülebilir.

Türkiye'de ‘başına buyrukluk’ özlemi öyle boyutlarda ki bütün yetkileri elinde toplamış lider formülünün peşinde koşanlar neredeyse iki günlük Yeltsin'e bile gıpta ediyorlar.

Bir de, Türkiye için de Gaulle rüyası görenler var.

Merkez sağın bazı ideologları bunlar. Sıkışınca de Gaulle'ün ruhunu çağırıp, Fransız anayasasına tapınıyorlar.

Bu senaryo, son günlerin en popüler söylemi olan ‘popülizm yapılmasın’la siyasi meşruiyet kazanıyor.

Doğru; ‘popülizm’ modernleşmenin ve reformların önündeki en büyük engel. Halk dalkavukluğu yapmanın, halka seçim rüşveti vererek ekonominin altını oymanın sakıncaları ortada.

Ankara'daki bürokrasi de bunu anlamış. Bazı bürokratlar, modern gözükmek için iki günde bir çıkıp popülizme karşı uyarı yapıyorlar. Bu da belli bir ‘rating’ sağlıyor.

Ancak burada pişirilen senaryoya çok dikkat etmek gerekiyor.

Çünkü üç yıllık istikrar programını uygulamak için başkanlık sistemi tartışmasına kadar varan siyasi çözümlerin arayışına da giriliyor. Kısa vadeli çözümler için uzun vadeli sorunlar göze alınabiliyor.

Ve dikkat edilirse, demokratikleşme ve devletin şeffaflaşması gibi konular tamamen gündem dışı bırakılıyor.

Gelişen ekonomilerde gözlenen bu tehlike sadece Türkiye'ye özgü değil. Amerikan Foreign Affairs dergisinin kasım sayısında çıkan bir makale şu ilginç tartışmayı açıyor:

Eğer demokrasi sadece seçim yapmak diye tanımlanırsa dünyada demokrasiden geçilmiyor. Ama demokrasi anayasal liberalizm olarak tanımlanırsa, çok özendiğimiz Arjantin dahil pekçok ülke sınıfta kalıyor. Çünkü anayasal liberalizmin şartları olan hukuk devleti, mülkiyet hakkı, güçlerin ayrılığı, düşünce, ifade ve toplanma özgürlüğü bu ülkelerde hak getire.

Ve seçim yapıp ‘demokrasicilik' oynayan pekçok ülkede, halk aslında önüne konulanlara oy vererek çoğu zaman kendi ‘zehirini' seçebiliyor.

Anayasal liberalizmden yoksun demokrasi yeterli olmadığı gibi çok tehlikeli de. Beraberinde özgürlüklerin erozyonunu, yetki ve gücün kötüye kullanılmasını, etnik bölünmeleri ve hatta ‘savaşı' getirebiliyor'.

Bunlar çok anlamlı saptamalar. Bize dönelim, bir an düşünelim.

Önce 1960 anayasasını bize çok gören zihniyeti siyaseten yargılayalım. Ve sonra, bugünkü siyasi kadroların özendikleri cumhurbaşkanı yetkileriyle neler yapabileceklerini bir an düşünelim.

Korku filmi gibi, değil mi?

Yazarın Tüm Yazıları