Paylaş
Bir taraftan teknoloji diğer taraftan küreselleşme büyük bir zihniyet değişimini peşine takmış sürüklüyor. Küreselleşmenin kendiliğinden devleti küçültüğü bir süreç içindeyiz. Canı sıkılanların ‘hadi canım biraz da devleti küçültelim’ deyip paçaları sıvadığı bir rüküşlük değil bu.
Devletin küçülmesi biraz da ‘devletin yeniden tanımlanması’ diye anlaşılmalı. Bu tanım yapılırken devletin boşalttığı alanların hızla başka biçimde doldurulduğunu görüyoruz. Sivil toplum örgütlerince hem de akıl almaz bir hız, birikim, beceri ve de iddiayla.
Sivil toplum örgütlerinin yirmi birinci yüzyıldaki iktidarının üsleri hazır, aktörleri meydanda. Entellektüel altyapı da yirminci yüzyılın birikimini bu kuruluşlara akıtıyor.
Bu gelişmelere ‘dudak bükenlerin’ dudaklarının uçuklayacağı bir süreç açılmakta.
Eskiden bir büyükelçinin sadece diğer bir büyükelçiyle tartıştığı dosyaların pekçoğunu sivil toplum kuruluşları çekip alıyor. Sadece bazı uluslararası kuruluşların üye devletlerinin yetki alanındaki konular artık NGO'ların tekelinde. Ortak eğilimler buralarda belirleniyor. Kavgalar buralarda veriliyor.
Geçtiğimiz ay içinde Hollanda'nın başkenti La Haye'de yapılan Sivil Toplum Konferansı'nın çerçevesi ve de içereği sarsıcı nitelikteydi.
Sivil toplum kuruluşlarının sayısı yüzlerce, dünyanın her bir köşesinden pıtrak gibi bitiyorlar. En derin ve kapsamlı tartışmalar bu forumların tekelinde. Öyle sanıldığı gibi uçuk kaçık, işsiz güçsüz, hafif bunalımlı, eski çiçek çocuk ya da yuppy olamayınca bir örgüte kapağı atmış tipler değil bunlar.
Eğer barış konuşuluyorsa ki ‘barış bir insan hakları meselesidir’ diye sunuluyor, dünya çapındaki biyologlardan kimyagerlere kadar ektili bilim adamları bu örgütlerin içinde söz sahibi oluyorlar.
Hukukçuların, tarihçilerin en yaratıcı fikirlerle katkıda bulundukları tartışmalar bunlar. Karar odaklarını etkilemekte müthiş güçlüler.
Peki Türkiye nerede?
Türkiye'nin bu sivil toplum enternasyonaline katkısı nedir? Sivil toplum örgütlerimiz, global anlamda hangi soruları sormaktalar? Hangi alanda yayın bombardımanı yapmaktalar? Bu çorbaya ne kadar tuz ekmekteler?
Örneğin etnik çatışmalar ister istemez hafif silahların satışını gündeme getiriyor. İç çatışmaların yaşandığı ülkelerin silah ihtiyacını karşılayan sadece on-on beş ülke var. Ama satan şirketler ortada görünmüyor. Onlarca paravan şirketin çevirdiği dalaveralarla kaynağa ulaşmak çok zor. Peki bunlara karşı ne yapılabilir? ‘Barış kültürünün’ yerleşmesi için mücadele veren sivil örgütlerin başalıca uğraş alanı bu konular. Bu tartışmaların dışında kalma lüksümüz var mı?
Acaba hiç sorduk mu kendi kendimize Güney Sudan'da ne oluyor, diye.
La Haye Konferansı'nda bakıyorsunuz ki en aktif NGO'ları dini gruplar oluşturuyor. Pax Christi'den Japonya'daki cemaatlere kadar.
Her seçim öncesinde ‘merkez sağa destek verdi vermedi’ hesabı yapılan bizdeki dini grupların, oluşmakta olan sivil toplum uygarlığına katkısı nedir?
Meslek kuruluşlarının da ağırlığını hissettirdiği bu süreçte doktorlar, gazeteciler, mühendisler gibi meslek örgütleri aracılığıyla barış, insan hakları, hukuk devleti, silahsızlanma gibi konularda ciddi çalışmalar yapılıyor. Bir yayın seli boşalıyor. Bilgi akımı bir saniye olsun teklemiyor. Duyarlılıklar sürekli tazeleniyor.
Bakıyorum da pek bir küçümsüyoruz sivil girişimi. Küçümseyip sonra da tökezlenince milli onur meselesi yapıyoruz.
Ya da adet yerini bulsun diye ‘kadın ve çocuk girişimlerinle’ sınırlamışısız enerjimizi. İhtilaflı konuların açık denizinden bu kadar korkmak neden?
Oysa zaman korku filan dinlemiyor.
Paylaş