Paylaş
UZUN süre, iş dünyasının iki lobicilik girişimiyle ‘mümessillik’ alır gibi Avrupa Birliği'ne girileceğine inanıldı. İş dünyası Avrupa başkentlerinde dolaştıkça basında ‘AB işi oluyor’ başlıkları cömertçe kullanıldı.
İş epey basitleştirildi. ‘Dinamik ekomomi kotasından’ bu işin kotarılacağı sanıldı.
Oysa son derece ciddi dönüşümler gerektiren AB dosyasını yönetmek uzun soluklu, ciddi ve yaratıcı bir işti. Öncelikle zihinsel bir hazırlıktı. Yaratıcı siyasetti. Cesaretti, dünyadaki gelişmeleri doğru okumaktı.
Bu olmadı.
Bunun neden olmadığını açıkça ortaya koymadan her gün ‘reformlar yapılsın’ diye yazı yazmak biraz saflık olmuyor mu?
* * *
Türkiye, 1989 yılında Soğuk Savaş'ın sona erdiğini algılayamayan nadir ülkelerden birisi. Oysa Soğuk Savaş sonrasında ortaya çıkan sorunların büyük bir bölümü Türkiye'yi doğrudan ilgilendiriyordu.
On bir yıl gibi bugünün hızlanmış dünyası için çok uzun sayılacak bir süreçten söz ediyoruz. Bu on bir yıl içinde Türkiye'nin AB politikasına zemin hazırlayacak bir dizi önlem alınabilirdi. Belli dönüşümlerin altyapısı pekálá hazırlanabilirdi.
1991 seçimleri büyük bir demokrasi şölenine dönüşmüştü. Demirel böyle bir momentumla başbakanlık koltuğuna oturdu. Karşısında her türlü yeniliğe açık bir Türkiye vardı. O, bugün vakıf kurarak Türkiye'nin gündemine getirmeye çalıştığı AB dosyasıyla filan hiç ilgilenmedi. İktidarı kendi hırsını tatmin etmek için kullandı. Cumhurbaşkanlığı sırasında çektirdiği resimle de 90'lara hákim olan ‘talan düzenindeki’ sorumluluğunu kanıtladı.
Bugün kendisinden ‘tarihsel nitelikte reformlar yapması’ beklenen AB'ci zat 90'ları partisini eriterek geçirdi. Partisi, bu süreçte liderinin atalet ve beceriksizliğinin bedelini ödüyordu. 28 Şubat'ta başbakanlığa atanınca Cumhuriyet tarihinin en büyük ‘eğitim reformunu’ yaptı! Onun da arkasında duramadı. Vaktini Brüksel yerine Budapeşte ve Miami'de geçirdi. Banka pazarladı. Cumhuriyet tarihinde yolsuzluktan düşürülem ilk başbakan oldu.
Her zaman bir yenilik peşinde koşan DYP'nin kolejli lideri Gümrük Birliği'ne girince kendisini Avrupa Birliği'nde sandı. Bu hayal dünyasında burnunun ucunda olup bitenleri algılayamadı. Partisini Susurluk aktörleriyle doldurdu. Susurluk'u AB üyesi yapmaya kalkıştı. Bütün enerjisini dosya savaşlarındaki dengeyi gözetmek için kullandı. Zaten kimse kendisinden reform filan yapmasını beklemedi.
Kendi çapında modern siyasi retoriği kullanan Refah-Fazilet çizgisinin amacı iktidardan pay kapmaktı. Bu çizginin ‘işime gelince AB’ci olurum' zihniyetini ele veren de Libya ziyaretleri filan oldu. Bu zihniyet 312. maddenin kaldırılmasına karşı çıktığı gün rengini belli etmişti. 90'larda Refah rüzgarı esti ama hiçbir ‘reform’ izi bırakmadı.
Sola gelince, en vahimi bu kanatta gerçekleşti. Sağın talancılığı solun gözünü boyadı. Sol, Soğuk Savaş sonrası oluşan yeni dünya düzenini aktif biçimde yorumlamak yerine ‘sağın reflekslerine’ uyum sağlamaya çalıştı. Oysa AB'ye giden yolda ‘kurallı Türkiye’nin' sahibi sol olmalıydı. CHP buna son anda uyandı, yolsuzluğa batmış bir hükümeti düşürdü ama ‘istikrarı bozdum’ kompleksine kapılıp sindi. Tabii bütün bu yalpalamalarla ciddi bir AB siyaseti geliştirmesi beklenemezdi.
DSP'ye gelince o zaten bir kişi partisi. Bu konuda lideri ne düşünüyorsa o oluyor. Kimse, DSP kadrolarının Avrupa meselesini ciddiyetle düşündüğünü sanmıyor.
MHP'den 90'ların hesabını sormak şimdilik gerçekçi değil. Ama bundan sonraki her adımda MHP'ye ‘Partinin AB politikası nedir?’ sorusunu yöneltmek gerekiyor. MHP bu konuda belirleyici güç konumuna gelmeye başladığına göre.
Ortadaki tablo bu. Türkiye'de halkın yüzde 67'si AB'ye tam üyeliği istiyormuş. O yüzde 67 bu tablonun bilincinde olacak kadar gerçekçidir herhalde!
Paylaş