Paylaş
İstanbul'un Kadıköy ilçesinde bir tamircide çalışıyor.
Kadıköy'ün Altıyol semtinde.
Her köşesinde, kolej ve üniversitelere giriş yarışında iddialı dershanelerin bulunduğu bir kavşakta. Bir dershane mahallesi burası.
Ucubeleşmiş eğitim sistemimizde, dershanelere milyonlarca para dökülerek paralel eğitimin sürdürüldüğü bu ülkede en canlı semtin bir dershane semti olması çok doğal. Arz talep işi. Pazar işi.
Bütün dershanelerin ön cepheleri, ‘‘başarı sloganları’’ taşıyan büyük panolarla kaplı. Çirkin mi çirkin. Ama panoların ciddi bir işlevi var.
Yarışta birincilik kapan nasıl olsa dershanenin tişörtünü giyiyor, medyaya poz veriyor, dershane yeni müşteri topluyor bir sonraki yıl için.
Tam o noktada çalışıyor, ilkokulun birinci sınıfından terk onbir yaşındaki tamirci.
O'nu geçtiğimiz pazar sabahı tanıdım. Bir ailenin sekiz çocuğundan biriydi. Birinci sınıftan terk olduğuna göre okuma yazma bilmiyor.
Sekiz yıl tartışmasının O'na hiçbir anlam ifade etmediğini söylemeye gerek var mı bilmiyorum.
Ancak ortada çok anlamlı bir gerçek var. Bu tablo ne bir varoşun karesi ne de köyleri boşaltılmış Doğu'nun. İstanbul'un göbeğinde, okuma yazma bilmeyen onbir yaşında bir çocuğa yani yirmibirinci yüzyılın müstakbel bir delikanlısına rastlıyorsunuz.
Onların sayıları onbinlerce, yaşayacakları çağı daha şimdiden ıskalamış çocuklar.
O çocukların eğitimi, topluma entegrasyonu ve ülkelerin genel eğitim sorunları 1990 yılında Bangkong'da, Birleşmiş Milletler'in düzenlediği geniş kapsamlı bir toplantıda ele alınmıştı.
Gazeteci olarak izlediğim bu büyük eğitim forumunda 21. yüzyılın eğitim stratejileri şekillenmişti...Her ülke için, her kültür için.
Bizim delegasyon da o toplantılar boyunca, yüzyılın başında Atatürk'ün gerçekleştirdiği büyük eğitim reformunu anlattı durdu.
1990, ciddi hükümetlerin, eğitimde, stratejik kararlar aldıkları kısmen de olsa uygulamaya koydukları bir milattır. Bu nedenle 1990, yirminci yüzyılı yirmibirinci yüzyıla taşıyan bir köprü yılıdır.
Orada Atatürk'ün reformlarını anlatıp geçmişle yetinenler, o stratejik gelişmelerden en küçük bir serpinti bile ulaştıramadılar bu topluma.
Ve bugün biz, yedi yıl sonra ‘‘analar kutsaldır’’ kadar net ve açık bir konuyu, sekiz yılı tartışıyoruz.
Ve bu sütunda pekçok kez belirtildiği gibi, ‘‘analar kutsaldır’’ kadar açık olan bir konuyu politika malzemesi yapabiliyoruz.
Bir başbakan çıkıyor, ‘‘siyasi yaşamımı bitirse de sekiz yıl çıkacak’’ diyor. Bu tehdidin, ancak kendisinin siyasi tasfiyesini isteyenleri etkileyeceğini kestiremiyor.
Bugünün gerilmiş ortamında başka bir işlevi olabilir mi bu tür tehditlerin?
Siyasette ve günlük hayatta ‘‘kararlılığı’’ ifade etmenin çok daha ince ve şık yöntemleri olabilmeli sanki.
Tehditler savurmak yerine, ne yapmak istediğini bir eğitimci gibi tek tek anlatabilmeli bir başbakan. Sekiz yıla olan inancından ve bu konudaki samimiyetinden güç alabilmeli.
Sonradan edinilmiş bile olsa bir tutkunun samimiyeti ve masumiyetiyle davranabilmeli. Tabii eğer o inanç ve tutku mevcut ise.
Belki o zaman, karşısına aldığı insanların en azından bir bölümünü ikna edecektir. Çünkü harcadığı çaba, saygı ve güven uyandıracaktır.
Başabakan ve milli eğitim bakanı, bir eğitimci gibi davranabilseler keşke. Bugün ortaya koydukları doğruyu bir eğitimci gibi akıtabilseler bu topluma.
Çünkü eğitim reformu öncelikle, bir eğitimci yumuşaklığı, coşkusu ve de duyarlılığı gerektiriyor. Hele bugünün kemikleşmiş ortamında.
Çünkü mesele yasanın çıkması değil, bundan sonra ne olacağı.
Yani uygulanıp uygulanamayacağı.
Türkiye, eğitim gibi kutsal bir konunun siyasi sonuçlarını yaşamamalı.
Paylaş