Paylaş
Deprem sonrasında Yalova'nın sokaklarında dolaşırken dikkatimi çekmişti. ‘Süper lüks daire’ tabelalarıyla pazarlanan konutlar 7.4'e en kolay teslim olanlardı. Süper lüks daireler, sakinlerinin mezarıydı artık.
Türk eğitimdeki büyük çöküşün özel okul cephesi depremde yerle bir olan süper lüks daireleri andırıyor.
Bu benzetme çok yakın gözlemlere dayanıyor.
Önce kendi deneyimim. Mezun olduğum yabancı okulun ve de benzerlerinin bundan yirmi beş yıl önceki ve bugünkü düzeyi. Ve bugün çevremde yerli ve yabancı özel okullara giden öğrencilerin akademik performansı ve dünya ligindeki yerleri.
Bu kurumların bir bölümü standartlarını korumaya çalışıyor olsalar da birkaç istisna genel kuralı bozmuyor.
Yabancı özel okulların pekçoğu çok eski köklü kurumlar. Düne kadar Türkiye'nin elitlerini yetiştirmişler. Günümüzde gene revaçtalar. Ancak bugünkü eğitim anlayışı ve düzeyi kesinlikle eski standartları koruyamıyor. Okullar mükemmeliyet iddialarından istifa ediyorlar.
Dün öğrettikleri yabancı dil ve kültürle öğrencileri dış dünyaya açan bu kurumlar bugün Türk tüketim toplumunun ihtiyaçlarına yanıt veren kurumlar halindeler. Bir tür teslimiyet, vazgeçme, kendini koyuverip araziye uyma rahatlığı.
Bu kervana bir de ‘Okulumuzda bilgisayar ve yabancı dil eğitimi yapılır’ diyerek eğitim piyasasına çıkan çiçeği burnunda yeni özel okullar katılıyor. Bilgisayar ve az buçuk İngilizce'ye indirgenmiş ‘süper lüks daire’ örneğinde olduğu gibi süper kalitede eğitim!
İlk ciddi sınavda yerle bir olan bir eğitim yapısından söz ediyoruz. Ayıla bayıla gidilen bu okulların pekçoğundan mezun olan öğrenciler dünya rekabetinde neredeler? Türkiye'deki üniversite sınavlarında hangi sonuçları alıyorlar? Ortadaki tablo hiç de parlak değil.
Sekiz yıl uygulamasından sonra birer dil kursuna döşüşen yabancı okullardan öğrenciler doğru dürüst dil öğrenmeden mezun oluyorlar. Öğrendikleri yabancı dilin kültür çevresiyle kesinlikle tanışamıyorlar. Zaten böyle bir arz da yok talep de.
Yalap şap dil, yalap şap bir iki ders. Görünüşte kalın, hoş, albenili kitaplar. Birinci dönem karneye bir, ikinci dönem bir buçuktan iki, başarılı bir öğrenim için yeterli oluyor.
Aslında bu okullar, öğrencileri, velileri ve bütün bir çevreyle birlikte bir eğitim kurumundan çok bir kulübü andırıyorlar.
‘Ben bilmem ne okuluna gidiyorum’ demek bir kulübe üyelik gibi bir duygu. İşin sosyal boyutu eğitim kaygısından daha ağır basıyor.
Marka giyme ihtiyacına benziyor.
Türkiye'deki yeni paranın ayrıcalıklı tüketim ihtiyacını, eğitim alanında yabancı ve yerli okulların bir bölümü karşılıyor. Bu okulları kapağı attıktan sonra zaten iş bitiyor. Kimse ne düzeyi sorguluyor ne de standartları sınıyor. Giden memnun, gelen memnun. Bütün mesele ayrıcalıklı kulübe girmek olduğuna göre.
‘Bilmem hangi okulda okuyorum’ havası Türkiye'de prim yapıyor da...Gerçek rekabet ortamı, üçüncü dünyaya özgü bu zavallılığı fena halde öğütüyor. Çünkü modern eğitimde bilgisayar bir amaç değil sadece bir araçtır. Dil öğrenimi ise o dilin bütün bir kültür iklimiyle birlikte yapılmasıdır. Ve de hangi dilde ifade edilirse edilsin bilgi sahibi olmaktır.
Eğitimde ‘derinliği’ iptal edenler kalite üretemezler. Bu açığı ne bilgisayar, ne yalap şap yabancı dil kursu ne de kampüse oturtulmuş binalar kapatır.
Bir zamanların elitlerini yetiştiren okulların bugün yeni paranın tüketim ihtiyacını karşılıyor olmaları bir rastlantı değil. Bu ülkede üretmeden tüketme bir gelişme modeli olduğuna göre. 19. yüzyıldan kalma okulların 21. yüzyıla geçerken kendilerini yenilemek yerine böyle bir yol tutmaları çok doğal. Çünkü Türkiye'deki yeni para göstermelik eğitimden çok memnnun.
Yeter ki kulüpteki sosyal düzen bozulmasın!
Devlet okullarının durumu parlak değil. Özellerin yerlisi ve yabancısı da genellikle bu durumda. Yani zengin ile fakir düşük ortak paydada buluşuyor.
Paylaş