Paylaş
Marmara Üniversitesi öğretim üyesi Prof. İbrahim Kaboğlu dün şu saptamayı yapıyordu:
‘Muhalefet ve iktidar arasında olması gereken normal çatışma Ankara’da erkler içinde ve arasında gerçekleşiyor. Bunlar çok dramatik çatışmalar'.
Türkiye ilk kez yaşıyor böyle bir gelişmeyi.
Bu arada yasama, yürütme ve yargı arasındaki kuvvetler ayırımdan filan da söz etmek mümkün değil artık. Kuvvetler ayırımı değil ciddi bir kuvvetler kargaşası yaşanmakta. Bu kargaşanın yarattığı boşlukta mikrofonu eline geçiren bir medyatik çıkış yapıyor.
Ve de bu kaos ortamında en büyük darbe siyasi sınıfa ve liderliğe iniyor. Elbette bu da bir rastlantı değil. Siyasi sınıfın artık cenaze törenlerine bile gidemediği bir iklim içinde yaşıyoruz.
Bu noktaya durduk yerde gelinmedi.
Askeri darbelerin siyasi sınıfı zaafa uğrattığı bir ülke burası. Bu koşullarda Soğuk Savaş sonrasının yeni denklemlerine açılıyor Türkiye. Soğuk Savaş sonrası toplumların yeni talepleri yeni çözümler ve yeni beceriler gerektiriyor. Ne sağda ne de sol denilen ama ne olduğu pek belli olmayan alanda bu sorunların altından kalkabilecek bir siyasi grup var.
Siyasetçiler değil tavır almak olaylara teşhis bile koyamıyor.
Kimse adını koymak istemese de ekonomik tablo hiç parlak değil. Gelir dağılımı bozukluğunun yarattığı dışlanmışlar kitlesi günden güne büyüyor. Ve bu geniş kitle Meclis'te temsil edilemiyor. Edilme umudunu da yitiriyor.
Kısaca sorun demokraside değil, demokratik taleplerin siyasete yansıyamamasında. Bunun yarattığı sıkışmada.
Yıllarca ülke yönetmeyi iki tane ekonomi reçetesi hazırlayıp IMF'cilerle masaya oturmak sanan kafaların (ki bu zihniyet kendisini sol diye tanımlayan partilere de musallat oldu) iş dünyasının alkışları altında ülkeyi getirdiği nokta bu.
Kim nedir?
Ne olmak istiyor?
Hangi liderin somut projesi var?
Kendisine sosyal demokrat diyenlerin solculuğu nedir?
Hangi lider ya da milletvekili siyasi ağırlığını hissettirtebildi bugüne kadar?
Bütün bunlar açık da Cumhuriyet Başsavcısı'nın çıkıp olaylar arasında hiçbir ciddi neden sonuç ilişkisi kurmadan ‘Bu Meclis’le olmaz' demek hakkı var mı?
Böyle bir çıkış, bulunduğu mevkiinin otoritesini zaafa uğratmaz mı?
Bir Başsavcı'nın görevi öncelikle ‘Hukuk bunu söylüyor’ diye müdahele edip hukuk'un üstünlüğüne sahip çıkmak değil mi?
Ancak o zaman o kurumun otoritesi sağlanmış olmaz mı?
Görülüyor ki Türkiye'de kurumlar sorunlarını kendi içlerinde çözemeyecek kadar zaafa uğramışlar. Yargıtay başsavcısı halkın Cumhuriyet'e sahip çıkmasını istiyor. Halk Cumhuriyet'e nasıl sahip çıkacak? Meclis'e gönderdiği milletvekilleriyle değil mi?
Bunun başka bir yöntemi var mı?
Hiçbir münferit çıkışla kurumlar güçlenmez. Hele adalet asla.
Prof. Kaboğlu anımsattı. Montesquieu, demokrasilerde kuvvetler ayırımı kavramını oluştururken ‘öteki uçta Türkler’in despotik örneği var' diyordu.
21. yüzyıla girerken hiç kimsenin Montesquieu'yü haklı çıkartmaya hakkı olamaz.
Paylaş