Paylaş
Türkiye'deki patalojik siyasi tartışmaların büyük resmi gölgelediğini yazmıştık, pazar günü.
Son günlerdeki ‘tribünlerden atlama tartışmalarını’ okudukça, patalojinin damar tıkanıklığına ve de şiddetli bir demodeliğe doğru ilerlediğini gözlüyoruz topluca. Bu da Türkiye'nin dramı ne yazık ki.
Sorun, ‘tribüncüler’ filan değil. Bugün acilen yapılması gereken, Türkiye'nin geleceğini dizayn edecek temaları topluma mal edebilmek. Türkiye'nin dünyanın ritmine ayak uydurabilmesi için gerekli duyarlılıkları yaratabilmek. Yani topluma, doğru ve düzgün bir gündem sunmak. Bu da çıtayı yükseltmekten geçiyor.
Çıtayı yükseltirken Türkiye-Avrupa ilişkilerinin hâlâ çok önemli bir yer işgal ettiğini düşünüyorum.
Türkiye ile Avrupa arasında karşılıklı olarak yeni bir anlatıma ihtiyaç olduğunu vurgulamıştık.
İlginçtir, Türkiye-Avrupa ilişkilerinin ele alındığı toplantıları izliyorsunuz. Konuşmaların yapıldığı masada koro halinde, ‘Türkiye laik olduğu için Lüksemburg kararlarında dinsel ayırımcılık yapılmamıştır’ deniliyor. Sonra bir akşam yemeğinde aynı konuşmacıların eşleriyle sohbet ediyorsunuz, ‘Tabii ki Avrupalı’nın bilinçaltında müslümana karşı bir tedirginlik var' diyorlar. Ve de Lüksemburg kararlarının Türkiye'ye yönelik bir dinamiğinin de kütlürel olduğunu söylüyorlar.
Sanırım ki bu saptamalar, ‘küstürmek’ yerine bizi daha atak yapmalı. Yani Türkiye-Avrupa ilişkileri, Türkiye'yi anlamayanların kurbanı olmamalı.
Karşılıklı önyargılara dayalı bir anlatım sorunu varsa bugün, bunu aşabilenlerin işadamlarıyla kültür dünyasının insanları olduğunu gözlüyorum.
İş dünyası ile kültür dünyasının aynı duyarlılıkta buluşması belki de küreselleşmenin ilginç bir boyutu?
Bir Fransız havacılık ve uzay şirketinin sorumlusu Christian V. Boisson geçen hafta izlediğim bir toplantıda şu yorumu yapıyordu:
‘Türkiye NATO’ya girdi, NATO'nun en önemli müttefiki oldu. Bugün Avrupa'ya üye olmaya çalışıyor. Reddedilmesine rağmen Avrupa'yla ilişkilerini sürdürüyor. Hem de bunu tek kuruş istemeden, dilencilik yapmadan gerçekleştirmeye çalışıyor.
Türkiye'de yüzlerce küçük ve orta ölçekli işletme var. Bunlar çok dinamikler. Yapıları itibariyle Fransa'dakilere çok benziyorlar. Türkiye, Avrupa'nın bütün olumsuz tavrına rağmen çalışıyor, çabalıyor. Bu çaba sonuç verecek. Türkiye Avrupa'daki yerini alacak, hem de dilenmeden'.
Bu sözler, bir iş adamı tarafından, iştah açıcı Türk piyasasına şirin gözükmek için söylenmiş olabilir. Bunun aksini kanıtlamak benim işim değil, ancak Türkiye-Avrupa ilişkilerinin ekonomik yönü gündeme geldiğinde Türkiye'nin potansiyelini ve de yeni koşullara uyum yeteneğini inkâr eden çıkmıyor.
Bu 80'lerden 90'la miras kalan bir söylem.
90'ların sonuna doğru, dünya ‘kültürel zenginlik ve kültürel avantajlar’ gibi kavramları da artık uluslararası ilişkilerin merkezine yerleştiriyor.
Kültürel zenginlik deyince de Türkiye mızrak gibi ön plana fırlıyor. Önyargılı kafalar miyopluk içinde olsalar da bu işin son derece önemli bir cephesi.
Nathan ve Larousse yayınevinin genel müdürü Bertrand Eveno'nun İstanbul'da katıldığı bir toplantıda belirttiği gibi ‘Lüksemburg bir tiyatroydu. Ve derinlemesine incelenmedi. Oysa Türkiye demek bir kültür kuşağı demektir. Kültür boyutunda bakınca Yunanistan bile Türkiye demektir. Ayasofya Avrupa demektir. Akdeniz, tarih, kültürel köprüler. Avrupa bütün bu gerçeklerin bilincinde mi’?
Avrupa bir anlam kazanacaksa bunda çoğul aidiyetin rolü çok büyük. Avrupa'yı Avrupa yapan kültürel stoka sahip çıkmak çok önemli.
Kültür, Brüksel'in gündeminde mi? Hayır.
Türkiye'nin gündeminde mi? Hayır.
Avrupa'nın bağnazlıktan kurtulup bir huzur alanı olması için ortak kültürlerin mekânı haline gelmesi gerekiyor.
Bunun için belki de Eveno'nun önerdiği gibi bir EURESCO'ya ihtiyaç var.
Paylaş