Paylaş
İnsanca yaşamaya talep mi yok yoksa bu talep organize mi olamıyor?
Birey olmanın asgari şartları mı bilinmiyor yoksa derin bir vurdumduymazlıkla ‘bana dokunmayan bin yaşasın’ mı deniliyor?
Geçen gün bir toplantıda Türkiye'nin neden reform yapamadığı tartışılıyordu.
Bu bir özgüven noksanlığı mı? Yoksa toplumun talepsizliği mi?
Bu çerçevede, dosyama ayırdığım birkaç haberi belli bir mantık içinde yansıtma ihtiyacını duydum.
İmralı'daki süreçte her geçen gün gücünü kanıtlayan bir ülkede uğraşılan işlerin düzeyine bir bakın. Bu boyutsuzluğun bir ülkenin geleceğini nasıl teslim aldığını düşünün.
Ve de sonra şu soruyu kendi kendinize sorun ‘Acaba biz demokratik bir ortamda insanca yaşamak istiyor muyuz?
* * *
Geçtiğimiz Cuma günü Hürriyet’in manşeti, ‘Tele-şok’tu. Polisin izlemeye aldığı ünlü telefonlar ve belgeler yayınlanmıştı.
Bu listenin daha geniş kapsamlı olduğunu tahmin ediyorum. Aklı başında herkesin de kanaati bu yönde.
Benim tahmin ettiğimi bütün siyaset adamları biliyor.
Ama kimsenin sesi çıkmıyor. Çünkü pek çok siyasetçinin rakibinin kirli çamaşırını dengeleyecek bir pisliği var.
Pislik dengesi üzerine monte edilmiş daha üst dengelerin, siyasi denge oluşturduğu bir ortam bu. Büyük suskunluk.
Ve de ‘Ben dinlenmediğime göre bana ne’nin hakim olduğu bir ‘birey’ anlayışı.
Acaba insanca yaşamaya talep mi yok yoksa bunun yolunu yordamını mı bilmiyoruz?
* * *
Olay 19 Mayıs akşamı meydana geldi.
Tiyatro Stüdyosu, ‘Bağla şu işi’ adlı oyunuyla Anadolu turnesi yapıyordu. Kaymakam ve Belediye Başkanı protokoldeki yerlerini, piyesin başlamasından on dakika sonra aldı. Protokoldekiler, eserin bazı sözlerini ‘genel ahlaka aykırı’ bulunca on beşinci dakikada oyunu durdurma emri verdiler. Sonrası biliniyor. Başaramadılar çünkü seyirci direndi vs.
Protokolde yerini alanların ‘işi bağlama’ nedeni sonra açıklandı, onlara göre oyun, ‘Türk tiyatrosu ve mizah anlayışıyla bağdaşmıyordu.’
Ertesi gün sanat dünyasından çeşitli tepkiler geldi. Haldun Dormen yaptığı açıklamada haklı olarak ‘Bunlar zaman kaybıdır’ diyordu.
Burada sorulması gereken doğru soru şu: Peki bu zamanı daha ne kadar zaman kaybedeceğiz? Harcanacak zaman bu kadar bol mu?
Komünizm bahanesiyle yıllarca meşru kılınmaya çalışılan ‘sansürcülüğün’ vardığı nokta bu. Sağda ve solda her türlü sansürcülüğe açık çek.
Çeşitliliğe, çoğulculuğa, fikirlerin görüşlerin birlikte fokurdamasına hoşgörüyle bakabilecek miyiz?
Böyle bir talebimiz var mı? Yoksa var da örgütlenemiyor muyuz?
* * *
Ve ‘sosyal hukuk devleti talebiyle’ ilgili bir örnek.
Gebze Özel Tip Cezaevi'ndeki siyasal hükümlü Leyla Büyükdağ Bütüner ile ilgili haberleri okumuştum. Leyla gözlerini kaybetmek üzere. Nedeni ise gördüğü işkence nedeniyle gözündeki retina yırtılması. Tututevinde sık sık göz kanaması geçiriyor. Önceki gün kardeşiyle görüştüm.
Körlüğün eşiğindeki genç bir kadının meşru talebini bana ulaştırdı. Leyla'nın gözlerini kaybetmesi halinde müdahelenin yapılabileceği Cerrahpaşa'ya anında sevk edilmesi gerekiyor. Geçen yıl kendisini tedavi eden doktor bu uyarıyı yapmış.
Oysa ‘anında’nın anlamı, tutukevi bürokrasisinin dilinde ‘haftalar’ demek. Yani ‘vız gelir’ demek.
Bir tutuklunun en meşru talebine duyarlı olabilecek miyiz? Sosyal hukuk devletinin işlemesi talep etmek bu? Bugün Leyla, yarın bir başkası için.
Şu üç örnekten ve daha binlercesinden hareketle dünyanın neresine konuşlandırıyoruz kendimizi?
Paylaş