Paylaş
Yüzyılın adamı seçilen Albert Einstein 1929 yılında Sorbonne Üniversitesi'nde yaptığı konuşmada şöyle diyordu.
‘‘Geliştirdiğim görelilik teorisi doğrulanırsa Almanya beni sahiplenecektir. Fransa benim bir dünya vatandaşı olduğumu söyleyecektir.
Eğer teorim doğrulanmazsa, Fransızlar Almanlığıma kanaat getirecekler, Almanlar ise Yahudi olduğumu ilan edeceklerdir.’’
Almanya doğumlu Amerikalı fizikçi Einstein, bu konuşmayı yaptığı yılda İsviçre vatandaşıydı. Alman hükümetinin militarizmine dayanamamış, İsviçre'ye göç etmişti.
1929'un sonrası malum.
30'ların Avrupası; savaş, kan, kin, göç, sefalet, bir dizi insanlık ayıbı. Daha sonra bu yıkıntı üzerinde gelişen Avrupa fikri. Ve de Avrupa'da bugüne kadar uzanan bir barış sürecinin hazırlanması. Bu sürecin çok ciddi sınavlardan geçerek günümüze kadar uzanışı.
AB sınırları içinde ‘‘savaş’’ sözcüğünün iptal olması uzun soluklu bir çaba gerektirdi. Daha elli yıl öncesine kadar İngiliz siyasetçi Winston Churchill, ‘‘İnsanlık tarihi aslında savaşların tarihidir’’ diyordu.
İngiliz pragmatizmiyle söylenmiş bu sözü bugün ters çevirip ‘‘2000'lerin Avrupası bir barış coğrafyası ve barış toplumudur’’ demek mümkün mü?
Yani Einstein'ın torunu bugün Sorbonne'da konuşurken kalpler Avrupalılık heyecanıyla çarpıp, soluklar Avrupalılık bilinciyle tutulabilir mi?
2000 yılında bir Fransız'ın, Alman bilim adamının başarısını çok kolay bağrına basması beklenmese de gelişen ‘‘Avrupalılık benliği’’ psikolojik takıntıların aşılmasını sağlıyor. Her şey güllük gülistanlık değil ama ‘‘ortak hafızanın’’ kat ettiği mesafe hiç de azımsanmamalı.
Kamuoylarına rağmen bu noktaya gelmek bir siyasi tasarım, iman ve cesaret meselesiydi. Bu dinamik süreç, dünyadaki gelişmelerin serpintilerini bünyesine katarak anlam kazandı. Ve de tek para projesiyle hızlandı.
Türkiye'nin Helsinki'den sonra bünyesinde yer almaya hazırlandığı yapı özellikle bir ‘‘barış alanı’’. Ve de ‘‘birbirini Avrupalılık ekseninde kabullenme’’ psikolojisi. Bu aşamada AB'nin ‘‘Türkiye'nin Avrupalılığını teyit etmekten’’ öte ‘‘içselleştirmesi’’, Türkiye'nin de kendisini ne kadar Avrupalı hissettiğine karar vermesi gerekiyor.
Fransa Dışişleri Bakanı Hubert Vedrine, kendisiyle Paris'te yaptığım görüşmede (13 Aralık 1999) şöyle diyordu:
‘‘Bütün Avrupa kamuoyu Türkiye'ye karşı olsaydı ve Türkiye çok farklı bir ülke olarak görülseydi, Helsinki'den bu karar çıkamazdı. Avrupa kamuoyunda Türkiye'nin adaylığı noktasında farklı görüşler var. Ama kamuoyunu Türkiye'nin adaylığı konusunda ikna etme imkánına sahibiz.’’
Türkiye-AB ilişkilerinin püf noktası da bu.
Büyükelçi Cem Duna bu noktayı bir ‘‘zihniyet devrimi’’ diye sunuyor. Yani söz konusu olan Duna'nın da belirttiği gibi ‘‘Hem AB'nin, hem de Türkiye'nin gerçekleştirmesi gereken ‘zihniyet devrimi'. Bu noktada hükümetlere büyük görev düşüyor. Avrupa'nın karar odakları Helsinki'de kamuoylarına rağmen akıllı olabileceklerini gösterdiler. Şimdi kamuoylarını ikna etme faaliyetlerine başlamalıdırlar. Hem nefret edip hem de tam üye yapmaya çalışmak sürdürülebilir bir ilişki biçimi değildir.’’
Türkiye açısından da AB adaylığından tam üyeliğe giden yol ancak tutkuyla sahiplenilen bir Avrupa bilinciyle aşılabilir. Çünkü AB’ye üyelik, Türkiye'nin sadece bir dış politika tercihi değil çağdaşlaşma projesinin kaçınılmaz parçası. Avrupa bilincini, ‘‘ben Avrupa'ya ne katarım’’ı düşünerek geliştirmek gerekiyor. Asıl ev ödevi denilen de bu olmalı.
Yani yeteneklerimizin bilincinde olup bunu bütünleşmek istediğimiz yapının özellikleriyle ahenkleştirmek.
Paylaş