Geçen hafta ABD Mars'a ikinci robotunu indirirken, biz Türkiye'de elektrik kesintileriyle boğuşuyorduk.
Ancak her nedense elektrik kesintisi kepazeliğinden çok, sıkışan trafik konu oldu gazetelerin birinci sayfalarına. Asıl rezalet de böylece fazla elektriklendirilmeden geçiştirilmiş oldu.
Elektrik kesintisi ilkelliğiyle ilgili yazılar ise daha çok köşe yazarlarının kaleminden çıktı. Örneğin Ertuğrul Özkök, ''İstanbul'da elektrik çöktü, doğal gaz gitti, devlet ve belediye yok oldu'', tespitini yaptıktan sonra cep telefonculara teşekkür ediyordu; ''Ama cep telefonları tıkır tıkır çalıştı. Yollardaki o kadar insan aynı anda konuştuğu halde şebekeler çökmedi, hatlar meşgul sinyali vermedi.''
Sabah yazarı Emre Aköz ise, ''Her şeyin başı elektrik!'' başlıklı yazısını şu kıssadan hisse ile bitirmişti; ''Dua etmeye başladım. İşe yaradı: 10 dakika sonra elektrikler geldi. Ve her şey çalışmaya başladı: Telefon, bilgisayar, kalorifer, buzdolabı, müzik seti, hidrofor... Oh be... Dünya varmış.''
Elektrik altyapısının çökmesi, buna karşılık cep telefonu şebekesinin çalışmasından ilham alan bir başka yazar ise Mehmet Altan'dı. Ama Altan, bu tespitten yola çıkarak Özkök gibi teşekkür etmekle yetinmiyor, Aköz gibi herşeyin başının yine de elektrik olduğunu teslim etmiyordu. Bunun yerine konuyu olmadık noktalara götürmeye çalışıyordu. Mehmet Altan'a göre ''elektrik uygarlığının yerini, cep telefonları uygarlığı almıştı''.
''İstanbul'da umacı yüzünü gösteren kış, 'elektrik uygarlığını' anında hezimete uğratıvermiş ama 'cep telefonları' egemenliğine dokunamamıştı. Cep telefonları çalışmaya devam etmişti'', diye yazmış Mehmet Altan.
Yazısının devamında ''cep telefonları uygarlığı''na geçmiş olduğumuz savının kanıtları olarak cep telefonu kullanımının ne kadar yaygınlaştığına dair birtakım veriler sıralamış.
Herhangi bir teknolojinin çok yaygın olarak kullanılıyor olması, o teknolojiye dayalı bir uygarlık kurulduğunun yeterli kanıtı olamaz. Herhangi bir teknolojiye dayalı uygarlıktan bahsedebilmek için, o teknolojinin dönemin ya da bölgenin kültürü üzerinde kendi başına güçlü ve dönüştürücü etkilerinin olması gerekir.
Cep telefonu teknolojisi kendi başına bu denli güçlü etkileri olan bir teknoloji değil. Evet oldukça yaygın kullanılan bir teknoloji ve yaşantımıza pek çok kolaylık getiriyor ama birden hayatımızdan çıksa ne dünya başımıza yıkılır, ne de yaşamımızın akışı değişir.
Elektrik ise öyle değil. Cep telefonu elektriksiz çalışamaz örneğin. Çalışması için bataryasına belli aralıklarla elektrik depolanması gerekiyor. Mehmet Altan, elektrik uygarlığı çöktü ama cep telefonu uygarlığı çalışmaya devam etti diyor. Elektrik uygarlığındaki o çöküntü biraz daha uzasaydı, görürdüm ben cep telefonu uygarlığını. Şarjı bittiği için dut yemiş bülbüle dönen ceptelleri geçtim, elektrik kesintisi boyunca yedek bataryalarıyla çalışan baz istasyonları nasıl devam edecekti hizmet vermeye?
Cep telefonları sadece birer araç. Yüz yılı aşkın bir süredir kullandığımız sabit telefonların bir türevi, doğal bir uzantısı. Yüzyıllık geçmişi olan telefon teknolojisindeki gelişme halkalarından en yenisi. Mehmet Altan'ın mantığına göre, 20 yıl kadar önce birden yaygınlaşarak, çevirmeli telefonların yerini alan tuşlu telefonlara bakıp, 1980'lerde tuşlu telefon uygarlığı yaşadık diye mi tarihe not düşeceğiz.
Eğer illa yeni bir uygarlıktan söz etmemiz gerekiyorsa, bu yeni uygarlığın adı İnternet uygarlığı. Ama Türkiye olarak bizim bu uygarlığı yakalamak için yaptığımız hiçbir şey yok. Bir kar serpintisine teslim olan elektrik altyapımız, elektrik uygarlığının çöktüğünü değil, Türkiye'nin henüz elektrik uygarlığına bile geçmediğini gösteriyor.
Sabah'ın AKP motifli kenar süsü olarak kullandığı Ahmet Hakan, İstanbul'daki kara bağlı trafik karmaşasının sorumluluğunu AKP'nin çekindiği aday adaylarından Ali Müfit Gürtüna'ya atmaya çalışmıştı. Rezaletin, ilkelliğin şahı olan elektrik altyapısının çökmesinin sorumluluğunu ise AKP iktidarının sırtına yüklemek aklına gelmemiş anlaşılan. Sorsan, elektrik altyapısını kısacık iktidar dönemimizde nasıl düzeltebilirdik ki derler. Ama ekonomideki düzelme belirtilerinin, aynı kısalıktaki iktidar sürelerinin eseri olduğuna inanmaktan da geri kalmazlar.
Popstarlar ve pop feministler
Geçen hafta ''Popstar da oyun oldu'' başlıklı yazımda tehlikeli bir iş yapmış ve kehanetlerde bulunmuştum. Kehanetlerim şöyleydi: ''Popstar'dan bu hafta Firdevs elenecek, Armağan ağlayacak, Armağan'la Firdevs birbirlerine aşık olacak''... Üçte iki tutturdum sayılır. Armağan, Ercan Saatçi ''Eledim, eledim, Firdevs'i eledim'' diye bir türkü tutturunca, ya olursa diye korkup ağladı gerçekten. Bu davranışı ve ''Firdevs'le aramızda aşk doğduğuna yönelik İnternet dedikoduları yalandır'' diye beklenmedik bir savunmaya geçmesi, bir aşkın doğma olasılığının yüksek olduğunun göstergesiydi kanımca. Firdevs'in eleneceği kehanetim ise çıkmadı. ''Hep kadınlar oy veriyor, onlar da yakışıklıları seçiyor'', dolmuşuna binip, bir önceki hafta Firdevs'e oy yağdıran pop feministlerin, geçen hafta sıkılacaklarını sanmıştım. Pop feminist ideolojilerine göre banal bir eylem olan, popüler bir yarışmada cep telefonuyla oy kullanmaya bir daha tenezzül etmeyeceklerini varsaymıştım. Yanılmışım, cinsiyet ayrımcılığı yapmanın pop feministler için daha yüce bir değer olduğunu hesaba katmamışım.
Aynı yazımda ''Pop Idol'' isimli bir bilgisayar oyununun çıktığını da duyurmuştum. ''Oyun, yarışma programının yurtdışındaki versiyonuyla aynı adı taşıyor: Pop Idol'', demiştim. Popstar, Pop Idol'ın versiyonu değilmiş. Sadece benzeriymiş. Pop Idol'ın Türkiye'deki yayın haklarının sahibi Fremantle Media Ltd. Genel Müdürü Ayşe Durukan'a bilgilendirmesi için teşekkür ederim.
Pop Idol oyunu için: www.codemasters.com/popidol/
PopStar Türkiye için: kanald.com.tr/popstar/
Popstar Türkiye'nin yabancı versiyonu için: www.popstarsrivals.net/
Kim tutar cipçileri
Bir tipi yağdı, İstanbul'un tipi kaydı. En büyük tehlikeyi de kaymayacağını sanan trafik magandaları yarattı. Kaymayacağını sananzadelerin zincir takmayan, hız yapan, emniyet şeridine girengilleri gazete yazarlarına geçen hafta boyunca bolca malzeme oldular. Ben kaymazzadelerin kaymak tabakası cipçilere değinmek istiyorum.
Dar sokaklarıyla meşhur İstanbul'da bu kadar çok arazi aracı sahibi olmasının nedeni belli. Bu konuya girecek değilim. Bu arazi araçlarını şoförle kullananların sonradan görmeliği de beni ilgilendirmiyor. Ama yağan karı görür görmez, şoförlerine izin verip direksiyon başına geçmeleri ve köyden indim şehire traktörlerinin yüksek koltuğuna tüneyip sürüş testine çıkmalarıyla bir, iki lafı hak ediyorlar.
Karlı hafta boyunca, en çok bu sonradan görme cipçilerden çektim. Çoğu altındakini kar kızağı filan zannediyordu herhalde. Neredeyse hepsi zincirsiz yola çıkmıştı. Yol nispeten açık olduğunda, son sürat gelip, önlerindeki arabanın kıçına giriyor, sellektör yapıp duruyorlardı. Yol kapandığında ise, tepeleme karla kaplı emniyet şeritlerine dalıyor, karşı yola giriyor, trafik terörü estiriyorlardı.
Eskiden bunlara sürat sınırı vardı. Sonra Fatih Altaylı'nın tavsiyesine uyup sürat sınırını kaldırdılar. Bu araçların hepsinin kullanım kılavuzunda, aracın zorlu arazi koşulları için özel olarak üretildiği, bu nedenle normal binek araçları gibi kullanılmaması gerektiği yönünde sürücüler uyarılır. Sürat yapıldığı taktirde devrilme riskinin yüksek olduğu belirtilir. Tabii okuma, yazması olanlara...
Tercümede kaybolmak
Sofia Coppala'nın ''Lost in Translation (Tercümede kaybolmak)'' filmini seyredeli çok oldu. Eylül'de San Francisco'da tanıtım filmlerini görmüştüm. Sofia'nın babası, Baba'nın da babası Francis Ford Coppola'nın, San Francisco'nun biraz kuzeyinde, ünlü şarap vadisi Napa'da yer alan üzüm bağları ve şarap şatosunu (www.niebaum-coppola.com), San Francisco'ya döndükten sonra da şehir içindeki tarihi barını ziyaretim biraz uzun sürünce, zaten yoğun olan programımda filmi seyretmeye vakit bulamamıştım. Filmi seyretmek Ekim'de New York'da nasip oldu. Sofia Coppola'nın komedide yakaladığı farklı tarza hayran kaldım, bu yılın En İyi Yönetmeni Oscar'ına favori adayım olarak kaydettim. Ve oturup filmin Türkiye'ye gelmesini beklemeye başladım. Gelmedi de, gelmedi... Neyse ki bu senenin Oscar adayları açıklandı ve Lost in Translation da birkaç dalda birden aday gösterildi. Artık Türkiye'de de gösterime girer diye düşünüyorum. Bir viski reklamında oynamak üzere Japonya'ya giden ünlü bir artisti canlandıran Bill Murray'in Japon yönetmenle, tercüman aracılığıyla anlaşmaya çalıştığı sahneye özellikle dikkat. Eşimle birlikte gülmekten neredeyse koltuktan düşüyorduk. Ama hemen önümüzde oturan Japonların kıllarının bile kıpırdamadığını da eklemem lazım.