Paylaş
Anne olmak zor
Kadın olmak zor
İnsan olmak zor
Herrr şey çoook zor!
Kolay diyen, yemin ederim, en başta kendini kandırır-rıyodur. Ben kendini kandıranları bir kenara koyayım –nasıl olsa onlar bir şekilde devam ediyorlar bu hayata- ama benim kendimi kötü hissedip kendimi beceriksizlikle suçlayıp cezalandırmama neden oluyorlar. O yüzden küsüyorum bugün itibariyle onlara.
Küstüm!
Sanırım artık- ki bu iyi bir şey olarak algılanmalıymış çünkü öyle diyorlar oysa büyümek isteyen kim- iyice büyüyorum.
Büyüme sancılarım da benimle birlikte büyüyor!
Büyümek başarı ya...
Hay böyle başarının da içine edeyim! (bu yazıda küfür serbest, ona göre...)
Nereden başlasam da nasıl toplasam?
Kestiremiyorum.
Kes!
Şu anda etrafta kimse yokmuş gibi davranıp buranın herkese açık bir alan olmadığını düşünmek istiyorum.
İstiyorum çünkü; bütün düşüncelerden, hesaplardan, kelime saymalardan, kısaltmalardan, ennn mükemmel yazıyı yazmak ihtiyacından, doğru olanı yapmak lazımcılığından, klasik köşe yazısı kalıplarından arınarak sayfalarca, “romanca” yazmak istiyorum.
Hani Ertuğrul Özkök’ ün geçtiğimiz Pazar yazısındaki “kötü köpek” vardı ya...
Hah işte!
O kötü köpek benim aslında.
Ve aslında,
O “kötü köpeğin sahibi” de benim ve o yüzden bütün hayatıma, yani bana değen ve değmeyenlere de dair herşeyi ben yazmak, o hayatını yazabilen kötü kadın olmak istiyorum ben her daim, her zaman ve ömrüm boyunca, rahatça.
Oldum bile!
Ben arada kalamıyorum. Bunu bilmek yolun yarısı filan da değilmiş. Hep zannederim ki bişeyi bilmek yolun yarısı.
Yok kardeşim; bildiğin an, hapı yuttuğun anın başı!
Bir şeyi birazcık ya da yarım da yapamıyorum. Tam yapmaya uğraştıkça da herşey yarım oluyor. Ne büyük bir azap daha da büyük azaplara dönüşüyor, aman Allah’ım sıkıysa çık işin içinden.
Çı ka mı yo rummm!
Haftada 3 gün yazmayı öneriyorlar bana beni sevenler. Aklıselimler...
Oysa hep, en sevdiğimden ödün vermemi istemekteler...
Ben haftada 3 yazınca da hasta oluyorum!
Oldum.
Haftada 3 yazınca 5 yazmak, 5 yazınca 7 yazmak, 7 yazınca aslında günde iki yazı yollamak ve aslında hiç durmadan devamlı yazmak istiyorum.
Hayır efendim bu hırs değil -öyle “yanlış” zannedenler için açıklamış olayım da- bu, en sevdiğin şeyi tutku ile yapmak.
Ve tutku nasıl da güzel bir şey!
Keşke her insanın farkında olduğu bir tutkusu olsa... Peşinde koşsa!
Ama insanın tutkusuna bile bir sınır koyması gerek. Sınırlarını bildikçe özgürlüğünün kıymeti olur ya, onun gibi.
Ben çok konuşan bir kadın(d)ım ya, hayır efendim, ben aslında giderek daha az konuşup daha çok yazan bir kadın olmuşum, bunun da yeni yeni farkına varıyorum.
Telefondan tiksiniyorum.
Ben tiksindikçe telefondan, gıcık telefon daha çok çalar oldu!
O çaldıkça ben açmaz oldum.
Açamıyorum...
Fobi gibi. Gibisi fazla, fobi!
Konuşmam kitleniyor.
Kitlendi!
Kırıversem yeridir hani telefonu, kıramıyorum. Olmaz.
Ay Allah aşkına bu yazdıklarımdan kimse de üzerine alınmasın. Şu an en son düşünmek ve dertlenmek istediğim şey de bu! “Hiii kim alınacak bundan şimdi, eyvah!” demek ve kendimi suçlamak... bunları yazarken bile, hala daha, birilerini kırmaktan da çok korkuyorum... elimde değil ki...
Bir kere de ben söyliyim birileri alınmasın yahu!
Benim derdim kimseyi ne gocundurmak, ne kırmak, ne de mimlemek anlaşıldı di mi? (amin...)
Telefonum öyle çok çalıyor ki, size şöyle söyleyeyim eğer konuşsam, bütün gün ve gece ve hatta hiç aralıksız aylarca konuşmam lazım! Her arayan kendini tek arayan sanıyor haklı olarak. Sadece “Alo naber iyiyim sen nasısın ben de iyiyim” desem yine çoook zaman eder; ama korkarım bende zaman kalmamış... Ne yazık!
Bir yandan, bunu yazarken çocuklar gibi tutarsızım, telefonun hiç çalmaması olasılığını da düşünemiyorum.
Yalnızlık da bana göre değil. Dostlarım, arayanlarım hep en sevdiklerim!
Ne güzel değil mi?
En güzeli de, ne çok sevdiğim ve sevenim var. Bu da beni korkutur oldu şu ara. Sorumlu hissediyorum kendimi, hayal kırıklığı yaratmaktan korkuyorum.
Bu bir dönem sanırım.
Umarım.
Fakat beni en çok yıpratan şu bazen; her telefon bana bir olay anlatıyor. Ben sürekli dinliyorum, yorumluyorum, çare arıyorum, karşımdaki ile perişan oluyorum, gülüyorum, ağlıyorum, gece uykularımda sorunları çözmeye çalışıyorum, mahvoluyorum.
Kimse o sırada, çoğunlukla, haklılar da aslında, çünkü ben bunu belki belli etmediğim için ya da kendim farkında olmadan meydan vermediğim için, bana “Eee Yonca, sen nasılsın?” demiyor.
Ha deseler ne anlatacağım dersiniz?
Hiiiç.
Yine aynı şeyleri.
Ya çocuklarımla aklımı bozduğumu ya da temcit pilavı gibi, ne çok yazmak istediğimi, ne yazmak istediğimi aklımda ne biçim fikirler biriktiğini ve de bütün bunların arasında çalışmanın bana ne çok zor ve sıkıcı ve ağır geldiğini...
Sıkıcı di mi?
Onlar da haklı.
E sus be Yonca.
Sustum!
Çünkü belki ben farkında değilim (belki de olmak işime gelmiyor) yazmak işi bir takıntı haline geldi! (azıcık... kıyamıyorum da...)
Şizofrenik bir durummuş bu yazmak fiili,
Yazıyı düşünmek hali ve isteği,
Tutkudan da öte.
Bir bağımlılık.
Ciddi bir hastalık.
Attığın her adımı, söylenen her sözü, edilen her hareketi yazıya dönüştürecek şekilde çalışmaya başlıyor beyin.
Size anlatamam nasıl bir zevk ve ne büyük bir ızdırap!
Neşeden uçarken, damarların acıyor basınçtan sanki.
Yazar kişi, o sırada, yani ben, Yonca, artık dürüst olmayan, çıkarcı, aklı başka şeye kaymış, karşısındaki insanı dinler gibi yapıp dinlemeyen, sonuna kadar o sözden bir hikaye üreten, o anda bunu içinden yazan, edite eden, sürükleyen bir kullanıcı!
Bir hırsızım sanırım.
Hikaye hırsızı!
Kötü insan yani.
Bu durumda yazardan nasıl dost olur ki?
Her olayı, her şahsi meselenin bir hikaye olma olasılığını, kurgusunu hayal eden bir insan, tüm bunları hikayesinin malzemesi gibi görüyorsa, o kişi nasıl dost, arkadaş veya anne olur söyleyin bana?
Yok cevabı yok!
Var da... yok.
Bu da beni kendimi sorgulamaya sürüklüyor.
Akşam bir yere gideceğiz diyelim, benim aklımda yazım yaklaşık kaç kelimeyse artık o, aklımda beyin gözümde üzerinden geçiyorum, gittiğimiz yerde saatleri dakikaları sayıyorum, eve gidince neresini nasıl keseceğimi düşünüyorum, konuşulanlara da cevap veriyorum, ama acele ediyorum, sıkılıyorum ya da birden bir kelime ediyor birisi haydaaa, o yazımdan vazgeçip o kelime üzerine yeni yazı yazıyorum.
Çünkü zamanım dar, dar, dar!
Yemin billah dar!
Bu arada ayıptır söylemesi stokta bir dolu yazım var. Hani çok sıkışınca yolla stoktan di mi?
Hayııır!
İlla onun üzerinden de bin kere geçiyorum. Sanki stok olduğunu gören var da ayıplar beni gibi hissediyorum. (Git işine be Yonca, saçmalar oldun iyice...)
Ne çok kıvranıyorum şu anda!
Siz daha beni tam tanımıyorsunuz ki aslında.
Bi de bu var... tanımıyorsunuz tabi...
İşim motoryağı satma işi ile ilgili.
Ne alaka değil mi?
Yaaa öyle işte.
Ahh bir bilsem ne alaka...
Maaşımı o işten alıyorum yani. Önemli benim için, ailem için...
Çalışmam lazım.
Ve çook çalışmam lazım, eşim de ben de...
Neyse.
Sabah erkenden işe git. Deli gibi hiiiç susmayan iş ve özel telefonlara(!), maillere, satış raporlarına, net toplantılarına, telekonferanslara gir çık gir çık... Hesap ver... Bu arada çocukların binbir çeşit programını, hayatını ihmal etme, didin uğraş, arada aklına gelen her konuyu not al, tüüüm gazeteleri, bütün yazarları oku, (dünyanın en hızlı kitap ve yazı okuyan kadını olduğumu hiç tereddüt etmeden iddia ederim, eşim de şahittir buna!) kitap okumak iste zaman yok, çık işten koş eve, arkadaşlarını da asla ihmal etme, git süpermarkete, gel eve, çocuklarla ol, ödev yaptır, banyo yaptır her gece (Ya sabır! Ne olur kirli kirli yatılsa haftada iki gece...), yatır, seç kitap, oku kitap, uyut, ağlasın yanına git, eşinle iki laf etmek iste, rahat rahat bi türlü edeme, o çalışsın bir koltukta sen başla öbür koltukta yazmaya... dizi seyretmek iste,seyretme bi o eksik, uykusuz kalmak büyük tehlike... yazıyı yaz, gelen her okur mailine cevap yaz, mutlaka yaz, okurlarım da ailem, cevap veremediğimde karnıma ağrılar giriyor, onların benim için ne kadar değerli olduklarını anlatamazsam, bundan haberleri olmazsa onlara haksızlık olur, beni ben yapan okurlar ki zaten, yapamam, cevap ver Yonca... yazına geri dön dağılma, yaz bitir be kızım, binlerce kez tekrar tekrar okumak iste, hatasız olsun diye tırnak ye, güzelim tırnaklara yapma bunu kırmızı oje sür ki yeme, hem güzel duruyor, kadın kadın, ben gibi, sıcak filan, alev ateş, seviyorum onları kırmızılı cicili bicili, çay üzerine çay iç, bu yazıya şarkı da gider de, şarkı ekle, olmadı Radyo Ben için seslendirsene, kahve iç, leblebi varsa kemir, yoksa çikolata ye, kilo almaktan kork, almamak için spor yap, hergün mutlaka çocuklarından ayrı kalmadan ve vakit kaybı olmadan spor olabilsin hayatında diye salonun ortasına koyduğun koşu bandında koş, neyse bugün halin yok madem 35 dakka yürü bari, yazı bitti ama içine sinmedi, yeniden oku, acaba yollamasan mı, olur mu hiç okur bekler, hem ayıp... disiplinsizlik olur, saygısızlık olur... bas şu “yolla yonca” tuşuna... bas hadi Yoncaaa, yolla dedim bak... tam yolladın, hiii saat kaç acaba, aman tanrım olmuş yine sabahın 3’ü bu arada... Koş yavaşça yatağına, eşinin yanına, kıyamam hiç, uyandırmadan gir yatağa, sarıl sıcacık ona, misler gibi kokuyor hala, nasıl da sabırla destek bana, yaz Yonca diyor, asla kıskanmıyor yazılarımı, kınamıyor beni, aksine teşvik ediyor, fikir veriyor, kıran kırana benimle beraber beni eleştiriyor, geliştirmem için kendimi elinden ne gelirse yapıyor, acilen uyuman lazım, artık çok düşünme, sustur beyni, yazı mazı hayal etme, dal şu uykuya hele, sabah kalkacaksın 6’ da, kalkmalısın çocuklarınla kahvaltı yapmalısın, giyinmelisin, hem de şık ama sinir oluyorum ceket ve pantalona kot giyebilsem keşke ya da ne bileyim rahat şeyler işte, rengarenk şeyler, işe gitmelisin erkenden ki erken gel, dön eve çocuklarına...eşine, yazılarına... kendine... hayatına... havaya... suya...
Sizce kaç saat uyudu Yonca?
Haftada kaç kere uyumuştur adam akıllı bu beyin...
Yahu 2 yıl olacak ben bu haldeyim her gün sahi yeni vardım farkına!
Bu tempo daha ne kadar böyle gider ki?
Giderse bu bünye ne kadar dayanır?
Zatürreyi 5 kere olduğuma şükür. Bence her gün zatürre olmam gerekirdi.
İki günün bir başı hasta olmam çok normal yani. Panik olacak bir durum yok.
E ne oldu, son iki haftadır tansiyon ya 7 ya 5! Küçük 3 oldu hatta bir ara...
E olur. Olan bu yani. Korkmayın. Tansiyonumun dengesi şaştı.
Yorgunluktan beden saatim şaştı. Şaşı olduk... Ben ve beden...
Pes Yonca pes!
Bunu bilerek kendini bu hale getirebilir mi “sorumluluk sahibi bir anne” hiç?
Bu mu iyi annelik?
Aslaaa!
Azıcık anne, azıcık kadın, azıcık iş kadını, azıcık yazar bozması olamadım.
Oldum da böyle oldu işte.
İşte bu yüzden bazen kötü bir okurun (çünkü iyi okur da var kötü okur da var! İyi yazar kötü yazar gibi ayyynen!) abbuk subbuk bir eleştirisi, yok efendim düşüncemi ters bulması, vay efendim niye bunu yazmışım da şunu yazmamışım demesi hele, nasıl çıldırtıyor beni!
Yahu fikrim de düşüncem de benim. (Hiii seni gidi terbiyesiz Yonca seni, Okura hiç böyle denir mi? E Okur bana diyor ama... diyeceksin Okuru takma, ayol Okursuz yazar mı var, nasıl takmam...Okurun olmayınca sen de yazar olmuyorsun malum! Ayrıca size içerden bilgi, herkesin aklı Okurunda, çok önemlisiniz çok!)
Fikir senin değil en azından Okurcum, beğenmediğin zaman üzülmene gerek yok yani. Beğenmemen de doğal velhasıl diyesim geliyor... Dedim işte. (Ayıp ama gerçek!)
Hele hele de kalkıp biri bana: “Ulan kaç para verdiler lan sana bunu yazmak için?” demiyor mu...
Allah biliyor ya, işte o an iyi ki sanal alemden fışkıran gerçek oklar yok!
Yoksa “O” kişi beyninden vurulmuşa dönerdi bakışlarım karşısında.
“Ulan” esas sana ne!
Saaa naaa ne?
Sana: “Sen zevk için akşamları Erman Toroğlu seyrediyorsun da sana para veren mi var? Kaç para alıyorsun o işkenceden zevk alabilmek için ha?” diyen oldu mu hiç?
Aynı hesap... (zor benzetme...boşver)
Ama Büyük BİR TEK farkla!
Bekir Coşkun çok güzel söylemiş Vatan röportajında.
“Millet bugün Hürriyet Gazetesi’ nde yazmak için üzerine para vermeye hazır!”. (doğru!)
Öylesine büyük bir onur ve aşk burada olmak bir yazar adına.
Burası TEK ve BİR ve BÜYÜK ve çoook ÖZEL.
Ve...
Hele de bugünlerde birilerine en ağır geleni de şu kısmı sanırım;
Burası ÖZGÜR! (Para kısmı sanırım yarası olanı gocundurup bağlar.)
Ve... Korkusuz.
Hem bu arada yeri gelmişken;
Korkulardan, korkulmasından, korku edebiyatından da öyle sıkıldım ki.
Herkes korkuyor.
Ben korkmuyorum.
Niye korkacak mışım?
Korkulacak birşey yapanlar korksun!
İnandıklarından korksunlar hem de.
Kötü niyetli, kötü kalpli insanlar bunları asla anlamaz mesela.
Daldım yine başka konulara...
Olsun!
Yazmak çok büyük bir denizmiş evet. (Bunu okuyunca kendince zevk alacak birini tanıyorum mesela... yanlış)
İnsan yüzmeden bilemiyor, evet.
Yüzdükçe o denizin içinde çok şeyle tanışıyorsun, onlarla yatıp onlarla kalkıyorsun, üzülüyorsun...
Memleket yazsan, memleketin durumu vahimse, sen de vahim hale düşüyorsun.
Tacize uğramış bir çocuk hikayesi görünce, yazıp kendini tacize uğramış kadar hırpalanmış hissediyorsun.
Yazının kahramanını yazarken, kahraman sen oluyorsun.
Kahraman vurulunca,
Sen ölüyorsun.
Benim bu denizde boğulmadan acilen kıyıya çıkmam lazım.
Kıyıda çocuklarım var.
Hayattaki tek umudum, hayallerim, gerçeklerim, hatalarım ve deneyimlerim, derslerim onlar benim.
Kızım ve oğlum!
Hayattaki gerçek eserlerim.
Anladım ki gerçek hayalini gerçekleştiremeyecek hale gelirsen, burada yazdığın, olduğun “Hayalperest Yonca” sadece bir kandırmaca olur, ki bu da sizi kandırmaktan öte aslında kendimi kandırmak olur.
Olmaz mı?
Olur!
Yaptığım her ne ise, kendimi yüzde yüz adayıp hep önce kendi can sağlığıma kıyıyorum.
Oysa ben tek başıma değilim.
Benim bir ailem var.
İki çocuğu olan bir anneyim, ve eşim, ve iş kadınıyım, ve kadınım, ve bilmem bir sürü başka birşeyim, ablayım, kardeşim, evladım, çocuğum, akrabayım, arkadaşım... (sıralama gelişigüzel, kafa yormadım çok, yorgunum ya...)
Önceliklerim, sorumluluklarım var. Hem de o biçim!
Bu yazmak işi benim için inanılmaz bir gönül işi.
Bazen okurların bazılarının yazdıklarını okurken, sanal bile olsa, deşarj olmak adına yazılmış bile olsa yine de, nasıl bu kadar kötü olabildiklerine inanamıyorum. (Havlayan köpek ısırmaz gerçi ama...)
Ya da nasıl da bu kadar uydurma hikayeleri kendileri yazıp kendileri inandıklarına... Tanıdığım insan hakkında yalan atıyorlar mesela, gel kafayı yeme...
Yeme!
Benim gördüğüm gerçeklerse anlatayım da bilin şöyle:
Ben Hürriyet Ailesinin,
En özgür, en en en sınırsız yazı yazma özgürlüğü olan tek yazarıyım biliyor musunuz?
Ben biliyorum.
Çünkü yaşıyorum.
Geceleri yazımı yolladığımda bazen düşünürüm, yahu hiç mi endişe duymazlar bu kız ne yazdı diye. Ya öyle birşey yazsa ve çoook yanlış olsa, internette fitilli dinamit gibi patlasa... kıyamet kopsa, bütün bunun maliyeti güzelim gazeteye çıkar... Aman tanrım ne büyük bir sorumluluk benimkisi... Kendimle başbaşayım. (Bir insanı otodisipline sokmak için, bırakıverceksin azıcık fazla rahat, bak nasıl kendini adam ediyormuş...)
Beni mutlu eden yere geldim.
Öyle bir güven ortamı var ki burada, gerek hiç gerek duyulmadı sanırım endişelere...
Ne Fatih Çekirge ne de bir başkası, yazdığım yazıya bir kere olmaz demedi.
Harf değişmedi yazılarımda.
İmla hatası mı var benimdir, maddi hata mı var benimdir, düşünülemez miydi öyle bir fikir, benim düşüncemdir saygı gösterilir, yazılamaz mıydı öyle, benim yazımdır yazılır, gazetecilikte öyle yapılmaz mıydı, bu da benim tarzımdır ki zaten ben gazeteci değilim ki... Yoncaca yazılmıştır. Hatası da günahı da sevabı da benimdir.
Gazeteci değilim bu arada.
Bana ha bire araştırmacı gazeteci muamalesi yapmayın o yüzden nolur. Beklemeyin de olmamı ben hayalciyim. Öyle kalayım tamam mı?
Anlaştık!
İngiliz Dili ve Edebiyatı okudum.
Okurken daha çalışmaya başlamak zorundaydım, o gün bugündür hep çalıştım.
Ohooo hem de ne çok iş yaptım, ne çok alakasız yerlerde çalıştım. Ne çok şey öğrendim.
Aferin bana!
Ama yazmak benim tutkunu olduğum, kendimi bildim bileli yaptığım ve bir gün olanaklar el verirse de, sadece yapmak istediğim şey. Hayatımı yazarak kazanabilmek, başka hiçbir şeyle mesai edinmemek! Amin.
Ama beden bir süredir, haklı olarak çünkü ben onu dinlemedim, dinlendirmedim, kısa devre yaptı.
Yonca dinlenmek zorunda... (mı acaba?)
Eyyy Okurcum,
Kusura bakmayın, ne olur yalvarıyorum bakmayın.
O kadar mailler attınız, hem de ne çok ve ne de güzel... cevap veremedim.
Ve re me dim!
Hep gözlerim dolarak okudum yazdıklarınızı, endişenizi, sevgi dolu satırlarınızı... Ailemsiniz resmen! Napıcam ben şimdi sizinle?
Nasıl yüzünüzü kara çıkartmadan bu işlerin altından kalkıcam?
Bana kendimi inanılmaz iyi hissettirdiniz!
Ne desem az.
Çok AZ!
Allah sizi başımdan eksik etmesin AMİN! (yürekten...)
Ama kendimi terbiye etmeye çalışıyorum. Anlayın beni ne olur.
Lütfen!
Gelen yüzlerce mail, okuması, cevap vermesi... o da beni yordu azıcık sanırım. Ara verdim, vermek zorundayım. Bir şeyleri kısmazsam, hiç yazacak halim kalmayacak korkusu çöktü içime. Bu tansiyon yükselecek. Yonca kendine gelecek.
Bir uçan bir kaçansa eğer, bu tansiyon asla elimden kurtulamaz-mayacak!
Ondan...
Durum budur. Çok beklettim sizi... Özür dilerim. Çatladınız biliyorum.
Evet çoğumuz bu haldeyiz aslında.
Hele de biz kadın ve anne yazarlar.
Tarih yazmış kaderimizi,
Zorluklarımızı,
O kadın yazarların hayatlarını okumak ayrı,
Yaşamak apayrı ahali!
Velhasıl...
İşte Suç(um) işte Ceza(m)...
Söyleyin yahu,
Sıkıştım dar zamanlara...
Ne yapsın bu Yonca?
Yonca
“içtendışa”
Amanın aman çığlıklı dip not: Bu yazı 2651 kelime olmuş... 13 sayfa diyo sol aşağıda! (ne anlamlı... yaş günümün günü.. tesadüflere hastayım) Ama yuh bana! Bu yazım, “Manifestomsal” bişey oldu galiba... Neyse iyi geldi yazmak bana. Okuyabildinizse sonuna kadar sağolun... ne diyim. Size de pes açıkçası! J Bu durumda alt başlığınız şu olurdu: Okur “Azimli” J Öptüm herkesi...
Paylaş