Son

Aylardan Temmuz.

Fatoş Ankara’ da,  büyük teyzemin evinde. 

Akşama doğru telefonda benden bir kaç eşyasını istedi.  

“Yarın Annane.” dedim.  

“Yaprak, acelem var, yarına kalma.” dedi.  

O kadar. 

*** 

Salondaki yatay, uzun, kahverengi ahşap büfenin üzerinde duran, kırmızı çevirmeli telefonumuz çalıyor. 

Annem açtı telefonu.  

Arayan teyzem. 

Annemin sesi sanki kırık dökük çıktı gibi geldi bana. Kulağımı kabarttım, birşey duyamadım. Annem telefonu kapatıp odama doğru gelmeye başladı, kapımı çalıp benden cevap beklemeden içeri başını uzattı.  

Sadece bakıştık annemle. 

Ne annem bir şey söyledi, ne de ben. 

Kalkıp giyindim.  

Topladım Fatoşumun eşyalarını, Fatoş’ un Fatoş kokan eşyalarını, zeytinyağlı sabun kokan eşyalarını,  

Yanına gittim. 

*** 

Fatoş salonda yatakta yatıyor, balkona bakan tarafta. 

Ateşi var. Yanıyor.  

Alev alev... 

Kül rengi gözleri ateşe meydan okuyor, hala daha sanki gözleriyle benimle konuşmaya çalışıyor.  Yanıldığımı hiç sanmıyorum, kesin konuşuyor. 

Garip gelecek ama... sanki bana teşekkür ediyor. 

*** 

“Amma oyuncu kadın oldun Fatoş ama! Herkesi başına toplamaya da bayılırsın zaten, hadi kalk. Bak yazlığa gitmemize üç gün kaldı.” dedim. 

Gözlerimiz buluştu, anlaşır gibi olduk; ama ben o alev ateş yanan kül renkli gözlerin dediklerini anlamamazlıktan geldim. 

Anlamak istemedim. 

Hazır değildim.  

*** 

O yataktan nefret ettim. 

Fatoş’ un yattığı yataktan.  

Hani suçluluarın hapishane kapısında, kapalı kapılar ardına gitmeden eşyalarını bıraktığı masalar vardır ya, filmlerde görürüm... onlara benzettim galiba.  

Yatağı attık sonra...  

Fatoş üzerine sadece eşyalarını bırakıp gittikten sonra.  

*** 

Teyzemler, amcamlar, eniştemler, dayımlar, bütün torunlar ve onların çocukları, herkes geliyor Fatoş’ un yanına.  

Anlamıyorum ki, Fatoş alt tarafı hasta. Daha önce de hastalandı. Dikkat çekmeyi de çok sever. 

Çocuk gibidir Fatoş, hele de son zamanlarda iyice çocuklaşmıştı demiştim ya... Ne gerek var bu kadar tantanaya! 

“Fatoş,” dedim eyilip kulağına, “Abarttın ama! Boz şu sessizliği, hadi ayaklan. Bak yazlığa gideceğiz diyorum sana!”.  

Fatoş yine bir bakış attı bana.  

Konuyu kapadı o bakışla ve; “Seni çok seviyorum Yaprak.” dedi gibi geldi bana.  

Birden ayağa kalktım, kaçmak istedim. 

Kaçmak yerine sağ elimin avuç içini Fatoş’ un alnına koydum. Ateş gibi yanan alnı, avuçlarımı yaktı.  

Fatoşumuzu bizden, hayatlarımızdan koparmak için ecel acele ediyordu, o zaman anladım.  

Ama Fatoş, ecele inat, bakışlarıyla konuşuyor.  

Susmuyor. 

İnadına yaşıyor. 

“Yaprak bak bakalım dayın kahve ister mi? Kalk kızım, oturma. Kız kısmı boş oturmaz öyle!” 

Kül rengi gözler alev alev yanıyor yanmasına ama, hala komutlar verip çekip çeviriyor bizi o arada.  

“Fatoş nefret ediyorum bak yapma şunu bana. Beni böyle sessiz sedasız sevmenden, beni bu kadar büyütüp şimdi de terketmeye kalkışmandan da nefret ediyorum! O yüzden, sen kim ne istermiş ne içermiş düşünmeyi bırak, kendini toplamaya bak.”.  

Kül rengi gözleri dikleşti: 

“Ben de seni çok seviyorum Yaprak. Üzülme kızım.” dedi gibi geldi bana. 

*** 

Tir tir titriyor.  

Yılmadan bana bakıyor, tam göz bebeklerimin içine.  

Ben de ona bakıyorum, usanmadan. Ses çıkarmadan. Sıkılmadan. 

Hiç kalkmadım Fatoşumun başucundan.  

Doktor geldi, son bir muayene etti, hiçbir şey demedi.  

Diyemedi. 

O da yıllardır tanır Annanemi. “Muhteşem kadın” dediği Annanemi... 

E artık normalmiş aslında bu hali... yavaş yavaş bizi terk ediyormuş, vücutsal fonksiyonları zar zor dayanıyormuş... gibi birşeyler geveledi. O da ne dediğinin farkında değildi. Bizi teselli etse edemezdi, sessiz kalsa daha beterdi. 

*** 

Midem bulanıyor.  

Çok bulanıyor.  

Midem öyle ağırlaştı ki, sanki vücudum midemi taşıyamıyor.  

Fatoşumun hiç kırpmadan açık tuttuğu o kül rengi güzel gözlerinde, sanki yazlıktaki o eflatun ışık var. 

İçinde upuzun bir tarih yatan o ışık. 

Ben de kendimce, sessizce Fatoş’ la konuşuyorum, inatla: 

“Fatoş, bak eğer pes edersen, seninle bir daha asla konuşmayacağım. Hadi yazlığa gideceğiz daha. Geçen yaz gibi, sen bana inat edeceksin, ben de sana. Hadi ama..”  

Dayımla annemi gördüm gözümün ucuyla.  

Çığlıkları gözlerinde birikmiş onların da. 

Başımı yavaşça çevirdim Fatoşuma... 

Onu iki kere hapşururken gördüm.  

Sonra bir kere daha.  

Eniştem koşup geldi yanımıza, duvara sımsıkı sarılmış yeşil sarmaşıktan bir yeşil yaprak koparıp Fatoş’ un kalbinin üzerine koydu.  

“Onca yıl hasret kaldığı kardeşini temsilen bu yaprak burada dursun...” dedi. 

Ruhu rahat edermiş, huzura kavuşurmuş o yaprakla...  

Ben artık kimsenin ne dediğini anlayamaz oldum o anda. 

Yaprağa bakıyorum.  

Fatoş’ un giderek yavaşlayan nefesiyle beraber o da yavaşça inip kalkıyor kalbinin üzerinde. 

Bağırasım var, bağıramıyorum. Alsınlar şu yaprağı üzerinden, çok ağırmış gibi geldi bana, rahat nefes alamıyor Fatoş o yaprağın altında... 

Yaprak çok ağır dedim kaldırsanıza!  

Ben, ben de ağırlaştım galiba. 

Kaldıramayacağım bu yükü omuzlarımda.  

Gözlerimi sımsıkı kapadım. 

Sıktım kendimi ve bütün içimde birikenleri...bıraktım oraya. Sular seller gibi aktılar gözlerimden aşağıya.  

Gözlerimi açtım.  

Yaprak hala Fatoşumun kalbinin üzerinde.  

Fatoş öksürdü.  

Bir kere daha öksürdü.  

Sonra... 

Fatoşumu gördüm, yazlığımızda... 

Yine o eflatun ışık var odasında,  

Duvarında, 

Camında,  

Gözlerinde...  

Gözleri artık kapalı.  

Fatma Kolburan öldü.  

Daha doğrusu, 

Fatoşum son kez güldü.

Tarayıcınız bu resmin gösterilmesini desteklemiyor olabilir.

HİKAYEYİ DİNLEMEK İÇİN TIKLAYIN
Son

Radyo Ben yayını şimdilik sona erdi. Bir sonraki yayında buluşmak üzere... 

Yonca

“Radyocu”

Yazarın Tüm Yazıları