Paylaş
***
Hava soğuk. Üşüyorum.
Uçakların inip kalktığı yerdeyim. Ben de uçuyorum. Babamla aynı seviyede, bulutların üstünde. Babam sanki yarım ağız bir gülümseme gönderdi, uçak bile sarsılıp hıçkırıklara boğuldu sayesinde. "Baba, ben hani sana çok kızmıştım, kötü şeyler demiştim. Aslında öyle değildi..." dedim. Bir sessizlik oldu havada, sonra: "Tamam mı Babacım?" diyebildim geç de olsa, kendi içimde. Gözlerimi kapadım, geçmişe gittim, taaa eskilere. Ben trendeydim, babam dışarıda. Tren uzaklaşmaya başlıyordu ki, babamın o içi derin mavi, çevresi kırmızı olmuş gözleri doldu: "Hadi kızım sağlığını koru!" dedi bana el sallayarak şefkatle. Benim de gözlerim doldu. Sessizlik oldu havada yine.
Bugüne geldim sarsılarak, birden bire.
***
Hayatım hep gelip gitmelerle dolu. Yollar hep çok uzak ve hiçbir zaman beni ona götürmüyor, onu da bana getirmiyor. Ben hep yokum. Varken de nedense orada değil gibiyim. Hep mesafe var aramızda. Bir türlü kapanmaz o ara. Kapanmadı zaten, kaldı aramızda. Ben küçükken hayvanat bahçesinde fotoğraflarımı çekip filleri, timsahları gösterirdi bana. Ben de sorardım: "Timsahlar beni parçalar mı baba?", "Ben seni hiç timsahların yanına bırakır mıyım Yonca!" Yok!
Hayatta bırakmaz babam beni timsahların yanına. Bırakmazdı asla.
Peki ya şimdi neden timsahlarla yalnız bu Yonca?
***
Arkadaşlarıma hatıra defterimi verdim, yazdırıyorum, babama da verdim. Yazdı, altına imza attı: "BKB". "Bu ne demek baba?" dedim. Kahkahalarla: "Baba Kıçı Boku” dedi o afacan okyanus mavisi bakan gözlerle bana. Dehşete kapıldım, her şeye kıl yaşımdayım ya, çok kılım babama da. Ama babam hep aynı şeyi tekrarladı, ısrarla: "Biz annenle birbirimizi çok sevdik siz dünyaya geldiniz. Benim bir kızım, bir de oğlum var bu hayatta, sizden başka da hiçbir şeyim yok evladım. Sen babanı sevmezsin kızım ama, ben seni çok severim Yonca. Gel bir sarılayım sana!". Bana o zamanlar bunlar hep kelalaka geldi, içimden “Sevmez miyim be baba!” diye çok dedim ama; yüksek sesle çıkıvermedi o kelimeler ağzımdan bir türlü, kaldı bağrımda. Babamsa hep sarıldı bana. Ben sarılmasam da sarıldı bana, sıkı sıkıya.
***
Ah o ara! O arayı bir kapatabilse o benliğim, bir gidebilse yanına, bir sarılıp rahatça “Babam!” diyebilse, kıkırdak bir "Baba Kıçı Boku" olabilse, bir yense o isyankar yüreğini, söyleyebilse yüzüne aslında benim için ne çok şey ifade ettiğini... Ama bunların yerine bambaşka şeyler söyledi o bana uzak benin ağzı olmayan dili. Sen beni benden habersiz anlattın, sevdin. Ben de seni senden habersiz anlattım, sevdim. Bu nasıl işti, ne ben anladım ne de sen, ve hayatımız Babacım, böyle geçti gitti.
***
Çarşamba gecesiydi. İstanbul' dan aradım sesini duymak için. Nasıl da kızgın bana. Belçikalı misafirimiz Hans geldi Ankara' dan İstanbul' a. Öğrenci evimizde bizimle kalıyor ya, başladı babam dırdırlanmaya: “Bunlar bana ters şeyler kızım!”, “Sana da her şey ters Baba!”, “Gelsen de seninle bir konuşsak Yonca...”, “Ay yine ne konuşcaz Baba?”, “Yoncacım yapma!”... Ama yaptı Yonca, kapattı o telefonu. Hem de ne kapatmakmış ama! Haftalardır görmediği, yıllardır özlediği adamı bir kapatışta tam kapamış o telefonla. Meğer ta uzaklara uğurlarmış babasını, ne bilsin o sırada. O, son telefonmuş aslında. Onca yıldır kahkahasıyla, hayatla geçtiği dalgasıyla, aklıyla, fikriyle, muzırlığıyla öylesine varmış ki babası Yonca' nın hayatında, birden bire o kadar da yok oluvermiş anında. Ne karışan var, ne de görüşen o günden sonra. Kız kızabilirsen şimdi, duvarlara! “Hele bir gitse de, nefes alsam” derken, “Al sana gidiverdi işte! Çok istedin ya! Yap ne yapacaksan, rahatsın” gibi olmuş birden. Rahat batar şimdi de. Hayattır sana rahatı batıran, sen o gidişi düşünmedikçe...
***
Meğer “rahatsızlığım” dediğim, huzurum ve güvencem-imiş. Rahatım, timsahlarla çevrili bir ada-imiş. Timsahlar, o varken bana korkup sataşamaz-imiş. O yanımdayken, hayatımda görünmez sihirli kalkanlar var-imiş. Babam ortaya “Kızım beni sevmez ama, kazaklarımı giyer. Kazaklarımı benden çok sever.” derken, kendince havayı yumuşatıp bana kucak açar-imiş... Meğer her şey miş miş miş! Varken elimde imkan ne kalkıp sarıldım, ne de “Babacım, ben de seni çok seviyorum” demedim. Ben, bu ben var ya bu ben, itiraf ediyorum ben babamın kalbini çok kırdımdı ben! Babam 52 yaşındaydı, onu kırdığımda ben.
***
Ben, bunları düşünürken, birden uçak yine sarsıldı, beni geçmişten şimdiye yanına aldı. İndim o uçaktan. Gittim yanına. Artık çok geç olsa da...
***
Hava çok soğuktu.
Kirpiklerim dondu. Kaşlarım dondu. Suratımın her noktası babamın yanaklarında kaldı. O soğuk odada, babamın yanında, yanımda onu hiç tanımayan ölüm kadar beyaz bir kadın ve bir adam; dolabı açıp babamı soğuk sessizlikten, sessiz sıcağa çıkardılar yavaşça. Benim yanıma...
Çenesini bağlamışlar. Kimse bağlayamazdı babamın çenesini! Hep konuşur babam, susmaz asla. Kimse yatıramazdı babamı, yatmış oysa...
O hiç uyumayan, uyutulamayan, susmayan, susturulamayan; hayalperestim, uzaylım, Hacıyatmazım, Keltoşum, Babam; gözleri kapalı, genç, kuvvetli, çocukcacık, mutlu ama yalnız orada... Benim Babam hem sustu, hem de uyudu.
1994, 10 Aralık' ta.
Yonca
“anısına”
Hayat mucizelerle dolu
Babamı kaybedeli ve “öldü” diyemiyeli tam 15 yıl oldu, dün. Bu yazım, 14 yıl önce minik bir ödül almıştı. Ödülüm, babamın en sevdiğim karikatürü ile birlikte, evimde çıkan yangında kül oldu. O günden bugüne, yazımı dokunarak okumak ilk defa mümkün oldu Kelebek sayesinde. Benim için bu bir mucize! Hatta bana babamdan gelen binlerce işaretten yeni biri de bu belki de. Teşekkür ederim Kelebek aileme.
Ve karar verdim, bu son.
Aralık, güzel haberlerler getirecek bana bundan böyle...
Yonca
“buğulu”
Paylaş