Sevişmek ve savaşmak

Dünyayı çok iyi anlıyorum.

Haberin Devamı

Doğayı da.
Duyguları da.
Bedeni de çok iyi anlıyorum.
Hatta beden resmen bir dile sahip ve konuşuyor; duymasını bilene tabii.
Bence ben bedenimi çok iyi anlıyorum. Sağ kolumda uzun zamandır bir ağrı var, ne zaman gözümü kapasam, sanki bana, aç beni ve yıka şakır şukur buz gibi suyla diyor.
Yapabiliyor muyum?
Hayır.
Ama (bak sakın gülmeyin şimdi), gece yatınca hayalimde içini açtığımı ve buzzz gibi dağ sularıyla yıkadığımı düşlüyorum.
Yaptıkça ağrım azalır oldu (bak gülmeyin dedim).
Bir süredir böyle duygusal deneyler yapıyorum kendi kendime.
Mesela, geçenlerde “Elma” dedim çocuklara.
Sonra “Ben size elma deyince aklınıza ilk gelen elma nasıldı” diye sordum. Biri “kırmızı”, biri “yeşil” dedi.
Ağzından çıkan şeyin şak diye bir görüntüsü var beyninde. Kalbinden geçenin, diline vuranın da şak diye gerçek olması olasılıklı o vakit di mi?
E o zaman sen kendine sürekli “Yapamazsın” dersen, yapamazsın yani.
Bir de “Yaparsın kızım, hadi bir cesaret” desene.
De bakalım hele ve oturuşun bile değişmezse bana de Yonca deme.
Size hiç olmaz mı, “Ay tam seni andım, aradın beni” gibi...
Bana inanılmaz çok olan bir şey bu.
O yüzden dedim işte bedeni, doğayı, duyguları, kalbi, içgüdüleri çok iyi anlıyorum, onlara çok güveniyorum diye.
Zorlandığım şey kafalar.
Algılar.
Daha doğrusu duygulardan yoksun dolaşan kafalarla zorlanıyorum.
Veya kalpten kopmuş bir kafadan ibaret olanlarla sıkıntım oluyor.
(Tövbe tövbe, cuma cuma hayırdır Yonca, bu ne diyeceksiniz... Sıkıntı yok. Hayırdır.)
Mantık da mantık deyip kalbi paramparça nasıl yaşar insan?
Beden, ruh ve kafa bir bütün. Hepsinin süper güçleri var. Bu kesin bilgi.
Tek tek veya ikisi bir yerde, biri dışarıda filan olunca bir şeyler tam olmuyor.
Veya...
Oluyor da rahatsızlık, huzursuzluk yapan bir şey oluyor.
Nitekim...
Bir sessizlik içinde kalıp kendini olan bitenden soyutladığında veya Richard Bach’ın Martı’sı Jonathan gibi kanatlarını çırpıp taaaa yükseklere çıktığında, aşağıda olan bitenlere baktın mı, her şey minnacık kalıyor.
O çok önemli sandığın şeyler önemini yitiriyor.
Basit dediğin, önemsiz sandığın o şeyler de birden çok önemli olabiliyor.
Mesela, açsan balık.
Yalnızsan, beraber olmak istediklerin.
Eksikliğini hissettiğin aşksa, aşk!
Yani kafa değil, duygular ve doğal ihtiyaçlar öne çıkıyor.
Süper bir durum!
Nitekim bir süredir Martı Jonathan gibiyim ben de.
Yüksekte, uzakta.
(Kızım Yonca bayağı uçuyorsun harbi...)
Ve ne görüyorum biliyor musunuz?
Hepimiz uluorta savaşıyoruz.
Kavga etmek süper kolay. Bozulmak, surat asmak, küsmek hep çok şahane.
Kötülük gırla.
Kötü haberleri bas bas bağıra çağıra veriyoruz.
En büyük sayfaları onlara ayırıyoruz.
İyi haberleri hep saklıyoruz. Ezik ezik paylaşıyoruz.
Küçük veriyoruz. Nazarlardan korkuyoruz.
Umut veren, arı gibi çalışan, nefis şeyleri başaranları dillendirmiyoruz.
Ne zaman ay şu çok iyi bir şey yapmış diyeceğim, “amaaaan sen onu bırak bak şu bilmem kimi nasıl dolandırmış” konusu açılıyor, sıkıysa kapat.
Gizli gizli sevişiyoruz.
Gizli gizli aşık oluyoruz.
Keyifler zevkler suçmuş gibi, hep arka odada.
Gizli gizli mutluyuz.
Ya da gizli gizli mutsuzuz.
Ya ekranlara oynuyoruz ya tribünlere. Gerçek duygularımızı saklıyoruz.
Sonra birilerinin gerçek olmasını övüyoruz.
Ayol gerçek olmak ne zamandan beri övülesi bir durum olmak zorunda kaldı?
Sevgileri, aşkları, mutlulukları avaz avaz kahkahalarla yaşasak ya artık uluorta...
Tersine çevirsek bu fesat ve tezat durumu.
Sevişmekten utanacağımıza, savaşmaktan utansak ya...
Hadi.
Yonca
“uluorta”

Yazarın Tüm Yazıları