Paylaş
Ne kadar zorlandım o ilk adımı atana kadar anlatamam.
Zulüm gibi geliyor bazen bir şeye kalkışmak.
Evet, bana da oluyor inanın.
İçimden o an geçen tek şey miskinlik yapmak, bilgisayarıma yapışmak ve yazmaktı.
Hatta aslında yazasım da yoktu.
Vardı ama yoktu.
Bazen kafamdan geçen yazıları yazmak istemiyorum. Bana özel olduklarından, ya da paylaşasım olmadığından.
Bencile bağladığımdan.
Yarası olanların alakasızca gocunacaklarını düşünüp sıkıldığım için, gereksiz imtina ettiğimden.
Falan filan.
Ama sonra, eğer o an evden çıkmazsam sonrasında ne kadar pişman olacağımı bildiğimi hatırladım. Ve o pişmanlığı hiç sevmediğimi...
Ben pişman olmayı sevmiyorum.
Hiç hem de!
O yüzden uzunca zamandır, pişmanlık duyacağım bi şeyi yapmıyorum.
Sanırım, pişman olmaya katlanmaktansa, pişman olmamanın sonuçlarına katlanmayı seçtim.
Arada devasa fark var.
Nitekim bunca lafın sonu şu; evden çıktım.
Parka gittim.
Kızlarla buluştum. Koştuk.
Kızlara, aslında onları hiç de ilgilendirmemiş olabilecek şey anlattım o arada.
Çok konuşuyorum. Çok.
Of bana yani!
Dertleştim ama.
İçimdeki o “evden çıkmayı hiç istememiştim ama bi şekilde çıktım geldim işte” kısmını paylaştım.
Deşarj oldum.
Havam değişti.
Ve arabalarımızın yanına geldik. Evlere dağılmak için.
Tam kapıyı açacağım ki o da ne?
Arabamın üzerinde çocukluğumda Arı Maya çizgi filminden tanıdığım, o acayip asil ve üçgen kafalı yeşil böcek yürüyor.
Ağır ağır...
İki adım atıyor, bana bakıyor. Kafasını çevirdiğindeki bakışının nasıl da gözümün içine içine olduğunu anlatamam, unutamıyorum. Gözümden gitmiyor!
İnceden kızlara seslendim; “Kızlaaar koşun Arı Maya’daki o böcek benim arabama gelmiş!” diye.
Bi yandan da heyecan içinde hiç korkutmadan arabadan iphone’u çıkarmak için debeleniyorum, fotoğrafını çekesim var.
Öyle büyüleyici ki!
Ama çok korkuyorum, ya kaçarsa, ya korkarsa...
Gitmese hiçbir yere bi süre, baksam ben ona uzun uzun...
Kızlar geldi.
Herkesin ağzı açık.
Öyle duruyoruz arabamın dibinde, ve herkes silahlarını çeker gibi telefonlarını çıkarıyor foto çekiyor.
Flaş patlayınca, üçgen kafalı ve endamıyla süzülen o yeşil böcek duruyor, kafasını flaşa çeviriyor ve pek anlamlı bakıyor.
“Kesin şunu!” der gibi...
Flaştan kesin rahatsız oldu. Anlıyoruz.
Bize bunu resmen anlatıyor bakışlarıyla.
Ben el çırpmak istiyorum, ama adı ne ki? Arı Maya’daki yeşil böcek demek yetmez ki!
Nedir bu böcek?
Kimdir?
Ta Arı Maya’dan beri görmedim ben onu, bu gece neden benim arabama, bana geldi ki?
Yeşil hem de!
Ben gibi...
Derken Feyza akıl ediyor, hemen google’dan arıyor, buluyor;
“Yonca bu bir Peygamberdevesi, Latince adı Mantodea!” diyor.
Ağzım açık!
Ne mucizevi bir isimli böcek.
“Mesaj geldi” diyorum yine, Evren’den!
Hemen oracıkta ne hikayeler yazıyorum üstüne anlatamam size.
Bi yazasım var ya zaten!
Kızlara soruyorum bi yandan: “Acaba yaralı filan mı, neden böyle yavaş yürüyor?” endişe ediyorum. Kıyamıyorum...
Doyamıyorum da izlemeye.
Kızlardan biri: “Ama ya arabaya biner gidersen ya düşerse..” derken daha, sözünü kesiyorum; “Delisin herhalde, bu hayvan buradan uçmadan hayatta bir yere gitmem. Rahatsız asla etmem!” diye.
Öyle müthiş bir an.
Hepimiz saygıyla izliyoruz yürüyüşünü.
1 adım 2 adım, dur.
1 adım, 2 adım, dur.
Salına salına...
Meğer ön ayaklarını duâ eder gibi kaldırarak hareketsiz durduğundan “duâ eden böcek” olarak da bilinirmiş.
Hakkında bi sürü şey okudum Pazartesi’den beri.
Hatta sırf bu yüzden dün yazı yazamadım size.
Böcekgiller arasındaki bütün vahşiliğine rağmen Peygamberdevesi, bahçıvan ve çiftçilere zarar veren böcekleri tükettiği için faydalıymış. Hatta, bazı çiftçiler kendilerine olan faydasından dolayı, Peygamberdevesi üretmek için arazilerine peygamberdevesinin yumurta keselerini koyarlarmış.
Yani vahşilik ne kadar göreceli değil mi?
Kime ve neye göre vahşi?
Ne inanılmaz!
Ama esas inanılmaz olan ne biliyor musunuz?
Peygamberdevesi’nin edebiyattaki, çeşitli kültürlerdeki anlamını araştırdım.
Meğer bu inanılmaz güzel, üçgen kafalı, edalı yürüyüşlü, dua eder duruşlu, yeşil böcek Çin şiirlerinde cesaret ve korkusuzluk sembolüymüş...
Cesaret ve korkusuzluk...
Peygamberdevesi gel sen o gece benim arabamın tavanına kon!
Endamınla salına salına yürü...
Dönüp dönüp gözlerimin içine bak... Ta içine!
Süzül, süzül, süzül...
Gel de düşünme!
Sonra, biz orada ona hayranlıklar içinde ağzımız açık bakarken, birden kaşla göz arasında, (meğer kanatları da varmış), uçmaya başladı iyi mi!
Döne döne göğe yükseldi. Tam da dibimizdeki elektrik direğinin tepesindeki ışık saçan lambaya doğru.
Döne döne yükselişini izledik.
Ses etmedik.
Edemedik.
Nefes bile almak gelmedi içimden o an.
Cesaret ve korkusuzluk mesajı getirmiş bana, Peygamberdevesi.
Yavaş ama emin adımlarla yürü demek için belki de...
Kendi gibi.
“Birilerinin vahşi diye tanımladığı şeyin içinde bile masumiyet var” demek için uğradı belki de.
Kim bilir...
Herkesin çıkaracak olduğu ders, yazacak olduğu hikaye kendine...
Öyle değil midir?
Yonca
“bu benimkisi”
Paylaş